1970’lerden beridir süregelen ABD hegemonyasının gerileyişi, 2008’den beridir bir türlü sökülüp atılamayan küresel finansal krizin yıkıcı etkileri, ticaret savaşları ve otoriterleşme eğilimleri ile birlikte dünya ekonomisi, 2020 yılına kriz beklentileri ile birlikte girmişti. Bu eğilimler, koronavirüs gibi olağanüstü bir katalizörün de etkisiyle, kapitalizmin tarihinin belki de en büyük krizine yol açtı. 1970’lerde inşa edilip 2008 ve sonrası dönemde sürdürülemezliğini iyice pekiştiren neoliberal paradigma, koronavirüs krizi ile daha da sorgulanır hale geldi. Bu sorgulama hali, neoliberalizmin çatlaklarından içeri akan ve neoliberal paradigmaya ters düşen kimi siyasi-iktisadi uygulamalar ile daha da güçleniyor. Beklenen 2020 krizine koronavirüsün de dahil olması ile öngörülemez yeniliklere gebe olan mevcut dönüşüm sürecini hem Türkiye hem de dünya ekseninde anlamlandırmak, birbiri ile iç içe geçmiş çok sayıda katmanın ele alınmasını zorunlu kılıyor. Bu anlamlandırma sürecinde bizlere yardımcı olması adına Doç. Dr. Ümit Akçay ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Volkan Ahıskalı: Başta ABD olmak üzere merkez kapitalist ülkelerde koronavirüs salgını sonrası uygulanan politikalar hem bu ülkelerde hem de küresel çapta bir toparlanmaya ne derece katkı sağlayabilir? 2008 krizi sonrasında da uygulanan benzer politikalar sorunu ileriye ötelemeye yararken bir yanıyla da varlık balonları yaratma riskini beraberinde getiriyor. Bir yanıyla siyasal alanda ABD hegemonyasının gerileyişi ile kol kola seyreden bu kriz hali 2008’de anlık bir finansal çöküşten ibaret olmadığı gibi 2020’de de sadece koronavirüsün sorumlu olduğu bir sorun değil. Bu noktada en geç 2021’de bir toparlanma ile sonuçlanan senaryolar ne kadar gerçekçi? Kriz yönetimine dair bu hamlelere bakarak yeni normalin ne kadar yeni ve ne kadar normal olduğunu söyleyebiliriz?
Ümit Akçay: ABD’nin koronavirüs salgını sonrası politika tepkisi üç noktaya odaklandı. İlki, borsalardaki çöküşü durdurmak ve borsaların yeniden yükselmesine destek olmak; ikincisi, küçük ölçekliler dahil olmak üzere firmalara verilen destekler ve tek seferlik de olsa uygulanan ‘helikopter para’ politikasının bir örneği olarak doğrudan gelir desteği verilmesi; üçüncüsü ise, küresel son borç verme merci olmasının bir gereği olarak diğer büyük merkez bankalarına sağladığı takas kolaylığı. Bunlar, ani çöküşün etkilerini hafifletmeyi amaçlayan kısa dönemli politika tepkileriydi.
Ancak koronavirüs salgını ile oluşan bu özel durumu, sözünü ettiğiniz gibi 2008 krizi sonrasındaki konjonktür ile birlikte değerlendirmek gerek. 2008 krizini, 1870’ler, 1929 ve 1970’lerdeki kriz gibi, kapitalizmin tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olarak görüyorum. Bir yanıyla, kriz sonrasının politika tepkisine bakıldığında kısa vadede kapsamlı bir değişim olmadığını ve ‘aynısının daha fazlası’, yani ‘daha fazla neoliberalizm’ formülünün hayata geçtiğini gördük. Orta ve uzun vadedeki etkisini ise henüz görmedik. Bu tip büyük krizlerde politika tepkisinin kısa vadede, ‘aynısının fazlası’ olarak şekillenmesi normal. Ancak krizin sıradan bir resesyon değil de bir yapısal kriz olduğu anlaşılınca krizle baş etmek için geliştirilen politikalar, dönemin hakim güç ilişkilerine göre değişebiliyor. Bu açıdan bakıldığında 12 yıl sonra bile kriz konjonktürünün ortadan kalkmaması, ekonomi politikalarındaki tıkanıklığın daha fazla görünür olmasına neden oldu. Küresel düzeyde ekonomi politikalarındaki bu süreklilik, siyasi olarak merkez siyasetlerin çökmesi ile sonuçlandı. Dolayısıyla, anaakım programı uygulamak siyasi olarak giderek daha güç hale geliyor.
Koronavirüs salgınının temel etkisinin, kriz öncesindeki eğilimleri güçlendirmek, daha görünür kılmak olduğunu düşünenlerdenim. Bu açıdan bakıldığında Washington Konsensüsü ile özetlenen neoliberal reçetenin itibar kaybetmeye devam edeceğini öngörebiliriz. Ancak neoliberal politikaların itibar kaybetmesi, otomatik olarak 1945-1980 arası politika çerçevesine dönülmesi anlamına gelmiyor. Bu ancak alt sınıfların egemen sınıflara karşı çok daha ciddi bir tehdit oluşturması durumunda gündeme gelebilir.
Güncel krizde toparlanmanın zamanlaması konusunda bazı belirsizlikler halen sürüyor. Toparlanma, ikinci dalganın yaşanıp yaşanmayacağına ve esas olarak da aşının bulunmasına bağlı. 2020 içinde ikinci dalga geldiği durumda hem 2020 daralmasının daha sert olması, hem de 2021 toparlanmasının daha küçük olması bekleniyor. Ancak salgında ikinci dalga gelmesi durumunda dahi, iktidarların ilk dalgadaki kadar geniş kapsamlı fiziksel mesafe önlemleri alacağını düşünmüyorum. Bu nedenle daralma 2020 ilk yarısındaki kadar sert olmayabilir. Dediğim gibi, pek çok belirsizlik sürüyor. Ancak 2021’de aşının bulunması ve 2020’de ikinci dalganın gelmemesi durumunda, önümüzdeki yıl önemli kapitalist merkezlerde güçlü toparlanma gelebilir. Buna karşın, yapılan projeksiyonlarda, bu tip bir güçlü toparlanma gelmesi durumunda dahi, pek çok ülkede büyüme trendinin koronavirüs salgını öncesine dönmesi mümkün görünmüyor.
Volkan Ahıskalı: Sizin de tanımladığınız üzere 2008 sonrasında emareleri daha da yoğunlaşan bir küresel ara rejim içerisindeyiz. 2020’ye dair olumsuz ekonomik beklentiler varken koronavirüs ile birlikte küresel çapta gerçekleşen şok hem iktisadi hem de siyasi sorunları daha da derinleştirdi. Bu noktada ABD’nin küresel çapta uzun süredir yaşadığı güç kaybı ve AB’nin daha da tartışmalı bir yapı haline gelmesi ara rejimin çok daha derinleşmesine mi işaret ediyor yoksa salgının getirdiği olağandışılıklar ile birlikte farklı olasılıklar kendini gösterebilir mi?
Ümit Akçay: Küresel ara rejimin tipik özellikleri daha çarpıcı hale geliyor. Bir yandan, koronavirüs salgını sonrasında ABD gerileyen gücüne rağmen halen küresel finansal mimarinin merkezinde olduğunu bir kez daha tescillemiş oldu. Diğer yandan ise, Çin’de ekonomik toparlanmanın daha erken başlaması, Çin’i bir adım öne çıkarmış oldu. Bu durum ABD ile Çin arasındaki gerilimi daha da artırabilir. Zaten Güney Çin denizindeki gelişmeler, ABD’de Çin konsolosluğuna yapılan baskın gibi gelişmeler bize bu yönde sinyaller veriyor.
Henüz gerçekleşmeyen, ancak üzerinde sıklıkla konuşulan ‘tedarik zincirlerinin kısalması’ sürecinin hayata geçmesi durumunda ise ilginç bir durumla karşı karşıya kalacağız. Çin, Japonya ile birlikte Asya’nın tamamına hakim bir ekonomi haline gelirken, AB’deki Almanya’nın hakim konumu daha da güçlenerek devam edecek ve ABD, Güney Amerika ülkeleri ile zaten kuvvetli olan entegrasyonunu daha da artıracak. Bu senaryo, küreselleşmeden bölgeselleşme sürecine geçişi ve hakim sınıfların bölgesel organizasyonunu daha önemli hale getirecek.
Olası bir bölgesel kutuplaşma durumunda küresel ara rejimi üç farklı kapitalizm tipi (ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki Anglo-Sakson modeli, Almanya’nın liderliğindeki ordo-liberalizm ve Çin liderliğindeki devlet kapitalizmi) arasındaki rekabet karakterize edecek. Yani, uluslararası siyasal iktisat alanındaki ‘yönetişim krizi’, ekonomideki yapısal kriz konjonktürü eşliğinde derinleşerek sürüyor.
İki noktayı vurgulayabilirim. Günümüzde de, ilk küresel ara rejimdeki gibi merkezkaç hareketlerin ve farklı deneylerin ortaya çıkması muhtemeldir. Ancak, ilk küresel ara rejim sırasındaki toplumsal güç dengeleri ile şimdiyi karşılaştırdığımızda, karamsar senaryolar daha ağır basıyor. Otoriter post-neoliberalizm tartışmasının kökeninde de bu iki vurgu var.
Volkan Ahıskalı: Çevre ülkelerin siyasi ve iktisadi kriz dönemlerinde merkez ülkelerden ve dönemin hakim düşüncesinden farklı yönelimler içine girmeleri olarak tanımladığınız merkezkaç[1] hareket bağlamında ele alırsak, gelişmekte olan ülkelerin küresel kapitalizm ile kurduğu ilişkiler nasıl bir dönüşüm içerisinde?
Ümit Akçay: İçinden geçmekte olduğumuz dönemi ikinci küresel ara rejim olarak düşünürsek, ilkinde yaşananlar günümüz için de fikir verici olabilir. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve 1929 krizi sonrasında en gelişkin haline gelen ilk küresel ara rejimde, iki önemli gelişme yaşandı. Altın standardı sisteminin çökmesi ve dünya ticaretinin daralması. Parasal istikrarsızlık ve ithalatın kesintiye uğraması, aralarında çevre ülkelerin de olduğu pek çok ülke için ithal ikameciliğin zorunlu bir politika seçeneği olarak ortaya çıkardı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ortaya çıkan Ekim Devrimi ve özellikle Avrupa’da var olan güçlü işçi sınıfı örgütleri, bu tip bir küresel ara rejimde ekonomi politikalarının yeniden biçimlenmesinde tayin edici rol oynadı. Sonuçta, bildiğiniz gibi merkez ülkelerde Keynesyen refah devleti politikaları, çevre ülkelerde ise milli burjuvazilerin desteklediği ithal ikameci politikalar hayata geçti. Şimdi geçmişin birebir kopyası elbette yaşanmayacak. Ancak temel dinamikler açısından işaret ettiğim bazı benzerlikleri daha sistematik bir şekilde tartışmamız gerekiyor. İki noktayı vurgulayabilirim. Günümüzde de, ilk küresel ara rejimdeki gibi merkezkaç hareketlerin ve farklı deneylerin ortaya çıkması muhtemeldir. Ancak, ilk küresel ara rejim sırasındaki toplumsal güç dengeleri ile şimdiyi karşılaştırdığımızda, karamsar senaryolar daha ağır basıyor. Otoriter post-neoliberalizm tartışmasının kökeninde de bu iki vurgu var.
Volkan Ahıskalı: İthal ikamecilik 1960’larda dahi belirli bir bağımlılık içeriyordu. Hiçbir zaman tam anlamıyla bir “ikame” sağlamıyordu. Yeri geldiğinde hammadde yeri geldiğinde çeşitli sermaye mallarına olan bağımlılık ilişkisi varlığını sürdürüyordu. Bu bağımlılık ilişkisi 1970’lerde borç krizleri ile sonlandı. Günümüzde gelişmekte olan ülkelerin küresel kapitalizm ile reel anlamda kurduğu ilişki bir yana finansal bağımlılık ilişkileri son derece derinleşmiş durumda. Gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik gelişmeler tam anlamıyla merkez ülkelerdeki finansal dinamiklere bağlı hale gelmişken son zamanlarda artan “yeni ithal ikamecilik” tartışmaları ne ifade ediyor? Türkiye özelinde “utangaç kalkınmacılık” olarak ele aldığınız bu durum kendi içerisinde bir tutarlılık içeriyor mu?
Ümit Akçay: Hem içeriyor hem içermiyor diyebilirim. Esasında ortada oluşmuş bitmiş bir yapı olmadığı ve henüz bir süreçten bahsettiğimiz için, bu süreci tanımlama güçlükleri yaşadığımız malum. Utangaç kalkınmacılık ya da yeni/kısmi ithal ikamesi kavramları, bu tip tanımlama güçlüklerini aşmak için kullandığım geçici önermeler. Yaşadığımız bu tip kavramsallaştırma sorunlarını çözebilmek, ancak sürecin tamamlanması sonrasında mümkün olabilecek.
Buna karşın bazı deneysel çabalara girişebileceğimizi düşünüyorum. Örneğin, 1970’li yıllarda bağımlılık okulunun Marksist eleştirisine, özellikle de üretim tarzlarının eklemlenmesi tartışmalarına yeniden bakmanın önemli olabileceğini düşünüyorum. Üretim tarzı tartışmasındaki eklemlenme (articulation) okulunun pozisyonu önemliydi. Eklemlenme okulu, özellikle Fransa’da gelişen ‘yeni ekonomik antropoloji’ okulunun en gelişkin temsilcisi olan Pierre-Philippe Rey’in çalışmaları, kapitalizmin yayıldığı coğrafyalardaki kendinden önceki üretim biçimlerini sıfırlayarak gelişmediğini, kapitalizm ile kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin bir arada sürebildiğini, hatta bu ikisinin eklemlenmesi sonucunda hibrit yapıların ortaya çıkabildiğini tartışmıştı. Üretim tarzlarının eklemlenmesi üç aşamada gerçekleşiyordu: İlk aşamada kapitalist üretim ilişkilerinin bir coğrafyaya girişi, -beklenenin aksine- kendinden önceki üretim tarzının yeniden güçlenmesine neden olabiliyordu. İkinci aşamada, kapitalizm öncesi üretim tarzının yeniden üretiminin koşullarının kapitalist üretim tarzı tarafından belirlenmesi gerçekleşmekteydi. Üçüncü aşamada ise, kapitalizm öncesi üretim tarzları giderek marjinalleşiyordu.
Olası bir bölgesel kutuplaşma durumunda küresel ara rejimi üç farklı kapitalizm tipi (ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki Anglo-Sakson modeli, Almanya’nın liderliğindeki ordo-liberalizm ve Çin liderliğindeki devlet kapitalizmi) arasındaki rekabet karakterize edecek. Yani, uluslararası siyasal iktisat alanındaki ‘yönetişim krizi’, ekonomideki yapısal kriz konjonktürü eşliğinde derinleşerek sürüyor.
Eklemlenmenin bu üçlü dinamiğini, bir düşünce egzersizi olarak da olsa günümüzdeki tartışmalara aktarabileceğimizi düşünüyorum. Bu tip bir şemalaştırmanın yaratabileceği riskleri göze alarak, günümüzde eklemlenenin üretim tarzları arasındaki değil de birikim rejimleri arasında görülebileceğini ileri sürebiliriz. Bu önermeden düşünmeye devam ederek, neoliberal modelin -Washington Konsensüsü politikaları diye kısaca özetleyelim- krizle karşılaştığında ilk tepkinin daha fazla neoliberalizm olarak şekilleneceğini düşünebiliriz. İkinci aşamada, neoliberal çerçeve halen varlığını sürdürse de, bu çerçeve ile uyumlu olmayan bazı politikaların da birikim rejiminin bileşenleri haline gelebildiğini görebiliriz. Son aşamada ise yeni bir birikim rejimi ile karşılaşacağız. Elbette bu tip bir yapısal dönüşüm farklı stratejileri yani, farklı sınıfsal aktörleri ve farklı hegemonya projelerini gündeme getirecek. Farklı sınıf fraksiyonları arasındaki mücadele, bürokrasi ve siyasi partileri de içerek genişleyecek. Böyle bir süreç zaten tanımı gereği çelişkilerle dolu olmak zorunda.
Sorunuza dönerek, bu çerçeveyi Türkiye’ye uygularsam, yaşanan süreci daha iyi anlayabilmek için ‘birikim rejimlerinin eklemlenmesi’ tartışmasını gündemimize almamız gerektiği sonucu çıkıyor. Daha doğrusu, böyle bir tartışma -bilebildiğim kadarıyla- literatürde yok, ben de henüz tam olarak geliştirebilmiş değilim ancak bu tip bir girişimin mevcut konjonktürde işimize yarayabileceğini düşünüyorum. Birbiri ile çelişkili gibi görünen farklı politikalar, bu tür bir eklemlenmenin sonucu olarak ortaya çıkıyor olabilir.
Volkan Ahıskalı: Türkiye üzerinden yaptığınız rejim tartışmalarının bir uzantısı olan “otoriter post-neoliberalizm” kavramı Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan ülkeler için anlamlı bir siyasal iktisadi bütün ifade ediyor mu? Yoksa sistemin 2008’den beridir yoğun bir şekilde içerisinde olduğu çok yönlü krizin yarattığı “kriz yönetiminin krizi” kaynaklı doğrultusuzluğun sebep olduğu bir bulamaç mı?
Ümit Akçay: Otoriter post-neoliberalizm, yukarıda özetlemeye çalıştığım muğlak bir ara rejim döneminin özelliklerini yansıtan bir başka kavram ve henüz daha iyi bir alternatif henüz olmadığı için kullanıyorum. Bu kavram da bir dönüşümü açıklamaya çalışıyor. Otoriter neoliberalizmi, henüz ne olduğunu net olarak tanımlayamadığımız yeni bir neoliberalizm-sonrası döneme geçiş sürecinde olduğumuzu anlatmak için kullanıyorum. Ancak bu kavramı, sadece Latin Amerika’da 2000’lerde gündeme geldiği şekliyle neoliberalizmi sol’dan aşma girişimlerini adlandırmak için değil, daha geniş anlamda otoriter neoliberalizmin krizine karşı sağdan ve soldan geliştirilen alternatiflere işaret etmek için kullanıyorum.
Burada üç önemli nokta var. İlki, ‘otoriter neoliberalizm’. 1970’li yıllardaki yapısal kriz sonrasında devlet biçimindeki otoriter dönüşümün -Poulantzas’ın kullandığı anlamdaki otoriter devletçilik yönünde- yani bir çeşit teknokratik piyasa otoriterizmin kurulması doğrultusunda gerçekleştiğine şahit olduk. İkincisi, otoriter neoliberalizmin otoriter bir emek rejimi eşliğinde hayata geçmesidir. Otoriter emek rejimi, emeğin kurumsal, örgütsel, siyasi ve ideolojik gücünün kırılmasına dayanıyor. Burada ekonomi-dışı zor yanında, borçlandırma gibi bizzat piyasa mekanizmaları da devreye girdi. Sonuçta, esnek, güvencesiz, gelecek kaygısı yüksek olan ve borçlu genç emekçi kuşakları oluştu. Otoriter emek rejimi, işçi sınıfının ‘kendi için’ mücadele kapasitesini büyük ölçüde sınırladı. Bunun sonucu ise solun bir siyasi seçenek olarak siyaset sahnesinde marjinalize olmasıdır.
Buradan üçüncü noktaya bağlayabiliriz: emekçi sınıfların ve solun siyasi bir güç olarak mevcut olmadığı durumda siyasi kavga giderek sınıf ekseninden uzaklaşarak siyasi elitler arasındaki bir güç mücadelesine dönüşüyor. Bu bağlamda, otoriter neoliberalizmi temsil eden merkez sağ ve sol çizgiye karşı, radikal sağ siyasetin daha zinde unsurları (kolaylık olsun diye sağ popülistler diyebiliriz) bir siyasi girişimcilik örneği göstererek pek çok ülkede iktidara geldiler. İktisadi olarak, henüz yeni bir birikim rejimi şekillenebilmiş değil, ancak sağ popülistler neoliberalizmin işlemediğinin farkında. Mevcut yapının bir anda değişmeyeceğinin de farkındalar, ancak fırsatını bulduklarında farklı deneylere girişmekten çekinmiyorlar.
Bir başka ifadeyle, sağ popülistler kriz yönetiminin krizi sonucunda, yani otoriter neoliberal projenin mevcut sorunları çözmekteki çaresizliği neticesinde iktidara geldiler. Ancak henüz içsel tutarlılığı oluşmuş yeni bir model mevcut değil. Bu modeli aktarırken aklımda Türkiye’nin yanında Polonya ve Hindistan da var. Hatta kısmen de olsa diğer bazı doğu Asya ve Latin Amerika ülkelerini ve hatta ABD’yi bu sürece ekleyebiliriz. Ancak elbette genel doğrultudaki benzerliklere rağmen, bu doğrultunun her ülkede kendine özgü açığa çıkış biçimleri var. Daha sistematik analizlere ihtiyaç var.
Söyleyebileceğim, iktidarın bu girişiminin yeni krizlerle kesilmesi ihtimali kadar, hayata geçme ihtimalinin de mevcut olduğu. Bu bağlamda muhalefet çevrelerinde hakim olan iktidarın her halükarda düşmekte olduğu ve siyaset yapmama siyasetinin iktidara gelmek için en iyi yol olduğu kanısının, muhalefet açısından tehlikeli bir kumar niteliğinde olduğunu söyleyebilirim. Zira bu süreç otoriter konsolidasyon ile de sonuçlanabilir.
Volkan Ahıskalı: İktidarın, Türkiye’nin mevcut darboğazdan kurtulmasına dair beklentileri, bir süredir dünya ekonomisinin bazı değişkenlerine dayanıyor. Küresel değişkenlere bağımlılık hali son yıllar ile sınırlı bir mesele olmasa da 2013 sonrası dönemde artan kırılganlıklar, belli parametreleri Türkiye ekonomisinin geleceği adına ön plana çıkarıyor. Bu durum kendini genellikle ABD başta olmak üzere merkez kapitalist ülkelerdeki faiz kararları üzerinden gösterirken koronavirüs ile birlikte Türkiye’nin değer zincirlerindeki konumu da tartışılır bir konu haline geldi. Sizce Türkiye’nin bazı sektörlerde kimi ülkelerin yerini alması beklentilerinin kaynağı nedir? Küreselleşme sürecinin koronavirüs ile daha da sorgulanır hale gelmesi ve Türkiye ekonomisinin mevcut konumu göz önünde bulundurulduğunda bu beklenti ne derece gerçekçi?
Ümit Akçay: Küreselleşmenin sorgulanır hale gelmesi, pek çok ülkede gelir dağılımının artması, finansal krizlerin sıklaşması ya da liberal demokrasinin altını oyması gibi dinamikler yanında başta işaret ettiğim bölgeselleşme eğilimleri ile de ilgili. Daha doğrusu, koronavirüs sonrası dönemde bu daha belirgin hale geldi diyebiliriz. Erdoğan yönetimi, bu süreçten güçlenerek çıkacağını düşünüyor. Bunun kısa dönemli anlamı, önümüzdeki üç yıl içinde ekonomiyi mevcut iktidar açısından 2023 seçimlerini kazanmaya elverişli hale getirmek.
Bu beklentinin gerçekçi olup olmamasından çok, giriştikleri bu yolun bir tercih kadar, mevcut iktidar bloğunun bileşimi nedeniyle aynı zamanda bir zorunluluk olduğunu görmeliyiz. İktidarın kullandığı propaganda dilini bir kenara bıraktığımızda, bu tip bir girişimin kaynağında, Türkiye’nin öyle ya da böyle halen bir sanayi altyapısının olması var. Yeni yatırım çekme beklentisinin ne kadarının gerçekleşeceğini tahmin edebilmek zor ancak tasarladıkları şey, yeni yatırım gelmese dahi ekonomik toparlanmayı sağlamak. Bu mümkün ancak neoliberalizm-sonrası çizgide ne kadar ileri gideceklerine ve hakim sınıflar arasındaki dengenin buna ne kadar izin vereceğine bağlı.
Söyleyebileceğim, iktidarın bu girişiminin yeni krizlerle kesilmesi ihtimali kadar, hayata geçme ihtimalinin de mevcut olduğu. Bu bağlamda muhalefet çevrelerinde hakim olan iktidarın her halükarda düşmekte olduğu ve siyaset yapmama siyasetinin iktidara gelmek için en iyi yol olduğu kanısının, muhalefet açısından tehlikeli bir kumar niteliğinde olduğunu söyleyebilirim. Zira bu süreç otoriter konsolidasyon ile de sonuçlanabilir.
Volkan Ahıskalı: Bir yanı ile Türkiye’de yeni rejimin oturması olarak tartıştığınız “otoriter konsolidasyon” süreci varken bir yandan da kıdem tazminatı son dönemde tekrar gündeme geldi. Özellikle muhalefetin ciddi bir kesiminin ufku “2002-2008 dönemi ekonomisine duyulan özleme” sıkışmışken Sizce Türkiye’de emek rejimi yakın gelecekte nasıl şekillenecek? 2001 krizi sonrası dönemde olduğu gibi ciddi dönüşümler sizce kapıda mı?
Ümit Akçay: Bildiğiniz gibi otoriter devlet biçiminin temel özelliklerinden biri emeğin kurumsal ve siyasal gücünün geriletilerek karar alma süreçlerinden dışlanmasıdır. Bu 1980’de asker postalı ile yapılmaya çalışıldı. Ancak 10 yıl sonra 1990’ların başına geldiğimizde örgütlü emek darbe dönemi ücret kayıplarını neredeyse geri aldı ve 1990’lar boyunca da özelleştirme programının uygulanmasına engel olabildi. 2001 krizi sonrasında ise, daha önceden asker postalı ile yapılmaya çalışılan tasfiye bu sefer piyasa mekanizması ile denendi ve başarılı oldu. İş Kanunu’nda 2003 yılında yapılan değişiklik, özelleştirmeler ve alt sınıfların artan borçluluğu, otoriter emek rejiminin konsolidasyonunda üç önemli bileşen idi. 2010’daki TEKEL direnişi, ithal ikameci dönemden kalan örgütlü emeğin son direnişi idi. 2015’teki metal fırtına ise, uzun süren sessizlik sonrasında işçilerin ilk kez sesini duyurabildiği ve kısmen kazanımlarla sonuçlanan bir parlama dönemi yaşattı. Ancak sonrasında OHAL dönemindeki grev yasaklarının sürekli hale gelmesi ile karşılaştık. Bu kısa özet, Erdoğan yönetimi için önümüzdeki üç yılda (2020-2023) yeni rejimi konsolide etmek için temel şartın, otoriter emek rejiminin sürekliliği olduğunu gösteriyor. Korona salgını sırasında ve sonrasında ücretlerin daha da baskılanması ve virüsten arındırılmış ‘çalışma kampları’ önerileri, emek üzerindeki baskının daha da arttığını gösteriyor. İşaret ettiğiniz şekilde, ‘parlamenter sisteme dönüş’ perspektifi ile sınırlı bir muhalefet emek rejimine dokunmadığı orada, gündeme gelebilecek olan siyasi demokratikleşme süreci kısa dönemli ve geçici olmaya mahkum. Bu anlamıyla gerçek bir demokratikleşme sürecinin otoriter emek rejimi yıkılmadan başlaması mümkün değil.
[1] Merkezkaç hareket : “Merkezkaç güçlerin yükselmesi, hem iktisat politikası olarak hem de siyasi olarak, dönemin hakim ana akım düşüncesinden farklı uygulamaların giderek daha önem kazanması olarak görülebilir.” (…) “Bu hareketlerin ne kadarının ‘sistem dışı’ niyetlerle, ne kadarının ise dış ticaretin çökmesi nedeniyle geliştiğinden bağımsız olarak (ki kanaatim ikinci etkenin ağır bastığı yönünde) ortaya çıkan sonuç, serbest ticaret yerine korumacılığa, özel sektör yerine devletçiliğe dayanan bir birikim modelinin oluşmasıdır.”
Akçay, Ü. (2019). Küresel Ara Rejim. Y. B. Ulaş Taştekin içinde, Dünya Yeniden Şekillenirken – 2 (s. 93-112). İstanbul: NotaBene Yayınları.