“Sanki ülkeyi salgından biz işçiler kurtaracağız? Sanki inşaatları, tekstili üç ay durdursalar ülke batacak? Ama çalışmazsak devlet bize bakmak zorunda kalacak değil mi? O zaman çalışsın işçiler, yük olmasın devlete…“
Tekstil İşçisi Türkan ile röportaj
Salgın sürecinin çok erken bir noktasından itibaren dünyanın her yerinde neoliberal ekonomilerin insan hayatı ile ekonomik büyüme arasında ciddi bir ikilemle karşı karşıya kaldığı gözlemlendi. Türkiye deneyiminde bu ikilem, Erdoğan, Kalın ve Soylu’nun üretim süreçlerini aksatmayacak tedbirler aldıklarını, aksi takdirde ekonomik maliyetin çok ağır olacağını ifade eden sözleriyle kendini en belirgin biçimde açığa vurdu. Sınıflar arasındaki mücadelede mevcut güç dengeleri göz önünde bulundurulunca bu ikilemin aşılması çok da uzun sürmedi. Çalışmalarını evden yürütebilecek sektörler faaliyetlerini evden yürütmeye başladı, belli sektörler de vazgeçilmez sektörler (essential sectors) kapsamında değerlendirilerek yaygın kullanılan deyimle cephe hattına[1] sürüldü. Robert Reich, ABD’nin salgın dönemindeki deneyimini göz önünde bulundurarak çalışma biçimlerini uzaktan çalışanlar, vazgeçilmezler, ücretsiz izinliler ve unutulmuşlar başlıkları altında sınıflandırdı.
Reich, vazgeçilmezler (essentials) olarak adlandırılan, kimi yerlerde asli[2], zorunlu ya da temel[3] olarak da çevrilen, sektörlerde çalışanlara sağlık çalışanlarını, ev ve çocuk bakıcılarını, tarım işçilerini, gıda sektöründe çalışanları, toplu taşıma ve kargo çalışanlarını, depo çalışanlarını, polis memurlarını itfaiyecileri ve askerleri dahil ediyordu. Zorunlu sektörlerin kapsamının salgın ve karantina süreçlerinde belli temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bir karşılığı olsa da “çarkların dönmeye devam etmesi” için iradi bir tutum söz konusu olduğunda asgari ihtiyaçların ötesindeki sektörlerin de ‘vazgeçilmez’ olarak ele alınması söz konusu. Örneğin Türkiye deneyiminde salgın sürecinin ardından ekonominin yükselişe geçeceği beklentisiyle bazı sektörlerde faaliyetin devam etmesi konusunda özel bir kararlılıktan bahsetmek mümkün. Bu kapsama hangi sektörlerin alınacağı ülkeden ülkeye farklılık gösterse de her durumda kesin olan, bu kapsamın insan hayatı-ekonomi ikileminden hangisine daha fazla öncelik vererek belirleneceğinde sınıflar arasındaki mücadelenin ve verili sermaye birikim rejiminin büyük bir belirleyicilik taşıdığı. Bu yazı, Türkiye deneyimini göz önünde bulundurarak salgına rağmen çalışmaya devam etmesi istenen öncelikli sektörlerin bir fotoğrafını çekmeye, bunun işçi sağlığı bakımından beliren etkilerini özetlemeye ve bu fotoğrafın Türkiye’deki sermaye birikim rejimi açısından anlamını ele almaya çalışacaktır.
Türkiye’de sektörel görünüm
Başka pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bazı işler evden sürdürülebilirken, ‘evde kalamayanlar’ kendi içinde iki bölükten oluştu. İlk bölükte, yaşamsal gereksinimlerin karşılanmasında görev alan gıda, tarım ve ilgili perakende, sağlık hizmetleri, temizlik, cenaze ve defin işleri, güvenlik hizmetleri, elektrik, doğal gaz ve su temini, iletişim hizmetleriyle ulaştırma ve lojistik hizmetler gibi sektörlerde çalışan işçiler yer aldı. Bu ilk bölük, temel ihtiyaçların karşılanmasında aldığı görev itibarıyla asli işleri yapan işçilerdi. İkinci bölük, salgın ve -aslında salgını da içeren daha büyük bir başlık olarak- kriz koşullarında çalışmaya devam etmesinde ısrar edilen sektörleri kapsadı. Sanayideki sektörlerin önemli bir bölümü, inşaat, maden, yakın zamanda faaliyete dönen alışveriş merkezleri örneğinde görülebileceği gibi belli perakende hizmetleri, hatta medya sektörü ve spor müsabakaları, asli ihtiyaçlara yanıt verme kaygısının ötesinde, kârlılığı korumak ve ekonomiyi sürdürmek yönündeki ısrarla ya hiç durdurulmadı ya da mümkün olan en kısa sürede yeniden faaliyete girmesi hedefleniyor.
İlk bölüğü ikinci bölükten ayıran önemli bir faktör var. Bu bölüklerden ilkinde anılan sektörler (belki bazı ilave ve çıkartmalarla) çalışmaya ara vermesi mümkün olmayan sektörler ve öyle olduğu oranda “yeri doldurulması zor”[4]. Öyle ki asli ihtiyaçlar tartışması, “sosyalist ekonomi tasavvurunun” da öncelikli tartışma başlıkları arasında yer almayı hak ediyor[5]. Öte yandan ikinci bölükte yer alan sektörleri (üretkenlikle bire bir örtüşmese de) sermayenin kârlılık kaygısı ve stratejik yönelişleriyle ilişkilendirmek mümkün.
Örneğin, salgın sürecinin en başından beri inşaatların, madenlerin, temel ihtiyaç üretmese de imalat sanayindeki işletmelerin çalışmasına mümkün mertebe ara verilmedi. Metal İşçileri Birliği’nin (MİB) salgının henüz erken dönemlerinde yayınladığı bir rapora göre özellikle büyük fabrikalarda “üretimi her şartla devam ettirebilmek temel bir refleks” olurken üretimi durdurma kararı alan fabrikalarda bu karar, “işçilerin sağlığı düşünüldüğü için değil işlerin azalması nedeniyle” alındı. Bunlar arasında maske üretmeyen tekstil, beyaz eşya, otomotiv, mobilya gibi sektörler özellikle ön plana çıktı. Kocaeli’deki Sarkuysan Elektrolikit Bakır Fabrikası’nda işçilerin işten kaçınma hakkını kullanarak iş bırakmasının ardından Kocaeli Valiliği kentte iş bırakma da dahil tüm eylemleri yasaklamaya dönük bir karar aldı[6]. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen tarihlerde bile büyük inşaat ve madenler doğrudan istisna kapsamına alındı ya da asli olmayan imalat sektörleri de “daha önceden sözleşmeye/taahhüde bağlanmış” siparişler gerekçe gösterilerek alınan izinler kapsamında çalışmaya devam etti. DİSK Tekstil Gaziantep Bölge Temsilcisi Mehmet Türkmen’in verdiği bilgilere göre, yaklaşık 150 bin işçinin çalıştığı Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi’nde birkaç istisna dışında bütün işyerleri salgın boyunca çalışmaya devam etti; sokağa çıkma yasağı uygulanan tarihlerde de OSB’de yer alan işyerlerinin yaklaşık yarısı, Valilik’ten kolaylıkla izin alarak faaliyetlerini sürdürdü. Bu işyerlerinin önemli bir bölümü kumaş, halı, iplik, ayakkabı, branda, kömür çuvalı, mobilya, kontrplak vb. üreten işyerlerinden oluşuyordu. İçlerinde Ankara-Niğde Otoyolu’nun da bulunduğu çok sayıda inşaat benzer Valilik izinleriyle çalışmaya devam etti. Madenlerde üretimin 1 Nisan’da durduğu iddiasına rağmen 4 Nisan ve 14 Nisan tarihleri arasında 70 bin tonluk üretim yapıldığı aktarıldı. Benzer şekilde tersanelerde de üretimin devam ettiği ifade edildi.
Üretken sektör kapsamına alınması yukarıda anılan sektörler kadar kolay olmasa da Türkiye’deki sermaye birikim rejiminin belli başlı yönelişleri nedeniyle faaliyete dönmesi için acele edilen kimi işyerleri de yine bu ikinci bölük kapsamında. Kargo işçileri ve kuryelerin bu süreçte çok çarpıcı deneyimlerle[7] karşı karşıya kalmasına yol açan kimi (online) perakende ve pazarlama faaliyetlerinin yanında en bilinen örnekleri alışveriş merkezleri ve medya dolayımıyla futbol ligleri. Elbette bu alanlar hem ekonomi-politiğin sınıflandırması açısından hem de bu sektörlerdeki aktörler arasındaki bölüşüm mücadeleleri açısından daha çetrefilli alanları oluşturuyor. Ancak, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Nihat Özdemir’in “Testi pozitif çıkanı ayırıp, yolumuza devam edeceğiz” sözleri hem bu süreçte cepheye sürülen işçilere yaklaşımın hem de futbol ve medyadaki işleyişi sürdürme konusundaki kararlılığın oldukça somut bir ifadesi. Bu kararlılık söz konusu sektörleri de, ikinci bölükte ele alınan, “asli olmayan vazgeçilmez sektörler” arasına eklememize imkan veriyor. Tam da bu nokta, başlıkta sorulan soruyu gündeme getiriyor, vazgeçilmez sektörler kimin vazgeçilmezi?
Bu sorunun yanıtı elbette Türkiye ekonomisinin genel görünüşüyle ilişkilidir. Her ne kadar toplam istihdamdaki payı %20’lerle sınırlı olsa da GSYH içinde görece daha yüksek bir paya sahip olan[8] ve diğer sektörlere göre artan emek üretkenliği nedeniyle[9] daha stratejik hale gelen sanayi sektörünün çalışmaya devam etmesinin Türkiye sermayesi açısından önemi açıktır. Benzer şekilde 2000’lerin ardından GSYH içindeki payını hızla arttıran ve %16-17 düzeylerine çıkaran, 2008 sonrasındaki kimi yıllarda imalat sanayini de geride bırakan inşaat sektörü de asli olmasa da vazgeçilmez bir nitelik taşımaktadır! GSYH içindeki payı %50’ler düzeyinde olan hizmetler sektörü elbette AVM ve futbol kanallarından ibaret değildir. Ancak, inşa edilme sürecinden kira rantının dağıtılmasına kadar Türkiye’deki “inşaat odaklı büyüme”[10] sürecinin önemli bir bileşeni olan bu “tüketim mabetlerinin”[11] açık olması hem müteahhit gruplarının hem de hizmetler sektöründe yer alan çok sayıda çıkar grubunun vazgeçilmezidir.
Sayıları bir kenara bırakıp gündelik deneyimlerimizden örneklersek bu vazgeçilmez sektörler, TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun ve temsil ettiği sermaye çevrelerinin vazgeçilmezidir, zira Erdoğan’ın “Ekonomik İstikrar Kalkanı” isimli paketi açıklarken kendisine dediği gibi “neşeşi yerindedir”, yine krize rağmen 2020’nin ilk çeyreğinde 3,5 milyar TL kar ettiğini açıklayan Koç’un ve 1,2 milyar TL kâr ettiğini açıklayan Sabancı’nın vazgeçilmezidir. “Reklama, imaja ihtiyaç duymayan”, savaş veya salgında işleri durmayan, “bir hayduttan daha cüretkar”[12] (Özgür, 2020) olacak güveni bulan, “bir çoğumuz çok hızlı alışveriş merkezi inşa ettik hatta Avrupa’dan ve dünyadan da daha hızlı yaptık” diyen inşaatçılar için vazgeçilmezdir. Vazgeçilmez sektörler adı altında yürüyen tartışma temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasının çok daha ötesinde sermayenin vazgeçilmezidir.
En azından şurası kesin ki, sokağa çıkma yasağına karşı “kal diyorsunuz ama mecburuz gitmeye, çoluk çocuğumuz var, açız yani aç” diyen roman kadının vazgeçilmezi değildir, nitekim onun karnını doyurmayı başaramamıştır. Bu ikinci bölükteki sektörlerin, bu sektörlerde çalışan işçiler açısından da vazgeçilmez olmadıkları işçilerin ifadelerinde dile gelmektedir; “Sanki inşaatları, tekstili üç ay durdursalar ülke batacak? (…) Zaten yurtdışına ihraç ediliyor yaptıklarımız, şu an çıkış da yok, nereye gidiyor o zaman yaptıklarımız” diyen tekstil işçisi Türkan için, “Çin’den bir şey istemek acayip geliyor bana” diyen postacı için, “Karantinada ayakkabı almayı inan anlamıyorum” diyen kargo işçisi için, “[Sokağa çıkma yasağında] şantiyeyi üstümüze kapadılar. Burada yol inşaatı yapıyoruz, ağaç dikiyoruz. Ne aciliyeti, ne zorunluluğu var?” diyen inşaat işçisi için bu sektörlerde üretimi sürdürmenin ne kadar keyfi olduğu açıktır. Mesele Gaziantep’te sokağa çıkma yasağında bile çalıştırılan Akınal Bella Terlik fabrikası işçilerinin ifade ettiği kadar berraktır: “Kumaş, iplik, halı şu an olmasa da olur. Ama birisi vefat edince yeri dolmaz. Üretim yerine gelir ama giden bir can yerine gelmez. Yasak deyip işçiler çalışacaksa bu yasağın bir anlamı olmaz”.
Ancak devlet, Türkan’ın dediği gibi, çalışmazlarsa bu işçilere bakmak zorunda kalacağı için onları çalışmaya zorlamış, kargo işçilerinin ifadesiyle “e-ticareti durdurmak istememiş, indirim bile yapmıştır.” Yine de belirtmek gerekir ki tüm bu iradi çabaya rağmen, kriz koşullarına bağlı olarak Nisan ayında ihracat bir önceki yılın aynı ayına göre %41, ithalat ise %28 azaldı. Benzer şekilde toplam harcamalarda ilk vakanın açıklandığı 13 Mart’tan 24 Nisan’a %39’luk bir düşüş meydana geldi. Yine krizin etkisini arttırmasıyla Nisan ayında otomotiv üretimi, Mart ayına göre %91’lik bir düşüş gösterdi. Esasen kriz koşulları göz önünde bulundurulduğunda bu rakamlar son derece olağan. Bazı stratejik sektörlerde işverenler ve hükümetler çalışmakta ısrar etse bile tedarik zincirlerine bağlı kısıtlar nedeniyle, bu sektörlerdeki üretim faaliyetinin aksadığı durumlar da söz konusu oldu[13]. Öte yandan yukarıda ifade edilen çerçeve, bütün bu karşı akıntıya rağmen hükümetin ve sermaye çevrelerinin iradi yönelişlerini anlamak, piyasayı ayakta tutmak adına hangi sektör ve alanlarında ısrarcı olduğunu ölçmek bakımından anlam taşıyor.
Zira bu kötü gidişata karşı işveren çevrelerinin karşılaştığı zorluklar her bakımdan belli desteklerle kolaylaştırıldı. Salgın sürecinde alınan kararlar ruhu itibarıyla belli başlı sektörlerde çalışmanın sürdürülmesini sağlamak üzere alınmıştı, kazara çarkların dönmesine engel olabilecek bazı kararlarda son derece hızlı biçimde yapılan revizyonlar da gene bu kapsamda ele alınmıştı. Örneğin, 20 yaş altındaki çocukların ve gençlerin sokağa çıkmasına yönelik yasak, çalışan 18-20 yaş arası gençlerin (ve mevsimlik tarım işçilerinin) işe devam etmesine imkân verecek biçimde düzenlendi[14]. Yine, sokağa çıkma yasağı nedeniyle çalışmanın durduğu işletmeler hakkında Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na yazdığı yazıya yanıt veren Bakanlık “çalışılmayan süreler için dört ay içerisinde telafi çalışması yaptırabileceği”ni ifade etti. Ücretsiz izin, işten çıkarma ve kısa çalışma ödeneği gibi uygulamalarda hükümetin aldığı tutum da bu konuda somut örnekler arasında yer aldı.
“Vazgeçilmez” sektörlerde emeğin halleri
Öte yandan işçileri cepheye yollama konusundaki bu ısrarın bir bedeli vardı: DİSK’in 27 Nisan 2020 tarihinde “İşçiler Arasında COVID-19 Pozitif Vaka Oranı Türkiye’nin En Az 3,2 Katı!” manşetiyle yayınladığı rapora[15] göre, Türkiye’de Covid-19 pozitif vaka oranı binde 1,3 iken (DİSK üyesi) işçiler arasında bu oran binde 4,1’dir. Benzeri ölçüm kriterlerini Metal İşçileri Birliği’nin metal fabrikalarından topladığı 9 Nisan 2020 verilere uyguladığımızda metal işyerlerinde de bu oran binde 4,1 olarak hesaplanmaktadır. Çok sayıda işçiye o tarihlerde henüz test yapılmadığı ve test sayısı arttıkça vaka sayısının da arttığı göz önünde bulundurulursa gerçek değerlerin bunun çok daha üstünde olacağı tahmin edilmektedir.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi raporlarına göre, 11 Mart-10 Nisan tarihleri arasında en az 52, 11 Nisan-10 Mayıs tarihleri arasındaysa en az 128 çalışan, COVID-19 nedeniyle yaşamını yitirdi[16]. Yaşamını yitiren işçiler arasında Ticaret-Büro (52), Sağlık (43), Belediye (16), Konaklama (15), Tekstil (9) sektöründe çalışan işçilerin belirgin bir ağırlığı bulunuyor. Pek çok işyeri pozitif vakaların tespit edilmesine rağmen faaliyetine devam etmiş, yine 9 Nisan tarihli verilere göre metal işkolunda yaklaşık 28 bin işçi faaliyetini sürdürürken 25 bin civarında işçi Kısa Çalışma Ödeneği kapsamına alınmıştır. Her ne kadar Sağlık Bakanı’nca yapılan açıklamalarda “bir işletmede COVID-19 vakası tespit edildiğinde oranın karantinaya alındığı” iddia edilse de örneğin kargo çalışanları kiminde 70 kiminde 100 vaka tespit edilen aktarma merkezlerinde herhangi bir karantina ya da kapatma tedbiri uygulanmadığını ifade etmişlerdir. Yine başka pek çok işletmede bazı işçilerde koronavirüs saptanmasına rağmen aynı işyerinde çalışan diğer işçilere test bile uygulanmadan faaliyet devam etmiştir[17]. İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’nun (İİSŞP) 17 Nisan tarihli raporuna göre, tekstil, gıda, liman ve belediye çalışanı 2279 işçinin koronavirüs testi pozitif çıkmıştır. Bütün bunların üzerine COVID-19’un işverenlerin girişimleri sonucunda meslek hastalığı olmaktan çıkartılarak bulaşıcı hastalık kategorisine alınması salgının bir sınıf sorunu olduğunu, koronavirüsün her şeyden önce bir işçi hastalığı olduğunu en somut biçimde ortaya koydu.
Peki ya şimdi?
Türkiye’nin 12 Eylül 1980 sonrasında yöneldiği ihracata dayalı birikim stratejisiyle, ithal ikameci sanayileşmenin yol açtığı problemlerin aşılacağı, ara mal ve sermaye mallarına bağımlılığın ve bunun sonucunda borçluluğun azaltılacağı beklenmişti. Öte yandan 1980’den bu yana yaşananları ele alan çalışmaların da tespit ettiği gibi Türkiye sınai ürünler ihraç edebilen bir ülke haline gelmişse de bu ürünler Motorlu Taşıtlar sektörü dışında ağırlıklı olarak emek yoğun, düşük ve orta-düşük teknoloji yoğunluğuna sahip sektörler olmuştur[18]. Bunun işaret ettiği önemli bir gerçeklik, Türkiye’nin “uluslararası iş bölümüne bir ucuz ithalat ve ucuz işgücü deposu olarak eklemlenmesi”[19] olmuş ve ülkedeki kalkınma ve sermaye birikim sürecinin temel sürükleyicisi, “ücret daraltılmasına dayalı klasik birikim”[20] dinamikleri olmuştur[21].
2000’ler boyunca bu uygulamalara eşlik eden söylem, yukarıda Türkiye’nin uluslararası iş bölümüne eklemlenme biçimine dair söylenenlerle tutarlı olacak bir biçimde “ülkeyi yatırımcı cennetine dönüştürmek” olmuştur. Bu kapsamda Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin yayınladığı broşürlerde Türkiye’de imalat sanayiinde reel ücretlerin çok düşük olduğu vurgulanarak yatırımcılar bundan istifade etmek üzere ülkeye davet edilmiştir. Broşürlerdeki verileri aktaran Şekil-1’de de görülebileceği gibi imalat sanayiinde reel ücretler 2017 ve 2018 yıllarında Almanya, Fransa, ABD, İngiltere ve Doğu Avrupa Ülkelerinin gerisinde kalmıştır.
Çalışma rejimini bu temeller üzerine inşa etmiş, yabancı yatırımların gelmesi için ucuz ve güvencesiz emeği büyük bir imkân olarak sunmayı bir kalkınma stratejisi olarak benimsemiş bir ülke krizden güçlü çıkmayı, tedarik zincirlerinde oluşması beklenen çeşitlenme ve yeniden diziliş içerisinde kendisine bir yer kapmayı tasarlıyor. Sır değil, hem kriz sürecinde tedarik zincirinde oluşan kesintilere tedbir almak için iktisadi kaygılarla[23] hem de jeopolitik güç mücadelesinin getirdiği politik[24] yönelişlerle ABD’li şirketlerin Çin’den yatırımlarını çekerek Tayvan, Hindistan ve Vietnam gibi istikametlere yöneldiği, Türkiye’nin de bu yeni dalgalanmadan payına düşeni alma konusunda hevesli olduğu biliniyor. “Utangaç kalkınmacılığın”[25] bir parçası olarak da ele alınan bu yönelişle birlikte bir kez daha ithalata bağımlılığın azaltılması, ihracata yönelik yeni bir hamlenin tasarlanması nakaratı dillere dolanıyor. Öte yandan bu tasarının bütün yakıtını yukarıdaki grafiklerde resmedilen tablo oluşturuyor. Geçtiğimiz günlerde MÜSİAD tarafından “yekpare yaşama-üretme” bölgesi olarak adlandırılan çalışma kampları bunun iyi bir örneğini sunuyor. Bu çerçevede söz konusu çalışma kamplarında güvenilir sağlıklı ve ucuz üretim yapılmasının yolu, emeğin daha da baskılanmasıyla mümkün olabilecek.
Büyük Depresyon’u takip eden yıllar, işsizliği önlemek üzere hayata geçirilen uygulamalar kapsamında bugün de uygulamada olan 5 günlük çalışma haftasının ortaya çıktığı yıllar olarak anılır. Daha önce 6 gün olan çalışma haftası, (bu yönde verilen mücadelelerin de payıyla) daha fazla sayıda insana iş verebilmek için 5 güne düşürülmüştür. Spor müsabakalarında, oyun içinde bir hata, şaşırtıcı bir gelişme, kimi zaman beklenmeyen bir skor olduğunda sporculara yaşanan pozisyona takılıp kalmamaları, hızla o anın etkisinden çıkarak akmaya devam eden oyuna konsantre olmaları öğütlenir. Bu öğüdü daha hızlı hayata geçirebilen taraf avantaj kazanır. Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki kapitalistler salgınla beraber oluşan yeni durumda pozisyonun etkisini hızla üzerlerinden atıp atağa kalkmaya başladılar. Bunun da Büyük Depresyon’un ardından görülene benzer şekilde yeni çalışma alışkanlıklarına yol açma ihtimali hayli yüksek[26]. Türkiye’de beliren resimse Bahadır Özgür’ün doğru bir saptamayla dikkat çektiği gibi bir (Çinleşmeye değil) Bangladeşleşmeye doğru gidildiğine işaret ediyor.
[1] Savaş ve salgın sürecinde işçilerin çalıştırılması arasındaki benzerliklere dair bu dosyanın Sunuş yazısına bakılabilir.
[2] Tonak, E. A. (2020). Bir fotoğraf üzerine: Asli, tali ve üretken işçiler
[3] Savran, S. (2020). Koronavirüsün ekonomi politiği
[4] Çelik, A. (2020). Covid-19, Covid-1984 olmasın! Salgın ve çalışmanın geleceği
[6] Valilik daha sonra gelen tepkiler üzerine eylemlerin yasaklandığını ancak iş bırakma ifadesinin ‘sehven’ yazıldığı yönünde bir açıklama yaptı.
[7] Bazıları için bakınız; ‘Karantinada ayakkabı almayı inan anlamıyorum’, ‘Düşünün bir, her gün 80 eve gittiğinizi…’, Koronaya yakalanan kargo işçisi: Hayatımız bu devlet nazarında ucuz
[8] Şenses, F. (2017, s. 208 ve 220). İktisada (Farklı Bir) Giriş. İstanbul: İletişim.
[9] Kurtulmuş, M. M. & Tanyılmaz, K. & Kaygısız, İ. (2015, s. 277). Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı ve Değişen Yapısı. S. Savran vd. (eds), Marksizm ve Sınıflar (pp. 251-280). İstanbul: Yordam.
[10] Orhangazi, Ö. (2020, s. 133-150). Türkiye Ekonomisinin Yapısı. Ankara: İmge.
[11] Gündoğdu, O. (2020). AVM Cumhuriyeti
[12] Özgür, B. (2020). İnşaat-siyaset kompleksi: Kim, kimi besliyor?
[13] Bu süreçte Çin’den çekilen yatırımları toplayan ülkeler arasında Hindistan’la birlikte adı anılan ve salgın sürecini iyi yönettiği düşünülen Vietnam’da dahi tekstil, deri, araba parçaları ve elektronik sektörlerinde ithal edilen ara malların tedarik edilememesi nedeniyle üretimde ciddi kesintiler meydana geldi.
[14] Yaşamını yitirdiği günlerde işsiz olsa da Adana’da öldürülen, bizim de anısını yaşatmak adına bu dosyayı ithaf ettiğimiz Suriyeli tekstil işçisi Ali el Hemdan da bu kapsamdaki genç işçilerdendi.
[15] Bu rapor DİSK’in salgın verilerine dair yayınladığı raporlar içerisinde en güncel olanıdır. İşyerlerinden toplanan verilerle bir bilgi ağı da Umut-Sen tarafından oluşturulmaktadır.
[16] Ulaşılamayan işyerleri ve işçiler olduğu göz önüne alındığında, tablonun çok daha ağır olduğu ortadadır.
[17] Birkaç örnek için bakınız; Kovid-19 testi pozitif çıkan işçi: Beraber çalıştığım arkadaşlara test yapılmadı, 1 işçinin Kovid-19’a yakalandığı Koza Halı’da işçiler: Hepimize test yapılsın, Koronaya yakalanan kargo işçisi: Hayatımız bu devlet nazarında ucuz,
[18] Taymaz, E. & Voyvoda, E. (2012). Marching to the beat of a late drummer: Turkey’s experience of neoliberal industrialization since 1980. New Perspectives on Turkey, 47, pp. 83-113.
[19] Yeldan, E. (2018). Uluslararası yeni işbölümünde Türkiye.
[20] Yeldan, E. (2016[2001]). Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi – Bolüşüm, Birikim ve Büyüme. İstanbul: İletişim.
[21] Bu sürecin Türkiye işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları üzerindeki etkisine ilişkin Volkan Ahıskalı’nın bu dosyada yer alan Emekçiler Koronavirüse Nasıl Yakalandı? başlıklı yazısına bakılabilir.
[22] Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi. (2018, s.11). Why Invest in Turkey? Erişim 11 Mart 2019; (2019, s.12). Why Invest in Turkey? Erişim 11 Aralık 2019.
[23] Bkz, COVID-19: China and global supply chains, Apple to shift a part of iPhone production from China to India?, Kriz Notları: IMF Dünya Ekonomik Görünümü.
[24] Bkz, Salgın kime yarıyor?, Emperyalizmin yeni paradigması.
[25] Akçay, Ü. (2017). AKP’nin ‘utangaç’ kalkınmacılığı.
[26] Evden çalışmaya dair bir dizi yeni yönelim için Lütfü Doğan’ın bu dosyada yer alan Evden Çalışma, İş Yeri ve İş Günü Üzerine başlıklı yazısına bakılabilir.