Başka birçok alanda olduğu gibi, bugün üniversite bahsi açıldığında da konuşmaya kaçınılmaz olarak neoliberal dönüşüm bağlamından başlıyoruz. Bütün kurumların, hayatın hemen hemen her alanının ve bireysel yaşamın kendisinin güçlü bir biçimde piyasa kategorileriyle yeniden tanımlandığı bu dönüşüm içerisinde üniversiteye ne olduğunu masaya yatırmadan herhangi bir eleştirel sorgulamaya girişmek imkânsız. Fakat bu kritik başlangıçla sınırlı kalmak da aynı şekilde pek çok açıdan yetersiz ve zaman zaman da yanıltıcı… Örneğin, üniversitenin kendi tarihinin belirli bir noktasından itibaren çizgisel bir düşüş grafiği çizdiğine yönelik kaba bir algıya ve üniversitenin dününün ne olduğunu sormayı unutmamıza da yol açabiliyor. Öte yandan bu sınırlı bakış, üniversitenin önemli ölçüde kitleselleşmesi anlamına da gelen bu dönüşümün kendi içinde yarattığı çelişkileri ve yeni durumları gözden kaçırmamıza da neden olabiliyor.
Peki, bu yapısal/kurumsal dönüşümde tek yönlü, dışsal kuvvetlerin etkisinin yanında; eyleyen öznenin, üniversitenin kendi bileşenlerinin rolü ve pozisyonu ne? Türkiye’de neoliberal projenin en kararlı uygulayıcısı olan AKP’nin üniversiteyle ilişkisini ve bu alandaki icraatlerini ele aldığımızda karşımıza ne çıkıyor? Bu bağlamda üniversitenin değişen demografik ve kurumsal yapısının izleklerini nerelerde sürebiliriz? Birkaç on yıldır hem dünyada hem de Türkiye’de üniversite denen kurum üzerinde belirleyici olan ve sıkça konuşulan bu ve benzeri temalar üzerine şimdi bir de küresel salgın ve üniversitenin mekânsallığının askıya alındığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu durum üniversite üzerinde sürmekte olan hangi eğilimleri öne çıkardı ve katalizör işlevi gördü? Üniversite’ye dair kaybetmekten korktuğumuz şey tam olarak ne? Bundan sonra bizi ne bekliyor? İktidar ve piyasa mekanizmalarının yıllardır süregelen ikili saldırıları sonucunda yıpranmış, erozyona uğramış bu kurum adına neyi savunmaya çalışıyoruz? Üniversite’nin içinden çekip çıkarabileceğimiz şey ne?
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyeleri Ömür Birler, Mustafa Kemal Bayırbağ ve Tarık Şengül ile ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Barış Mücen’in katıldığı yuvarlak masa toplantısında tüm bunları ve daha fazlasını ele almaya çalıştık. Katılımcıların her birinin, farklı düğüm noktaları ve birbirleriyle olan bağlantıları üzerine yaptıkları çözümlemeler ile üniversitenin yarınına ilişkin değerlendirmeleri sonucunda oldukça hacimli ve bir o kadar da ufuk açıcı bir sohbet ortaya çıktı.
Aslında ilk olarak, bizim kendimize de ısrarla sorduğumuz, böyle bir dosya çalışmasına girişen bir ekibin ilk yanıtlaması gereken sorulardan birini size yönelterek başlayalım: Nedir bu üniversite? Soruyu daha spesifik olarak ifade etmek gerekirse, bugün Üniversite dediğimiz kurumsal yapının modern köklerinin Kantçı bir akılcılığa ve Humboldt’un kültür konusundaki çalışmalarına dayandığını söyleyebiliriz. 1808 yılında Humboldt’un Berlin Üniversitesi için hazırladığı proje, bugün modern üniversite anlayışının temeli olarak kabul ediliyor. Geldiğimiz noktada, üniversiteyi böylesi bir modernliğe atıf ile tartışmak ne ölçüde mümkün? Söz konusu tarihsellik içerisinde kuşbakışı baktığımızda, bugünün üniversitesi neye benziyor?
Barış Mücen: Üniversite fikri olarak ortaya atılan, bugün Humboldt’a referansla modern üniversitenin kökeni diye andığımız bir tarih olsa da sanırım asıl hikâye sizin sorunuzla başlıyor: Bugün neden “Üniversite nedir?” diye soruyoruz? Bu soru da biraz “Üniversite ne olmalı?” sorusu ile birlikte düşünüldüğü için Humboldt’a ve onun ortaya koyduğu modern üniversite anlayışına geri dönüyoruz. Burada şöyle bir yanılgıya düşüyoruz gibi geliyor bana: Zannediyoruz ki bir zamanlar ortada Humboldt’un ortaya koyduğu bir modern üniversite anlayışı ya da bir üniversite ideası vardı ama şu anda marketleşme, özerklik yitimi vesaire ile bu tamamen yok oluyor. Bir dönüşüm yaşandığı doğru olmakla birlikte, üniversiteye tarihsel bir kurum olarak baktığımızda, bu dönüşümün 20. yüzyıl gibi erken bir dönemde de yaşandığını görebiliyoruz. Söz gelimi, Weber yahut Heiddegger henüz 1900’lerin başında yazarken de üniversiteye yönelik benzer eleştirileri dile getiriyordu. Söz konusu üniversite fikri bir taraftan da bir mücadelenin nesnesi olduğundan, kendisine dönük her zaman farklı projeler de var. Dolayısıyla meseleyi en başından “Bir zamanlar çok güzeldi ama ’80 sonrası her şey bozuldu.” gibi bir noktadan kurmamak gerektiğini düşünüyorum.
Modern dönemde üniversitelerdeki bilgi üretimi, daima iktidar ile ilişkiliydi: Hem iktidar ilişkileri ile bir ortaklık içerisindeydi hem de o ilişkileri yeniden üreten oldu. Beni rahatsız eden işte bu: Üniversite ve bilimsel bilgi haddinden fazla güzellenerek imâ edilen “güzel zamanlar vardı, artık yok” anlayışı. Şu anki konjonktürde durumumuzu daha iyi anlayabilmek için o güzellemeyi de iyi düşünmek gerekiyor. Bizim için Humboldt’ta var olan en önemli şey özerklikti. Bourdieu’nun sözünü ettiği “hakikat iddiası” da tam da bu özerklik içerisinden kurulabilir. Şimdi bu hakikat iddiası da erozyona uğruyor. Burada kastedilen, üniversitenin özerkliğinin yitirilmesi, soruların artık bize dışarıdan –devletten, market mekanizmalarından- hazır geliyor olması. Soruyu bilimin kendi alanı içerisinden üretmediğin zaman, bu zaten bilim olmaz.
Üniversiteyi bir kenara bırakıp, bizim sosyal bilimlerin oluşumu açısından baktığımızda da benzer bir çerçeve ile karşılaşırız: Eleştirel düşünce gibi, bu düşüncenin kendini eleştirisi üzerinden kurduğu pozitivizm de bu üniversiteden çıkıyor. Dolayısıyla üniversite öyle sanıldığı gibi iktidardan bağımsız bir yer olmadığı gibi, sadece 80’lerde dönüşmüş; bitmeye-tükenmeye yüz tutmuş bir yer de değil. Fakat diğer taraftan daha aleni bir çürümeyi de gözlemliyoruz. Türkiye, özellikle son beş yıllık süreçte, bu çürümenin en açık yaşandığı yerlerden. Üstelik sizler bu süreci bir de öğrenci olarak yaşıyorsunuz. Sizden önceki kuşaklar olarak bizim, öğrencilerden sıkça duyduğumuz yakınmalar da bunun bir ifadesi: “Sizin dönemde ne kadar iyiymiş, hocam; şimdi yok oldu.” gibi. Bir karşılaştırma yaptığımızda bende de öyle bir his oluşuyor açıkçası. Sanki ben öğrenciyken biraz daha rahattık. En azından bu kadar ayan beyan yaşanmıyordu yani. Yine üniversite eleştirisi yapıyorduk, yine bilimin belli yaklaşımlarının eleştirisi vardı ama şu anda yaşadığımız başka bir hal gibi görünüyor bana da. O yüzden, bir taraftan birinci söylediğim, yani üniversitenin yaşadığı dönüşümün ve çözülmenin yalnızca 80 sonrası ortaya çıkmış bir şey olmadığı durumu var; ama öbür taraftan da fiili olarak şu anda gerçekten hepimize rahatsızlık veren, bilimsel araştırmalarımızı istediğimiz gibi –yani, bizim bilimsel olarak anladığımız şekliyle- yapıp yapamadığımız sorusu var. Bize gelen soru bunu ima ediyor gibi. Bu ikisini birlikte düşünüp, onun tarihselliğinde bunu düşünmek gerekiyor sanırım.
Üniversite gerek bir idea gerekse de kurumsal bir yapılanma olarak düşünülsün, son tahlilde modern bir fenomen olarak bir çeşit “hakikat arayışını” temsil ediyordu. Bilgi edinme yöntemlerinin bu denli çeşitlendiği, esasen bilgiden de ziyade bir çeşit “enformasyona” erişimin/talebin yaygınlaştığı günümüzde, aynı zamanda bu hakikat arayışının da zayıfladığını gözlemliyoruz. Söz gelimi, bugün adına post-truth denilen bir dönem içerisinde yaşadığımız sıklıkla tekrarlanıyor. Böylesi bir çerçeve içerisinden düşündüğümüzde, Ahmet Çiğdem’in vakti zamanında yaptığı tartışmaya atıfla söyleyecek olursak, üniversiteyi “bir düşüş tarihinin nesnesi” olarak ele aldığımızda, söz konusu hakikat iddiasının da ortadan kaybolduğu bir durumda, üniversitenin elinde geriye ne kaldı? “Varlık nedeni konusunda bir referans krizi” içindeki üniversite [university without universitas] bize bugün ne sunabilir?
Mustafa Kemal Bayırbağ: Üniversiteyi farklı yönlerden konuşabiliriz ama ben farklı bir yöntem önererek şu soruyu soracağım: Üniversite ne değildir? Çünkü yapacağımız tarife göre her şey üniversiter olabilir. Üniversite ne değildir, diye soralım ve düşünelim beraber. Hazır bir cevap verecek değilim ancak aklıma gelen birkaç olası yanıttan bahsedeceğim.
Mesela, bizde üniversiteye yeni gelen öğrencilere ilk olarak söylenenlerden biri şudur: “Arkadaşlar, burası lise değil.” Üniversitenin değili lisedir bizde. En azından Türkiye bağlamında bu böyledir. Onu olumsuzlayan lisedir. Peki, nedir liseyi tarif eden? Lise deneyimimize ya da kurumsal bir yapı olarak liseye baktığımızda, katı ve hiyerarşiktir lise. Kuralları bellidir. Ezber vardır, test vardır; tartışma yoktur. Hazır ve programatiktir. Başı-sonu; girişi-çıkışı bellidir. Senin bildiğine çok fazla bir şey eklemez. Bu söylediklerim Türkiye bağlamında büyük ölçüde böyledir, başka ülkelerde bu şekilde bir yanıt verilemez belki. O anlamda baktığında üniversite lise değildir, dediğinde; öncelikle üniversitenin –burada öğreneceklerinin- başı sonu belli değil, demek aslında. İkincisi, dışsal anlamda seni disipline edici bir mekanizma yok burada. Öz-motivasyon gerekiyor. Üçüncüsü, yine lisede bir tür hiyerarşi varken –işte müdür, öğretmen, öğrenci arasında katı hiyerarşi gibi- bu hiyerarşinin de olmadığı, ya da bunun gevşediği, herkesin daha arkadaşça oturup konuştuğu bir tür diyalog ortamıdır üniversite. Sadece öğretim değildir; öğrencinin de öğretmene “soru sorduğu”, ona karşı çıktığı, meydan okuduğu ve gerektiğinde onu yanlışlayabildiği bir ortamdır. Hakeza, bu söylediklerim meslektaşlar arasındaki ilişki için de geçerlidir burada.
Değilinden baktığımızda, üniversite böyle bir yer. Bunun ötesinde, bununla ilgili saydığım alt maddelere baktığımızda, iki şey öne çıkıyor. Birincisi, motivasyon. Bu üniversiteye gelenlerin motivasyonu nedir? Üniversite denen kurumun modern anlamdaki çıkışından itibaren motivasyonuna baktığımızda bir kere hep bir hakikat arayışı var, evet. Demek ki üniversiteye gelenin, öğrenci olanın, üniversitede bir tür öğretmenlik yapanın, akademisyenlik yapanın –ki akademisyenler profesyonel öğrencilerdir zaten, üzerine para alırlar- belli ki bir arayışı, bir derdi var. Böyle samimi bir dert bugün var mı yok mu, bunu takip ederler mi, o ayrı bir konu; ama çıkış itibariyle bu şekilde tarif edildiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, aradığının hakikat olup olmadığından emin değilim ben. Başka şeyler de arayabilir ya da ne aradığını bilmiyor olabilir. Hakikati arıyorsan, hakikat diye bir şeyin varlığının farkına varmışsın ve onu arıyorsun demektir. Bence üniversite, o anlamda hakikati aramaktan önce insanın cehaleti keşfettiği yerdir. Hem cehaleti keşfettiği hem de cehaletini keşfettiği yerdir, eğer yeteri kadar motivasyonu varsa. Ondan sonra hakikat arayışına düşer. Neyi aradığından bağımsız olarak, arayışın daim olduğu bir yer üniversite bence. Onu üniversite yapan da işte bu arayış.
Bütün bu anlattıklarım, liseye gönderme yaparak söylenenlerdi. Üniversitenin bir diğer değili de manastır’dır. Üniversite “manastır” değildir. Manastırlar da hakikat arayışının yeri. Tamam, onu bilim üzerinden yapmıyor ama sonuçta bu da bir hakikat arayışı. Üniversitenin manastır olmaması ne anlama geliyor, diye düşündüğümüzde, bu sefer de modern üniversitenin tarihi, hikâyesi başlıyor. Bugün baktığımızda üniversitelerin acaba manastırdan çok farkı var mı, ondan emin değilim. Bunu söylerken yalnızca entelektüel ortam açısından söylemiyorum çünkü o skolastik yapıdaki hiyerarşiler Türkiye’deki akademide gayet katı bir biçimde var. Gidin tıp fakültelerine bakın mesela. Hiyerarşiler, usta-çırak ilişkisine dayanan o mantık, o skolastik manastır geleneği, öyle yok olmuş falan değil; sadece “üzerine pozitif bilim giydirilmiş” bir hiyerarşi. Bugün köklü üniversite dediğimiz kurumların çoğunun eski dini kurum ya da manastır olduğunu görüyoruz. Burada böyle bir devamlılık da var ama kopuş da söz konusu. Hakikati arayış devam ediyor; ama hakikatin tarifi değişmiş sadece.
Diğer taraftan, üniversite, şeylerin karşılıklı olarak değiştirildiği bir yer. İnsanlar orada bir şeyleri karşılıklı değiştirmeye geliyor. Eğer hiyerarşi yoksa (Polanyian anlamda) “pazar türü” bir yapı var demektir. Katılımcılar var, herkesin elinde bir şey var, o alana elinde bir şeylerle geliyor. O bir şeyler nedir? Yaptığın araştırmalar, sonunda edinmiş olduğun bulgular, öğrettiklerin… Sen de bu öğrendiklerini öğrencine veriyorsun ya da öğrenci de başka bir şeyi talep ediyor. Bilgiyi talep ediyor; ama öğrenci de karşısında motivasyon, çalışma ve emeğini ortaya koyuyor. Bu kadar genel kategoriler ile konuşmak belki doğru değil; sonuçta bu daha karmaşık bir topluluk. Yine de burada herkes buraya bir tür sermaye ile geliyor ve karşısındakilerle bir şeyleri değiştiriyor. Bir şeylerin karşılığında. Artık orada hangisi işte sembolik sermaye mi, sosyal sermayesini mi, kültürel sermayesini mi ama bunların arasında bir alış-verişin olduğu bir ortam. Böyle bir alan (field) olarak görmek de mümkün üniversiteyi. Dolayısıyla böyle bir alış-verişin olduğu bir ortamda, o “pazarın” karşılıklı değişim kuralları ne kadar hakikat arayışına ve bugün bilimin ilerlemesine müsaade ediyor? Bir de bu var.
Ömür Birler: Modern üniversite hiçbir zaman kapitalist sistemin dışında olmadı. Üniversite bir anda piyasa içinde bulmadı kendini; en başından beri öyleydi. Dolayısıyla disiplinlerin üniversite dışıyla kurduğu ilişki derken, orada en başından itibaren toplumsal ilişkiler de var, piyasa ilişkileri de var; emek ilişkileri, iktidar ile kurduğu ilişki de var. Dolayısıyla başından itibaren üniversitenin kendisini böyle bir açmazda bulduğunu söylemek mümkün.
Ömür Birler: Ben Mustafa Hocanın “Üniversite manastır değildir.” metaforunu –ya da itirazını- hiyerarşi ekseninde değil de üniversitenin toplumsallığı üzerinden anlamak gerekir diye çevirerek başlamak istiyorum. Üniversite manastır değildir çünkü kendi içerisinde ürettiği bilgiyi sadece kendisinin tanrıya yahut ilahiyata olan bilgisini ya da anlayışını genişletmek için kullanmaz. İçeriye dönük değildir. Her daim toplumsal olana hizmet etmek için vardır; toplumsalın bir parçasıdır. Dolayısıyla başından beri Humboldt’çu üniversiteye referans verirken iki temelden hareket ediyoruz: Birincisi, burada bilgiyi neye dayanarak üreteceğiz; ikinci olarak, üretilen bilgi ile ne yapacağız sorusu. Üretilen bilginin topluma mutlaka bir geri dönüşünün olması lazım, diyerek iki ayak üzerine oturtarak başlıyoruz. Buradan nihayetinde “bir çöküş tarihinin nesnesi” olarak üniversiteye gelmeye çalışacağım.
Barış’ın ilk açılışta bir ifadesi vardı, çok kritik: Bugün geldiğimiz noktada, üniversite geçmiş bir zamanın güzellemesine dayanarak eleştirebileceğimiz bir yer olmanın ötesinde; artık soruların araştırmacıya dışarıdan verili geldiği, üniversitenin kendi içerisinde kendi saikleri ile bilim ya da araştırmaya koyulmaktan uzak bir kurum haline dönüşmesi. Eğer bir çöküş tarihi varsa, o çöküş tarihinin temelinde yatan problem bence bu. Peki, neydi başında universitas fikri? Neden bilgi üretiyoruz akla dayanarak? Akıl kendi başına bir şey olamaz, onu tetikleyecek bir şeyler olması gerekir: Merak. Merakımızın tatmini için üretiyoruz; bizi güdüleyen bu. Araştırmacıyı toplumsallığın kendi içerisinde ürettiği ve yeniden ürettiği iktidar ve onun farklı veçhelerinden özerkleştirecek/bağımsızlaştıracak olan; aynı zamanda ürettiğini topluma yeniden gönderecek olan da bu merak mefhumuydu en başından itibaren. Merakı neye dayandıracağız dediğimizde, burada akıl devreye giriyor. Orta çağa, Mustafa’nın manastır örneğine dönelim; manastırın kendi içerisindeki skolastikler de (“scholarlar”) meraksız değillerdi. Merak ettiklerini, akıl referansı ile merak etmedikleri için bambaşka bir bilgi üretme pratiği uyguluyorlardı. Onlar da merak ediyordu: yaratanın ne olduğunu, kâinatın ne olduğunu, yaradılışın prensiplerini… Ancak akıl ile ilahi olan arasına bir sınır koyuyorlardı. Üniversitenin yıktığı şey tam da bu oldu: Merak etmeye devam edelim ve önümüzde hiçbir sınır olmasın. İnsan gözleyebildiği, gözleyebildiğini tekrar uygulamaya geçirebildiği ve bunu deneyip yanıltıp, eğip bükebildiği ölçüde aslında soruların kökenine, sebeplerine ve sonuçlarına yeniden deneyerek varabilirdi. Üniversitenin kökeninden ben aslında bunu anlıyorum.
Bu merak mefhumu ve merakın akıl üzerinden yürümesi meselesi çok kritik çünkü bir tarafıyla merakı nasıl yönlendirdiğimiz de üniversitenin toplumsallığı ve orada iktidar ile olan ilişkisi açısından önemli. Merak da her zaman naif bir şey değil. Bu kadar şahane, öve öve bitiremeyeceğimiz, güzellemesini yapabileceğimiz bir şey değil. Masum da olmayabilir merak. Bu haliyle de iktidardan ve onun saiklerinden bağımsız bir güdü de olmak durumunda değil. Yine Barış’ın örneğini verdiği, sosyal bilimleri bütün bir 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca domine etmiş olan davranışçı ekol, pozitivizm, onlar da meraktan başlıyor. “Seçmenler nasıl oy veriyor?” Çok basit, meraka dayalı bir soru bu; ama nasıl bir metot ile araştırıyorsun bunu, araştırmanın sonuçlarını neye yönelik kullanıyorsun, bunlar soru işareti uyandıran konular oldu her zaman eleştirel bakanlar için. Dolayısıyla üniversite dediğimiz zaman elimizde bir birey olarak araştırmacı var; merak içinde olduğunu, merakını gidermek için akılcı yöntemler kullanarak bunları ilerleteceğini düşündüğümüz. Bunu belirli bir disiplin içerisinde yapıyor. O disiplinin kurumsallaştığı yerler var; fakülteler, bölümler… Ve onlar da bu disiplinleri üniversite dışından kurdukları ilişkiler üzerinden yürütüyor. Modern üniversite hiçbir zaman kapitalist sistemin dışında olmadı. Üniversite bir anda piyasa içinde bulmadı kendini; en başından beri öyleydi. Dolayısıyla disiplinlerin üniversite dışıyla kurduğu ilişki derken, orada en başından itibaren toplumsal ilişkiler de var, piyasa ilişkileri de var; emek ilişkileri, iktidar ile kurduğu ilişki de var. Dolayısıyla başından itibaren üniversitenin kendisini böyle bir açmazda bulduğunu söylemek mümkün.
Üniversitenin özerkliği de araştırmacının merakı ve bu merakın eleştirel olduğu varsayımı da hiçbir zaman verili olmadı. Bu her zaman aslında belirli bir çatışmanın ve mücadelenin içinden geçmek zorunda kalan bir şey haline geliyor. Bu anlamda araştırmacının “birey” oluşu, birey olduğu ölçüde “özneleşmesi” ve var olduğu haliyle de verili ideolojinin içerisinde kendini nasıl konumlandırdığı; bununla birlikte mücadele gibi başka dinamikler hayatımızın içerisine girmeye başlıyor. O yüzden Barış’a ve Mustafa’ya aynı anda katılarak, yapabileceğim ek olarak şunu söyleyeyim: Biz üniversite fikrinin kökenine geri döndüğümüzde, gerçekten akılcı metotlar ile yürütülmüş, daimi olarak kendini bağımsız kılmaya çalışan bir meraktan başka bir şeyden bahsediyor olamayız. Üniversitenin bilgi üretim mekanizmasının, içeriden bu hat üzerinden yürümesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bir güzelleme yapacaksak, “Üniversite ne olmalıdır” sorusuna geleceksek, bu cümle ile özetlenebilir. Ne zaman ki sorular araştırmacıya dışarıdan verilmeye başlanır ve araştırmacı ne zaman ki toplumsal iktidar, üretim ve yeniden üretim pratikleri ile arasına bir mesafe koyamaz hale gelirse, o zaman üniversite olması gereken formu içerisinde değil demektir. Bu 60’larda da olabilir, 20. yüzyılın başında da olabilir; bu 21. yüzyılın neoliberal üniversitesinde tezahür edebilir. Ana prensip olarak bunu söyleyebiliriz.
Barış Mücen: Bu hakikat tartışmasına geri dönecek olursak, burada ne hocaların –ki hadi biz o ‘imtiyazı’ almış ve bilim yapmaya çabalayan kimseleriz, diyelim- ne de üniversite öğrencisinin bir hakikat sorusu falan yok. Hepimizin gördüğü üzere, öğrenci buraya bir meslek sahibi olabilmek için geliyor. Şu anda üniversite eşittir meslek, denklemi söz konusu. Öyle olduğu ölçüde, burada bir hakikat arayışından söz etmenin kendisi de boşluğa düşüyor. “Ben ne olacağım buradan mezun olunca?” diye soruyor. Bir an önce diplomayı alıp para kazanmaya başlayacağını umarak hareket ettiğinde ders de zulüm oluyor. “Hocam, ver notu da mezun olalım, bitsin.” noktasına geliyor. Biz de bunu yadsıyabilecek bir pozisyonda olmuyoruz. Biz de hocalar olarak elbette öğrencilerimiz bir işe girsinler, hayatlarını kazansınlar diye düşünüyoruz. Söylediklerimizin birçoğunun ofsayta düştüğünü, hatta daha sonraki iş yaşamlarında negatif bile işleyeceğini aslında bir taraftan da biliyoruz. Yine de halen onu da yapma çabamız var bir yanıyla. Hakikat sorusu bu anlamda çok daha sonra gelen bir soru. O bir imtiyazlı sorusu zaten, elit soru. “Merak da öyle çok masum değil.” dediğimizde de onun aslında ne kadar sınıfsal bir içeriği olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Örneğin, kolonyalistler de her şeyi merak ediyorlardı. Onlarınki de son derece imtiyazlı bir noktadan kaynaklanın bir meraktı. Oryantalizm de böylesi bir merak ile nesnesine yönelen kolonyalist bir yaklaşımın sonucudur.
Neoliberalizmi, Bourdieu’ya atıfla “saf Pazar mantığının yoluna çıkabilecek tüm kolektif yapıları ortadan kaldırmaya yönelik bir program” olarak düşündüğümüzde, bu programın ortaya koyduğu üniversite modeli için en başta şu tespiti yapmak çok yanlış olmaz: Bu modelin en önemli sonuçlarından biri, üniversitelerin pazarın ihtiyacını karşılayan birer kurum olmalarının da ötesinde, bizzat kendilerinin birer “şirkete” dönüşmesi oldu. Söz gelimi, özel şirketlerden-kurumlardan aşina olduğumuz “Toplam Kalite Yönetimi” gibi hususların artık üniversiteler düzeyinde karşımıza çıktığını görmeye başladık. Bu durumun küresel anlamda çok daha büyük bir dönüşüm sürecinin parçası olduğu açık. Üniversiteleri böylesi bir “büyük resim” içerisine yerleştirmeye çalışsak, nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalırız?
Tarık Şengül: Bourdieu üzerinden yapılan değerlendirme bence anlamlı bir tartışma çerçevesini tanımlıyor. Bourdieu için iktidar alanı bir meta alan olarak kendi başına bir belirleyiciliğe sahip. Onun altında her alanın da kendisinin bir hikâyesi var. Bunu şu açıdan çok önemsiyorum: Marksist bir perspektiften, her şeyi sınıf ilişiklerinin oluşturduğu dengeler içerisine yerleştirip özgünlükleri ondan sonra arıyoruz. Bourdieu bu noktada bizim sınıf ilişkileri dediğimiz yere meta iktidar alanını koyuyor (ki önemli ölçüde sınıf ilişkilerine referans vererek yapıyor bunu) ve diğer alanları da kendi evrimleri içinde bu iktidar alanına göre konumluyor. Önemli bulduğum nokta, her özgün alanın kendi tarihsel gelişiminin sağladığı görece özerkliğinin bulunması. Her alan, genel iktidar alanı tarafından aynı biçimde koşullanmıyor. Üniversite alanını tartışmak için bu tür bir yaklaşım önemli bir açılım sağlıyor. Her ülkede üniversite alanı kendi tarihselliği ve iktidar alanı ile ilişkisi çerçevesinde şekilleniyor. Onun için bir genel anlatı olmakla birlikte, bir de her ülkenin kendi üniversite hikayesi var; dahası o ülkenin içinde her üniversitenin de daha da özel hikâyeleri var. ODTÜ örneğini hatırlatmak bu açıdan yeterli diye düşünüyorum.
Bugün için benim gördüğüm en temel meselelerden bir tanesi şu: Bilginin üretim alanı olarak üniversite, çok radikal bir dönüşümü yaşıyor; bir sürü alan gibi. Oradaki özgün boyut, bu hakikat meselesi ile de yakından ilişkili. Bunu post-hegemonya tartışmalarında da görüyoruz: Yani giderek performatif bir doğruluk tanımı yapılıyor. Bu bir biçimde üniversitenin özgünlüğüne de bir müdahale anlamına geliyor çünkü biz geleneksel olarak bilginin üretimine özgün bir yer tanımlıyoruz. Bilgi sadece üniversitede üretilmez ama üniversitenin önemli özgünlüklerinden bir tanesi bu konuda neredeyse bir tekel olma iddiasıydı. Bu çok güçlü bir iddiaydı. Bugün geldiğimiz noktada bu tür bir bilgi büyük ölçüde performatif hale gelmiş bulunuyor. Bunu daha anlaşılır kılmak adına şunu söyleyeyim. “Çalıyor, ama iş yapıyor.” tam da böyle bir performatiflik tanımı yapıyor. “İş yapma” meselesi, performatif bir durum olarak, çalma meselesinin önüne geçtiği noktadan itibaren, bilginin kendisi de o zaman hem bir hakikat meselesi hem de etik açıdan farklı bir konuma oturmaya başlıyor. Sonuçta, burada üniversitenin kendisi de bilgiyi üreten bir yer olmaktan öte, performansı ölçülen bir yer olmaya başlıyor; “Üniversite ne işe yarar” diye sorgulanmaya başlanıyor.
Bir biçimde, bu daha önce üniversiteye atfettiğimiz –vardı yoktu, o ayrıca tartışılabilir- bilgi ile olan ilişkisinden doğan bir görece özerkliği noktası ile de ilgili. Şimdi bu özerklik alanının hızla –tümüyle yok olmasa bile- son derece kısıtlandığı ve daraldığı bir durumla karşı karşıyayız. Artık kimse yazdığınız makaleye, o makalenin iddiası üzerinden bakmıyor; citation index üzerinden bakıyor. Kaç tane alıntılanmış, yayımladığın dergi hangi kategorideymiş… Dolayısıyla “Bu, çok değerli bir yazı yazdı.” demiyor kimse; en fazla kaç defa alıntılandığı üzerinden ölçüyor değerini. Performatif dediğim de işte böyle bir şey: içeriği giderek bir yana bırakan, daha çok biçimsel bir biçimde performansa bakan. Bunun sonucunda da ürettiğin bilginin piyasa ya da sanayi için “işe yararlığı” gündeme geliyor. Ama kimse –kaldı ki bu bile tartışmalı ama- “Toplumun ne kadar işine yarar?” diye sormuyor. Geçen gün üniversite üzerine yüksek lisans tezi hazırlayan bir öğrenci bana “Üniversite-sanayi iş birliği üzerine ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Ben bir sosyal bilimciyim, bana sanayi ile değil belediye ile olan ilişkimi sor. Benim derdim daha çok bilgiyi toplumun hizmetine sunabilmek; ben bu kaygı ile hareket ediyorum. Ama bana sorulan “üniversite-sanayi iş birliği” çünkü hâkim söylem bu; iş dünyasına katkı yapıp yapmadığınıza bakılıyor.
Burada üniversite açısından bir özerklik yitimi sorunu ile karşı karşıyayız. Genel iktidar alanı karşısında ve özel olarak bir eğitim alanı içinde üniversitenin, koyduğum kriterler açısından önemli bir zaafa uğradığını ve ciddi bir özerklik yitimi içinde olduğunu düşünüyorum. Bu yalnızca üniversiteye özgü bir durum da değil. Benzer hikâyeler hukuk alanında da yaşanıyor. Bakıyorsunuz, Anayasa Mahkemesini kapatmaya kalkıyorlar; şu anki halini bile kaldıramaz hale geliyorlar. Medya alanının yaşadığı dramatik değişim zaten ortada! Bunların hepsi bilginin farklı biçimlerine tekabül ediyor. Hukuk alanı dediğimiz, kendine özgü bir bilgi üretiyor ve onunla bir yargıya varıyor. Medya, topluma bilgiyi dağıtan bir mekanizma… Bu iki örneği özellikle verdim çünkü onlar da bilgi ile farklı bir biçimde ilişkileniyor. Baktığınız zaman bu alanlarda da önemli ölçüde bir özerklik yitimi görüyorsunuz. Genel olarak, üniversitenin diğer alanlardan bağımsız olmayan ama kendine özgü de bir özerklik yitimi ile karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Bunun bir aşınma meselesi olduğu çok açık. Önceliklerin yeniden tanımlandığı bir durum ile karşı karşıyayız.
Son dönemde vakıf/özel üniversiteler dediğimiz birtakım üniversitelerin alanda bu derece etkili ve öne çıkar hale gelmesi, büyük holding sermayesinin çeşitli gruplarının üniversite işine çok ciddi bir biçimde girişi… Yani üniversiteyi yeniden tanımlayan şey sadece dışarıdan bir müdahale değil. Bu dışarıdan müdahale, bir süre sonra bir iç hikâye olarak karşımıza çıkıyor. ODTÜ, Boğaziçi gibi az sayıdaki kamu üniversiteleri için akla gelen “iyi üniversite” algısı, öte tarafta bu resmin içinde hiç olmayan Sabancı, Koç, Bilkent gibi üniversiteler ile anılmaya başlıyor. Aynı biçimde bu üniversitelerin kendi işleyişlerine baktığımızda, piyasa mantığı ile hiyerarşiyi çok ciddi bir biçimde iç içe geçiren ve piyasanın mantığını üniversitenin mantığı haline getirme konusunda kendi meşruiyetlerini bu alana yansıtan kurumlar haline geldiklerini görüyoruz. Sabancı Üniversitesi’nde, Koç Üniversitesi’nde kuşkusuz arkadaşlarımız çok önemli çalışmalar yapıyorlar ama kalkıp orada “Üniversite-sanayi işbirliği konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunuz zaman kimsenin bunu sorgulayacak hali yok. Zaten onun için kurulmuş üniversiteler. Dolayısıyla böyle çok boyutlu bir mesele konuşuyoruz.
Genel olarak, devlet dediğimiz aygıtın kendi dönüşümü karşısında özerkliğini yitiren mekanizmalar gibi ben de üniversitenin bir bileşeni olarak piyasaya karşı özerkliğimi önemli ölçüde yitirdiğimi düşünüyorum.
Ömür Birler: Tarık Hocanın çok boyutlu dediği meselenin bir başka yerinden giriş yapmak istiyorum. Tarık Hocanın çizdiği resim gerçekten üniversitenin “dışarıdan” maruz kaldığı, bu haliyle de belki bir miktar zorlanarak, eğilerek, bükülerek içinden geçtiği dönüşümü çok güzel tarif ediyor. Ama üniversite sadece dışarıdan itilip kakılmıyor. İçerideki görünüş de bambaşka bir biçimde değişerek karşımıza çıkıyor.
Neoliberalizm çalışmalarının son yıllarda –bilhassa 2015’ten beri- önemli bir uğrak alanı var: Foucault üzerinden neoliberal özne’yi okumak. Eminim hepiniz üç aşağı beş yukarı bunlara aşinasınız. Wendy Brown’un böyle bir çerçeveden yazdığı Halkın Çözülüşü kitabındaki bölümlerden biri de doğrudan neoliberalleşen üniversiteye ve araştırmacıya ayrılmış. Üniversitenin dışarıdan nasıl değişip dönüştüğünü değil de içeriden [üniversitenin, yüksek lisans öğrencisinden profesörüne kadar her seviyede birbirinin farklı kademelerde meslektaşı olmuş araştırmacıların zihin dünyasındaki dönüşüm ile] nasıl bir değişim yaşadığını anlatıyor. Bunu da o neoliberal öznelliğin bir parçası olarak tarif ediyor. Ben kendi neslimize aktaracağım bu durumu. Başından beri –çok muğlak olmakla birlikte- bir tarihsellik tarif ediyoruz. Tam böyle kurmasak da, kabaca şunu söylüyoruz: Yeni sağın yükselişi, neoliberalizm, bunun sonucu olarak üniversitenin çöküşü, vesaire. Böyle bir varsayım üzerinden devam ediyoruz. Tarık Hocam, siz kaç yılında doktorayı bitirdiniz?
Tarık Şengül: 1998 yılında.
Ömür Birler: Biz de sizin 1-1,5 nesil sonranızız. Barış da Mustafa da ben de aynı neslin öğrencileriyiz. Peki, biz ne yaptık? Dördümüz de, araştırmacı olmak istediğimiz için, geri dönüşte ODTÜ’de ya da belki başka bir üniversitede hoca olmak için, yurt dışına gittik. Orada iyi kötü bir üniversitede, iyi kötü hocalarla birlikte çalıştık. Aslında Türkiye’den daha önce ve farklı biçimlerde değişmeye başlamış üniversiteyi, biz öncelikle doktora seviyesinde deneyimledik. Kendi doktora tez hocalarımızın hayatlarını gözleyerek, onların yürüttükleri “projeleri” izleyerek, ve artık “proje yürütmek” diye bir şeyin olduğunu öğrenerek… Bu projelerin bazen Dünya Bankası ile masaya oturmak olduğunu; bazen de gelişmekte olan ülkelere Dünya Bankası karşıtı nasıl taktikler geliştirebileceklerini anlatan projeler olduğunu öğrendik. Tezimizi savunduk; atamamızın yapılması [yani mesleki güvencemiz] için savunur savunmaz bir makale yazmak gerektiğini anladık. “Hadi hemen bundan ne üreteceksin, şundan bir şeyler çıkar da üniversitedeki kadronu, mesleki güvenceni al” yaklaşımı ile karşılaştık. Geri döndüğümüzde, bunların hepsini bize referans mektubu için gelen bütün öğrencilerimize de yurt dışına çıkmalarını tavsiye ederek tekrar ettik. Yeniden üretimin olduğu gibi içindeyiz biz, en başat aktörleriyiz. Bizim zihin dünyamız çok eleştirel olabilir, bu anlamda üniversitenin özerkliğini hala savunan, var olan toplumsal iktidar ilişkileri ile derdi olan hocalar olabiliriz ama pratiğimize baktığımızda bizden sonraki gelen nesilleri, sizleri nasıl yönlendiriyoruz, ne yapıyoruz? Doktora öğrencim benimle bir şey çalışmak istediği zaman ben onu nasıl bir patikaya sokuyorum? Aslında neoliberal üniversitenin kendi içerisinde işlettiği demin Tarık Hocanın performatif dediği pratiklerin tamamını ben de orada yeniden üretiyorum. Brown’un anlattığı neoliberal öznenin zihin dünyası tam da böyle bir şey.
Üniversite illa ki dışarıdan; sanayi ile işbirliği, uluslararasılaşma, akreditasyon, birtakım listelere girmesi vesaire ile bir performansa zorlanıyor fakat asıl önemli olan o değil. İçerideki araştırmacılar da artık araştırmacı vasıflarını ikinci plana atmış, daha ziyade üniversite ile sanayi arasında bir köprü olmaya başlamış ya da araştırmacı vasıflarını tamamen üstündeki iş yükü üstünden bir kenara koymak zorunda kalmış durumda. Bizler bu pratikleri olduğu gibi yeniden üretiyoruz. Öğrencilere de bunu veriyoruz. Dolayısıyla üniversitenin neoliberalleşmesi dediğimiz, üniversitenin sorularının merak üzerinden gelişmek yerine dışarıdan verili geliyor olması; araştırmacının zihin dünyası ve onun kendini nasıl tanımladığı ile ilgili bir dönüşüm olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da göz ardı etmemek lazım. O büyük resmin yeniden üretenleri hep biziz.
Barış Mücen: Benim “ersatz” yuppieden çıkardığım şey de bu: Üniversite elemanları iç-dış diye ayrılamazlar çünkü onların zaten bu toplumsallıkta yaşayan kimseler olarak temel dertleri de bu şekilde belirir. Burada üniversiteyi dönüştüren illa sanayi ile işbirliği yapıyor olması değil; üniversite mekanizmasının kendisinin buna dönüşmesi.
Barış Hocam, konu buradan “ersatz” yuppie akademisyene mi geliyor, ne dersiniz?
Barış Mücen: Bu vurgunun önemli olduğunu düşünüyorum ben de. Üniversite bileşenleri –öğrenciler, öğretim üyeleri, artık her kimse yani o üniversite aktörlerini oluşturan- zaten bunun içerisinde. Hatta ben iç-dış diye ayırmak taraftarı da değilim çünkü kilit noktanın belirli bir toplumsallığın üretilmesi olduğunu düşünüyorum. Benim “ersatz” yuppieden çıkardığım şey de bu: Üniversite elemanları iç-dış diye ayrılamazlar çünkü onların zaten bu toplumsallıkta yaşayan kimseler olarak temel dertleri de bu şekilde belirir. Burada üniversiteyi dönüştüren illa sanayi ile işbirliği yapıyor olması değil; üniversite mekanizmasının kendisinin buna dönüşmesi. Böyle olduğu zaman zaten –az önceki soru ile birlikte düşündüğümüzde- hakikat sorusundan da bahsedemiyor hale geliyoruz. Ömür’ün dediği gibi, biz zaten bunun üreticileriyiz. Şu anda aslında hepimiz öyle ya da böyle “ersatz” yuppieyiz. Onun içinde gitmek durumundayız. Ünal Hocanın en çok konuşulan, en popüler makalelerinden biri oldu bu tartışması. Bu popülerleşmenin de bir nedeni var çünkü herkes birbirini “ersatz” yuppie olmakla suçluyor. Demek ki “ersatz” yuppie olmak, negatif olarak kullanılıyor ama bir taraftan da içindeyiz. Bir şey yazarken hâlâ aklımızın bir köşesinde duruyor doçentlik kriteri, profesörlük kriteri… Burada mı basayım; şurada mı basayım, diye düşünüyoruz. Ondan tamamen kurtulmak demek, o alanın belirleyici [effective] güçlerinden bağımsız olmak demek. O zaman da çok sağlam para veya arkanın olması gerekir. Öyle pozisyonlarda da olmadığımız için kaçınılmaz olarak bizi etkileyen güçler bunlar. Bizim onun içerisinde olmamız bir seçim değil. Az ya da çok, onun içerisinde gidiyoruz.
Tarık Şengül: Arada Mustafa’ya; “Mustafa, yazdığın makaleye iki tane koy da citationımız olsun” diye takılıyorum. Bu aynı zamanda dramatik de bir hikâye. Dışarıdan gelen o baskı bir biçimde değişimi zorluyor; ama görüyorum ki bu dış baskı alanın içinde de kendini yeniden üretiyor. Akademik habitus değişiyor; eskiler zorlanarak uyarlanıyor bir miktar, yeni nesilde tümüyle olmasa da bu yarışmacılığı içselleştirmiş bicimde akademiye katılanlar var. Rektörün, dekanın, bölüm başkanının ya da yakınınızdaki insanların size bakışı bir süre sonra şöyle olmaya başlıyor: “Ya arkadaş, üç makale yaz da ranking olarak yukarı bir gidelim.” Bir iç baskıya da dönüşüyor. Hatta daha da dramatik bir biçimde kendinizi suçlu hissetmeye başlıyorsunuz: “Bu yıl makale yazmadık” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Performans ödülü alıp almama meselesinin ötesinde, bölümde kaç kişi ödül alabilecek hale geldi diye bakılıyor. Ödül için müracaat etmeyenlerin hafif bir utangaçlıkları oluşuyor. Sembolik bir şiddet bu aynı zamanda; terbiye ediyor. Bu nedenle, bütün bu hikâyeyi bir iç mesele olarak anlatmanın kendisi çok önemli.
Bu koşullar mutlaka değişecek! Ama bu değişimi neoliberal politikaların değişiminin otomatik bir sonucu olarak görmek son derece yanlış olur. Neoliberalizmin genel hikâyesi dışsal bir hikâye olarak önemli olabilir ama üniversitenin kendi iç hikâyesinin de kendi sınırlı da olsa görece özerkliği içinde düşünülmesi önemli. Onun için de üniversitenin dönüşümünün makro, mikro, mezo ölçekteki hikâyelerinin kendi iç seyirleri de çok önemli diye düşünüyorum.
Barış Mücen: Tam da bu nedenle kim buna ne kadar dâhil, ne kadar piyasalaşmış gibi sorulardan çok, üniversitenin bu konjonktürde nasıl işlediği bizim için kritik bir soru hâline geliyor. İki şey bir arada gidiyor gibi bu konjonktür içinde: Bir yandan biz üniversiteyi hemen bilgi ile birlikte düşünüyoruz; ama öte yandan bilgi üretimi artık yoğun olarak üniversitede değil. Bilgi üretimi illa bilimsel olmak zorunda da değil; o tarihsel bir olgu olarak böyle. Örneğin, big data dediğimiz bir dünya var artık. Emprisizmin doruklarındayız. Herhangi bir araştırmacının yapabilecekleri ile kıyaslanamayacak düzeyde veri toplanabiliyor. Bunun gücü çok büyük. Hem toplumsalı organize etme açısından hem de hakikat üretimi bakımından. Burada üretilen, bizim üretebileceğimiz hakikatten çok daha büyük olacak. Biz hakikati elbette farklı şekillerde kavramsallaştırıyoruz ama bu gerçekliğin de giderek daha fazla etkili olmaya başladığını görebiliyoruz. Bu yüzden, üniversiteyi bilgi üzerinden düşünsek bile aslında bilginin de zemininin başka yerlere kaydığını görüyoruz.
Tarık Şengül: Geçen gün gazetede vardı, rastlamışsınızdır; bir grup akademisyen dolandırılmış. Uluslararası yayın yapacağız size diyerek milyon liralarını almışlar. Dolandırıldıklarını anladıklarında söz konusu akademisyenler polise şikayette bulunmuşlar. Para verip yayın yapma yolunu seçenler dolandırıldık diyorlar; ahlaki bir çözülüşle karşı karşıyayız. Bunun geri planında bazı diğer şeyler yanında performans ölçen üniversite anlayışı var.
Moderatör arkadaşların rolünü üstlenmek istemem ama “Alternatifimiz ne olacak?” diye de sormak gerektiğini düşünüyorum. Sürekli neoliberalizm konuşmaktan da bezmiş biri olarak söylüyorum biraz. Kuşkusuz üniversiteye yönelik tek proje de bu değil, çeşitli ölçeklerde ve çeşitli biçimlerde, insanlar başka projelerle de ortaya çıkıyorlar. Yani sizin bu dergi projeniz de öyle bir şey, bizlerin üniversiteye yaklaşımında da öyle bir mesele var. Foucault’ya geri dönersek, bir biçimde Ömür’ün de söylediği gibi, bir iktidardan bahsediyor olduğumuz noktada buna karşı başka hikâyelerin ve başka direniş biçimlerinin de olduğunu biliyoruz. Önümüzde ne gibi alternatifler olabileceğini de düşünmek gerekir bu noktada.
Yaptığımız tartışmanın önemli ayaklarından birini de vakıf üniversiteleri oluşturuyor. Kabaca özetlemek gerekirse, Türkiye’de vakıf üniversitelerinin tarihine ilişkin şöyle bir tablo ile karşı karşıyayız: Bu üniversitelere dair ilk yasal düzenleme 1965 tarihli 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu. “Paralı özel eğitim kurumları” ilk olarak bu kanun ile hayat bulmuş olsa da bugün bildiğimiz anlamıyla özel/vakıf üniversitelerinin tarihi, 1980 askeri darbesinin ardından çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa dayanıyor. Türkiye’de bugün bildiğimiz anlamdaki özel üniversitelerin başlangıcı 1984 yılında Bilkent Üniversitesi’nin kurulması ile başlıyor. Bu yıldan itibaren kurulan özel/vakıf üniversitelerinin kuruluş tarihlerine baktığımızda, 2000’li yıllara kadar toplamda 19 adet özel üniversitenin kurulduğunu görüyoruz. Yine sizin deyiminizle 2000 ve sonrasına baktığımızda ise kurulan özel üniversitelerin sayısında dramatik bir artış yaşandığı hemen göze çarpıyor. Söz gelimi, YÖK’ün verilerine göre, bu üniversitelerin sayısı Haziran 2020 itibariyle 77’yi bulmuş durumda. Bu dramatik yükselişi ne ile açıklarız? Bu artış bize Türkiye’de yükseköğretimin yapılanmasına ilişkin ne anlatır?
Ömür Birler: Birkaç sebebi var. İlki, başından beri konuşageldiğimiz üniversitenin belirli bir gelir alanı yaratmak istemesi. Türkiye’de vakıf üniversiteleri özellikle Kuzey Amerika örneklerinde anladığımız gibi kâr amacı güden üniversiteler değiller, yani “özel üniversite” değiller bu halleriyle; tam tersi kâr amacı gütmemeleri gerekiyor. Zaten yasal sistem vakıflar üzerinden kurulabilecekleri şekilde düzenlenmiş. Yine de ne olursa olsun bir gelir üretimi mevcut. En büyük sebep bu. Bunu da hızlandıran iki temel faktör var. Birincisi, üniversite kurmanın gereklilikleri konusunda yasadaki değişiklik. Sizin andığınız makalede de bundan bahsetmiştim. En az 3 fakülte ve bunlardan birinin beşeri bilimler olması gerekliliği ortadan kalktığı için, bu yasanın değişiminden sonra sadece tıp fakültesinden oluşan, sadece ilahiyat fakültesinden oluşan üniversiteler kurmak mümkün hale geldi. Beşeri bilimler bir zaruret olmaktan çıktığı andan itibaren belirli bir meslek grubunun üretimine dair üniversiteler açılabilir oldu. Sadece hukukçu ya da sadece tıpçı yetiştiren üniversiteler gibi. Zaten ciddi şekilde markalaşmış şirketlerin vakıf üniversiteleri de olduğunu biliyoruz. Medipol bunlardan biri, yanılmıyorsam Medicana da öyle… Daha fazlası da sıralanabilir listeye baksak. Vakıf üniversitelerinin sayısındaki artışı tetikleyen birinci faktör bu.
İkincisiyse, daha önce taşrada yalnızca devlet eliyle kurulmuş olan ya da büyük kentlerde olmayan üniversitelerin vakıflar aracılığıyla Türkiye’nin ana kentlerinin dışında da kurulmaya başlanması. Kayseri, Nevşehir, Gaziantep ve Mersin gibi. Yanlış bilmiyorsam İstanbul’da toplam 47 tane vakıf üniversitesi var. Ankara ikinci sırada ama dörtte biri kadar. Geri kalan 17 üniversite küçük kentlere dağılmış durumda. 2000’ler sonrası yereldeki sermaye birikimini düşündüğümüzde, insanların orada çocuklarını gönderebileceği üniversiteler olma işlevi de görüyor. Özetle, herhangi bir üniversitede herhangi bir bölümün kurulması için gereken doçent ve profesör sayısının da azaltılmasıyla birlikte sadece üniversiteyi açmak değil, içerideki araştırma profilini de çok nitelikli hale getirmek gerekmeksizin kurulması kolay hale geliyor. Ayrıca buradan ilerlenebilecek, gelir üretilebilecek çok ciddi bir alan da var. Vakıf üniversitelerinin sayısının artışındaki en temel sebebin bu olduğunu söyleyebiliriz.
Şunu da eklemek lazım: oranını tam bilmesem de 5te 1’inden daha az olmadığına eminim, vakıf üniversitelerinin ön lisans programı var. Sahip oldukları öğrenci nüfusunun çoğunu burada barındırıyorlar. Önlisans programları Meslek Yüksekokulu seviyesinde eğitim veren, buradan çıktıktan sonra bölümüne bağlı olarak belki lisans eğitimine transfer olabileceğin, ama birçok öğrencinin tercih etmeyip basitçe bir önlisans diploması alıp hayatlarına devam ettikleri bir tasarı. Dolayısıyla nitelikli öğrenci yetiştirme gibi bir dertleri yok. Buradan çok ciddi gelir elde ediyorlar. Tabi İstanbul’da bunun patlaması orada nüfusla da orantılı.
Vakıf üniversiteleri genellikle hem pek yatırım yapmadıkları için fiziki imkânsızlıklarla hem de üniversite eğitimini sürdürebilecek nitelik eksikleriyle dolu baştan aşağı. Kütüphaneleri yok, ihtiyacı karşılayacak laboratuvarları yok, düzgün hoca kaynakları yok… Bunun yanında akademisyen-araştırmacı kadrolarıyla kurdukları emek rejimi berbat bir sömürüden başka bir şey değil. Dolayısıyla çok az sayıda öğrenciye, iş yeri mantığıyla yürüttükleri bir eğitim sunarak varlıklarını sürdürüyorlar. Tarık Hocanın az önce bahsettiği nitelikli, ayrışan, Times Higher Education ya da benzer listelerde ilk sıralara yükselen Bilkent, Koç, Sabancı gibi üniversitelerde de şöyle çarpıcı bir şey var: Biz genellikle bu üniversiteleri Türkiye’nin herhangi bir alanında çok başarılı, ilk bine giren öğrencilerini alan üniversiteler olarak biliyoruz; oysaki burslu öğrenci oranlarına baktığınızda, Bilkent’in yanılmıyorsam sadece beşte biri, Koç’un ise %25 ya da daha az, Sabancı’nın sadece %10’u burslu öğrenciler. Geri kalanı ücretli öğrenci. Dolayısıyla vakıf üniversitesiyim ve nitelikli öğrenciyi topluyorum dediğinde doğru söylüyor ama yalnızca bir avuç öğrenciyi topluyor geri kalanından ciddi bir harç talep edip karşılığında diploma sunuyor.
Vakıf üniversiteleriyle ilgili sayısal anlamda genel resim bu. Bununla karşılaştırmadan edemeyeceğim şey devlet üniversitelerindeki tablo. 2001 yılını takiben vakıf üniversitelerine benzer bir durum ortaya çıkıyor. O zamana kadar 80 küsüre yaklaşan, belki daha bile az üniversite sayısı varken şu anda 128 ya da 130 devlet üniversitesi var. İnanılmaz bir rakam bu. Vakıf üniversiteleri sahip oldukları mekânsal ya da araştırmaya yönelik araçlarıyla çok yetersiz diye dershaneden bozma diye eleştiriyor olabiliriz ama özellikle 2011 ve sonrasında her ilde bir üniversitemiz olacak şiarıyla başlamış ve kurulmuş devlet üniversitelerinin durumu da çok farklı değil. Belki çok daha geniş fiziki imkânlara sahipler, kampüsleri var, doğru düzgün binaları var… Sonuçta bunlar devletin kendi eliyle yaptığı üniversiteler ama içine baktığımızda gerek verdikleri eğitim gerek buna destek olacak olan araştırma kaynakları; kütüphaneleri, laboratuvarlar, sınıflar, teknik altyapıları adına bu üniversiteler de dökülüyorlar. Dolayısıyla tek mesele vakıf üniversitelerinin sayısının artması ve bundaki niteliğin sayı artışına paralel olarak hiçbir biçimde doğru orantı göstermemesi değil. Biz 2001’i milat olarak alabiliriz ama 2011’i, yanlış hatırlamıyorsam, takiben yasanın değişmesiyle hem devlet hem vakıf üniversitelerinin sayısında çok ciddi bir artış ve bununla ters orantılı olarak da eğitimin yerlerde sürünür, içerde iş verdikleri istihdam ettikleri araştırmacının da keza sahip oldukları hem çalışma koşullarının güvencesi hem nitelikleri adına yine aynı ters orantıda korkunç bir aşağıya düşüşü görüyoruz. Dolayısıyla 2011 sonrasında üniversitenin toptan geçirdiği bir dönüşüm bu.
Aslında tam da buradan Mustafa ve Tarık hocalara dönebiliriz. Özellikle AKP’nin gündeme getirdiği “her ile üniversite” projesi burada önemli bir tartışma. Bu projenin arka planında bir yandan taşrayı kalkındırmak gibi bir gaye var. Oraya giden öğrenci bir çeşit mobilite yaratacak, kira verecek, para harcayacak, esnaf kazanacak… Öte yandan, bir “diplomalı işsizlik” bahsi de bu kitleselleşen üniversite ile karşımıza daha sık çıkmaya başlayan bir durum haline geldi. Tarık Hoca’nın geçtiğimiz aylarda Birgün’e yazdığı yazılardan birinde anlattığı bir hikâye vardı: Taşrada bir üniversiteden mezun olan şehir plancısı gencin kaldırım taşı döşemesi hikâyesi…
Tarık Şengül: Doğan Tılıç’la birlikte yaşadık o karşılaşmayı. Bilmeyenler için anlatayım. Yolda yürürken kaldırım taşı döşeyen işçilere muhabbet etmek için laf attık, iş başka yerlere geldi. “O kaldırımı fazla eğimli yapmışsınız” diye sataştım, “Yok hocam, uygundur” gibisinden cevap verdiler. “Ben mimarlık fakültesi mezunuyum, buradan bakınca görüyorum vallahi” dedim. Hafif bir okumuş-alaylı çekişmesi vardır ya birbirlerini beğenmezler ustalarla mimarlar ya da mühendisler. İçlerindeki genç çocuk da “Ne var yani hoca, ben de şehir plancısıyım; bak burada kaldırım döşüyorum” dedi. Ben de şehir planlama bölümü mezunuyum ama pek bilinmez diye mimarlık fakültesi olarak yuvarladım, genç işçi şehir plancısı çıktı. Hikâye bu. Bir taşra üniversitesinden mezun olmuş, baktım sonra iki tane hoca var o bölümde, üç bile değil yani. Kurucu hoca sonradan ayrılıyor, herhalde yeniden yaşamak istiyor o heyecanı, üç kişiyi bulunca bu sefer başka yere gidiyor, bölüm kuruyor. Üç tane hoca var, son derece yetersiz yani. Düşünüyorum 4 yılda almaları gereken 40 tane dersi nasıl verecekler acaba. Neyse, ama hikâye bir anlamda niteliksiz eğitime geliyor.
Buradan Bourdieu’ya dönersek bir kez daha, eğitim üzerine çelişkileri konu edinirken elit üniversitelerden ya da elit kesimin kendisini korumaya alma stratejisinden söz eder. Bunun Türkiye’de nasıl işlediği sorusu da kendi içinde önemli. Önde gelen belirli üniversitelerden bahsedilir örneğin. Şimdiyse onların yanına hem vakıf hem kamu üniversiteleri formunda bir taşra çıkmaya başlıyor öyle ya da böyle. Mesela Koç, Sabancı, Bilkent gibileri var ama bir de bir binanın üçüncü katında, bakkalın üstüne açılan üniversiteler var. Özellerin yanında kamu üniversitelerinde de son 20-30 yıl içinde her yerde inanılmaz bir biçimde artış görüyoruz. Şehir Plancıları Odası genel başkanlığını yaptığım dönemde de somut olarak yaşadık bunu: Yeni bölümler açılmasın diye uğraş verdik, son derece niteliksiz bir eğitim ortaya çıkıyor diyerek YÖK’e gittik. Sonunda geldiğimiz noktada tonlarca plancı şu anda işsiz. Mesela yerelde bir odanın toplantısında tartışma çıktı, 300 liraya plan onaylıyorsunuz dediler. Bu kendi başına meslek alanının niteliksizleşmesi ve yaşanan ahlaki çözülme konusunda bir dönüşüme işaret ediyor. Bourdieu’da elitizm eleştirisi olarak da karşımıza çıkan, daralmış bir alanı kontrol eden bir kesim varken burada alan birden genişliyor. Herkesin şehir plancısı olduğu bir durum ortaya çıkıyor ve bunun sonucunda diplomalı insanlar kaldırım döşemeye başlıyor. Bu durumun yarattığı en önemli sonuçlardan biri ortaya çıkardığı diplomalı yedek işgücü ordusu: Artık kaldırım döşeyecek işçiyi üniversite mezunları arasından seçmeye başlıyorsunuz. Bir süre sonra bizim kaldırım döşeyen arkadaşlarımız şehir planlama mezunu diye reklama da çıkarlarsa şaşırmayalım. Yani emek pazarına yönelik bir boyutu da var bunun. Mesleki olarak da başka bir çözülmeyle karşı karşıyayız. Örneğin, Türkiye kentlerinin inanılmaz derecede büyük kentleşme sorunları yaşadığı, rant vs. üzerinden olmayacak işlerin yapıldığı bir dönemde şehir planlama mesleğinin kendisi bu tür pratiklerin sonucu önemli ölçüde değersizleştirilmiş bir hale geliyor. Günün sonunda “Bunun altında da şehir plancısının imzası var” cevabını alıyorsunuz itiraz ettiğinizde. Dolayısıyla bütün bir sistemin bu tip bir niteliksizleşmesinin sonuçları bunlar. Burada başka bir tür yitim söz konusu.
Mustafa Kemal Bayırbağ: Burada AKP şunu söylüyor: Ben sana daha düşük puanlı, belki daha az tercih edilebilecek ama en azından senin şehrinde olan bir üniversite açıyorum. … Fakat mesele şu, Tarık hocamın anlattığı hikâyede de ortada olduğu gibi: Bu siyaset, problemi 8-10 yıllığına çözüyor. 8-10 yıl sonra acı gerçek patladı yüzümüze. İlk önce patladığı yer de 2013’te Gezi olaylarıdır aslında.
Mustafa Kemal Bayırbağ: Üniversitenin yapısal ve kurumsal olarak neoliberalleşmesinin ötesinde bir de şu var; bildiğimiz gibi Türkiye’de üniversitelerin sayısı çok arttı. Öğrenci sayısı da katlanarak gidiyor. AKP ve yükseköğretim sorusunu bu eksende de tartışabiliriz. Öncelikle ilk başta söylediğim sosyal adalet, vatandaştan gelen talep var tırnak içinde. Bu talebin yaratılması ve arz sağlanması AKP’nin popülizm olarak değerlendirebileceğimiz siyaseti. Bu sebeple AKP’nin ya da tabanının yükseköğretime kategorik olarak düşman olduğunu söylemek isabetli olmaz. Muhakkak ki her ile bir üniversite açılması talebinin arkasında bir esnafı sevindirme hikâyesi, “İki firmaya daha inşaat yaptırırız, oraya da para aktarırız” motivasyonu var. Fakat bunun ötesinde insanlarda benim çocuğum da üniversiteye girsin minvalinde bir çeşit sosyal adalet talebi de var. Bu sosyal adalet talebinin de arka planı şu: Üniversiteye giriş sistemi çok yarışmacı ve bir tip müzayede sistemi aslında. Puanını alıyorsun, sonra yaklaşık sıralamasını tahminen bir bahis ortaya koyuyor herkes. Bu bahislerden bir ortalama meydana geliyor ve senin puanın ve ortaya koyduğun bahis ortalamanın üstündeyse yerleşiyorsun. Hem veliler hem öğrenciler açısından yarışmacılığı en derinlere kadar yerleştiren bir sistem. Bununla birlikte, bu yarışmanın koşulları öylesine adaletsiz ki… Öğrenci mucizevi bir şekilde kendi başına çok çalışmıyorsa, çok angaje değilse, dershaneye, oraya buraya göndermen gerekiyor. Maddi olarak da çok yüklü bir iş, eğer dershaneye gönderemezsen, ders aldıramazsan vs. hiçbir okula gönderemiyorsun.
Burada AKP şunu söylüyor: Ben sana daha düşük puanlı, belki daha az tercih edilebilecek ama en azından senin şehrinde olan bir üniversite açıyorum. Çocuğun düşük puanlı olsa da oraya girer. Burada talebi karşılayacak bir ağırlık, bir irade koyuyor ortaya aslında. İnsanların da talebi karşılanmış oluyor, “Evet benim çocuğum da artık sistemden patır patır dökülmüyor, bir yere girebildi sonunda” diyor. Fakat mesele şu, Tarık hocamın anlattığı hikâyede de ortada olduğu gibi: Bu siyaset, problemi 8-10 yıllığına çözüyor. 8-10 yıl sonra acı gerçek patladı yüzümüze. İlk önce patladığı yer de 2013’te Gezi olaylarıdır aslında. Baktığımızda bu üniversite furyası 2006-2007’de başlamıştı. Tam Gezi ile beraber baş göstermeye başladı bu sorun. Oradaki yeni gelen kuşak, genç işsizliğin yükselmesi… Bunun bir tek sebebi üniversitelerin sayısının artması değil tabi ama eğitimli, diplomalı genç işsizliğinin artması ile arasında yakın bir ilişki var. AKP “kendi yarattığı canavarın” altında kaldı. Yani vatandaş istedi bunu, AKP’nin de hayli hayli işine geldi, bu talebi karşıladı, yaygınlaştırdı. Fakat bunun yarattığı sonuçlarla baş edemeyecek bir noktada şu an. Zaten AKP genelde sorun çözmüyor, sorunları öteliyor, ya da biçimini değiştiriyor. Problem çözme yöntemleri bu: yerini, biçimini değiştirmek, zamanda ötelemek. Yapısal anlamda hiçbir çözüm görmedik bu zamana kadar. Vurgulamak istediğim birinci nokta buydu.
İkincisi, AKP’nin bir şekilde üniversiteye düşman olduğunu söylüyor olsak da şunu belirtmekte fayda var. Daha önce konuştuğumuz gibi hakikat arayışı içerisinde olduğunu söyleyebileceğimiz, sorgulayan, samimi bir düşünsel ortamın olduğu üniversiteye düşman aslında. Fakat AKP’nin kurucularına baktığımızda Erdoğan hariç geri kalanların çoğunun profesör olduğunu görüyoruz, kurucu kadrosunun önemli bir bölümü akademisyen. Meclisteki milletvekillerinin eğitim düzeyi de eskiden daha yüksekti, toplam eğitim süresi açısından. Orada da şöyle bir hikâye var. AKP’nin kuruluşunu anlattığı bir kitabı var Bekaroğlu’nun, şöyle bir tespit yapıyor: AKP’yi kuran ikinci kuşak siyasal İslamcılar kent doğumlular. Ankara, İstanbul’a gelmiş ya da bugün Anadolu kaplanları denilen yerlerde yetişmiş büyümüş. Diplomayı almış, üniversiteye girmiş ama onun deyişiyle seküler olmadığı için “cam tavana takılmış” tipler. Yani hak ettiği statüyü elde edememiş tipler olduğunu kastediyor. Bu anlamda bir çeşit sınıfsal öfkenin ürünü AKP. O sınıfsal öfke de genelde dendiği gibi lümpen proleteryanın olmaktan çok gayet de eğitimli ama o “cam tavanı” aşmasına müsaade edilmemiş taşra kökenli çocukların öfkesi. O yüzden AKP bir sınıfsal intikam projesi olduğu kadar statü grubu anlamında da bir intikam projesi.
Fakat çoğu akademisyen kökenli, o cam tavanı kırmış AKP’lilerin elinden de çıktığını görebiliriz işin. Davutoğlu bunun çok güzel cisimleşmiş örneğidir. O da 2016’dan sonra koptu. Çünkü AKP’nin istediği hızda o cam tavanı kırmak yetmiyor bir noktada. Komple binaya sahip olma, el koyma isteği ortaya çıkıyor. Bu hıza yetişemedi ve akademisyenlerini de döktü geçti arkasından, silkeledi. Artık akademiyle de o anlamda bağı kalmadı. Bunlar ışığında bir akademiden intikam projesi değil de akademinin içindeki cam tavanına takılmışların bir önceki kuşaktan intikam projesi olduğunu söylemek daha doğru olur. Bununla beraber eleştiriye tahammülsüzlük gibi eğilimlerin AKP’nin içindeki akademisyen ağırlığının da azalmasıyla aynı anda yükseldiğini söyleyebiliriz. Yani muhalefet olarak biz kaç kişiyiz ki. Yüz bin tane akademisyen varsa bunun yüzde kaçı muhalifti, yüzde kaçı AKP’ye yakındır diye baksak ben muhaliflerin %50’yi falan bulduğunu zannetmiyorum. Ama AKP’ye zamanında yakın olmuş, bir şekilde yönetimle işbirliği yapmış, desteklemiş insanların sayısı %50den fazladır. O yüzden AKP akademiden intikam değil bence. Belli bir düşünce tarzından ve belli bir sınıfsal ya da statüye dayalı gruptan intikam olduğunu söyleyebiliriz. Ama onu da geride bıraktı artık, onları da silkeledi, ondan istediğini aldı zaten, artık kendi akademisyenleriyle de, kendi akademik kökleriyle de bağını koparmış durumda şu anda. Bu noktada onlar da feryat edenler korosuna katıldı ama kısık sesle konuşuyorlar. Kısık sesle “Bunlar da ne yapıyor böyle kardeşim diyorlar”, çok şikayet ediyorlar sağda solda ama dile getiremiyorlar. Otosansürün allahını uyguluyorlar kendilerine ama arada kaynıyor.
Ömür Birler: Eğer üniversitenin neoliberal saldırı karşısında bir direnişçi olma imkânı varsa bu direnişin dayanabileceği tek şey 90’larla beraber hem araştırmacı hem de öğrenci olarak içerisine aldığı, hem sayısını arttırdığı hem profilini değiştirdiği sınıf tabanı olacak.
Bir yandan da üniversitenin ciddi saldırı altında olduğu bir durumla da karşı karşıyayız. Otoriterleşme, KHK’lar, nepotizm, sansür, rektör atamaları… AKP’nin üniversitelere dönük saldırısı sayısız cephede sürüyor. Bir yandan da konuştuğumuz “her ile bir üniversite” projesi var. AKP toplumsal ve siyasal pek çok alana dönük saldırısı oluyor ama üniversitenin özel bir yeri var gibi burada. AKP üniversitede saldıracak ne buluyor? Bu kadar tükenmiş, “düşüş tarihinin nesnesi” olan bir kurum ile nedir AKP’nin derdi?
Ömür Birler: Tarık hocanın rolünü çalmak istemem ama az önce “Üniversite nasıl direnir, bunu konuşacak mıyız” diye sordu ya, buna yanıt teşkil etmeyecek ama belki bir sonraki aşamada konuşacağımız bir şeye dönerek başlayacağım. Üniversitenin neoliberalleşmesinin küresel bir olgu olduğunun hepimiz farkındayız. Dünyanın her yerinde eğitime gelen öğrenciyi de araştırmacıyı da kıyıp geçiriyor. İngiltere üniversitelerinin hali iki taraf için de derbeder. Ama 90’lara geri dönecek olursak, Callinicos’un 5-6 kısa makalesinden oluşan, 2000’lerin başında yayımlanmış bir kitabı var: “Universities in a Neoliberal World” [Neoliberal Dünyada Üniversiteler]. Açılışta benim için çok aydınlatıcı olan bir tespit vardı: “Üniversitelerin sayısının artması bir bakıma üniversitenin demokratikleşmesiyle ilgili bir durumdur”, diye başlıyordu. Klasik üniversite dediğimizde aslında içine kapalı, kendini beğenmiş, burnu havada; manastırdaki hiyerarşide yaşayan ya da aslında elitist, gayet de kapitalist, erkek egemen, oryantalist, sömürgeci bir kurumdan bahsediyoruz. 19. yy üniversitesi ya da 20. yy başındaki üniversite nedir ki bunlardan başka? Callinicos’un kastettiği de bunun karşısında gelişen üniversitenin bir tür demokratikleşmesi. Sayılarının artması, daha fazla öğrencinin gelmesi, ve beraberinde araştırmacının profilinin değişmesi. Mesela Barış da Mustafa da keza Tarık da bana katılacaktır. Bizden önceki neslin akademisyenlerinin hepsi bir kütüphane devralmıştır. Hem metaforik hem doğrudan anlamında kullanıyorum bunu. Biz hepimiz kütüphanemizi kendimiz yaptık (gülüyor). Aslında biz o yeni demokratikleşen üniversitenin de bir parçasıyız. Az evvel bahsettiğim neoliberal öznelliğin taşıyıcıları ve yeniden üreticileri olmakla beraber.
Eğer üniversitenin neoliberal saldırı karşısında bir direnişçi olma imkânı varsa bu direnişin dayanabileceği tek şey 90’larla beraber hem araştırmacı hem de öğrenci olarak içerisine aldığı, hem sayısını arttırdığı hem profilini değiştirdiği sınıf tabanı olacak. Bunun örnekleri var. 2014-15’te Quebec’teki öğrenim harcı grevleri, Şili’de yine harç ve toplu taşıma zammı grevleri… Bunlar aslında öğrencinin önayak olduğu, üniversitenin ve eğitim hakkının merkezde olduğu toplumsal hareketler. 2018’de İngiltere’deki üniversitelerdeki araştırma görevlilerinin ve öğrencilerin greve gidişi, yine eğitim hakkı konulu şeyler… 2000’lerde ve 2010’u takiben çok daha sık görmeye başladığımız bu tip eylemlerin artarak sürmesini de beklemeliyiz. Eğer bir direniş olacaksa bu kesinlikle üniversitede öğrenci tarafından gelecek olan ve umuyorum ki araştırmacıya da, üniversitenin kendi çalışanına da bulaşacak olan; bu kompozisyondan güç bulacak bir direniş olacak.
Şimdi AKP üniversiteden ne istiyor, sorusuna gelelim. AKP ne kadar iktidarda bulunduğu 17-18 yıl içerisinde niteliksizleşmiş, gittikçe daralmış bir iktidar kadrosuna, “damat”laşmış bir profile evrilmiş olsa da üniversitenin ne anlama geldiğinin farkında. Sadece soyutlanmış bir eleştirel düşünceden bahsetmiyorum. Türkiye’nin her kesiminden her yerinden genç kadın ve erkeklerin bir araya geldiği, hayatlarında ilk defa kendi semtlerinden, ailelerinden uzaklaştığı ve bambaşka bir atmosferle karşılaştıkları -sadece düşüncelerle de değil deneyimlerle karşılaştıkları- bir yer üniversite. Sırf sizin öğrencilik hayatınızda doğrudan devletin şiddet aygıtının ODTÜ’ye kaç kez saldırdığını hatırlayın. Neoliberalleşen üniversitenin, demokratikleşen bir tarafı da var çünkü başka bir sınıfın üniversitesi olmaya başlıyor artık. AKP’nin ya da AKP’vari bütün iktidarların elden geçirmek ve başını ezmek istediği şey de bu demokratikleşmenin barındırdığı potansiyelin ta kendisi.
Bunu da yapmak istedikleri her ülkede belirli kurumlar var. Bütün üniversiteler bu özellikleri göstermiyor. ABD’de de yüzlerce üniversiteden bahsediyoruz. Kendini daha ilerici, muhalif, eleştirel konumda adlandıracak üniversitelerin sayısı taş çatlasa bir düzinedir. Aynı şey Türkiye için de geçerli, eminim başka yerler için de öyledir. Dolayısıyla bu üniversiteler özel olarak hedef alınıyor. Bunun ötesinde üniversitenin kolektif bir biçimde ses vermesi nokta atış üniversiteler kadar AKP’yi elbette rahatsız edecek olan bir şey. Bu bağlamda Barış için Akademisyenler ve sonrasında yaşananlar da bundan başka bir şey değil. Bir tasfiyenin olabilecek en ucuz bahanesini bulmuş durumda. Hala sonuçlanmamış davalar var. Ne olacağı da belli değil, bir çeşit ipini elinde tutma halini sürdürüyor. Dolayısıyla hem öğrenciden gelecek olan tepkiyi bastırmak adına üniversitelerle özel bir davası var hem de olur da bütün bu neoliberal baskıya rağmen bir akademisyen birliği ya da muhalefeti karşısına çıktığı durumda da elindeki bütün otoriter aygıtlarla sindirmek üstünden yürütüyor, diye düşünüyorum. AKP’nin üniversiteyle derdi basitçe bu. Bu anlamda hiç de sembolik olmayan, gayet de aktif bir kavgası var.
Mustafa Hocam, belki buradan devam etmek istersiniz. Siz de barış imzacılarından birisiniz ve hakkınızda bir dava da açılmıştı.
Mustafa Kemal Bayırbağ: KHK, bir akademisyen için ölüm ile yüzleşmek gibi: Üzerine hayatını kurduğun, varlığını inşa ettiğin, kendini var etme projenin sonuna geldiğin an. Bu yüzleşme insana çok çıplak bir biçimde gösteriyor pek çok şeyi. O süreçte yaptığım her şeyin çok anlamsız olduğu sonucuna vardım. Bütün o yaptığım şeyler; işte doktora yap, makale yaz, atanmaya çalış… Şunu da hep söylerim aslında: O makaleleri yazıyoruz ama bir naneye yaramıyor, aslolan öğrenciler bence. Çünkü yüz tane makale yaz her birini onar kişi okusun bin kişi eder. Ama sen bir öğrenci yetiştirirsin, milyonlarca insanın kaderini değiştirebilirsin, böyle de bir şey var. Bunu tabii kutsal bir şey haline getirmek, Mahmut Hoca hikayesi çıkarmak istemiyorum. Ne önemli, ne önemli değil sorgulaması yapıldığı anda, kendi adıma bunları düşündüm.
15 Temmuz sonrası KHK’lar, başka bir şeyi daha gösterdi: Üniversitenin bir ruhu var -her neyse o- bir de onun kurumsal bedeni var; aslında ceseti yani. Ben de ceset ile ruhu ayırma imkanı buldum o sırada, kendi kafamda en azından. O ruh nedir dediğinde, yine o benim yazacağım bir makale ya da kitaptır (gülüyor). Ya bu dünya ile ilgili bunu buldum, şunu gördüm; alın arkadaş, bunu da sizinle paylaşayım. Yani yaptığımız her şeyin uçuculuğu içinde kalıcı bir iş yapayım, bir tür iz bırakayım istedim.
Müsaadenizle tartışmayı daha güncel bir zemine, pandemi ve sonrasında yaşanan uzaktan eğitim tartışmalarına getirelim. Üniversiteler bu sürece oldukça hızlı bir yanıt vererek, eğitimi bir online ortama taşıdılar. Tarık Hocanın deyişiyle “Bilginin üretildiği yer olarak üniversitenin teknolojik barbarlığı kendi evinde üretmesi, toplumsal yaşamın tüm alanlarında benzer uygulamaların önünü açan bir meşruiyet ve öznelliği” de yaratacak gibi görünüyor. Uzaktan eğitim (ve çalışma) pratiklerinin önümüzdeki dönemde de gündemi meşgul etmesi sürpriz olmayacak. Bu çerçeveden düşünüldüğünde, pandemi sürecinin açığa çıkardığı durum üniversitenin mekânsallığı açısından bize ne anlatır?
Tarık Şengül: Burada önemli bir rastlantısallık olduğunu düşünüyorum. Bizim dünyamızda eğitim bir sosyo-mekânsal mobilite aracıydı çok bariz biçimde, kendini daha ileriye taşıyabilmeye yarayan, orta sınıflığa giden bir yoldu. Benden çok da ailemin önemsediği bir şeydi bu. Benim okumam demek kendilerinin gerçekleştiremedikleri başka bir statüyü elde etmenin aracıydı. Bugün geldiğimiz noktada benim gibi alt tabakadan gelip orta sınıflaşan hikâyelerin imkânsız olmasa da çok daha nadir olduğu, benim zamanımdaki türden bir yaygınlık ve sıklıkta olmadığı biliniyor. Fakat sorunun kapsamı sadece alt sınıflarla sınırlı değil. Bunun ötesinde, orta sınıf açısından baktığımızda onların da kendisini eğitim aracılığıyla yeniden üretemediği bir durumla karşı karşıyayız. Bu ikinci mesele ilki kadar önemli. Alt gelir gruplarının yukarı doğru mobilitesi önemli bir sorun olabilir, benim için önemlidir ama daha da önemlisi bugün orta sınıfın geniş bir kesimi açısından ciddi tıkanmalar olduğu çok bariz biçimde görülüyor. Şimdi böyle bir ortamda üniversitenin yüz yüzeliklerden arındırılması ve bir online bir tertibatın parçası haline geliyor olması inanılmaz bir rastlantısallık. Çünkü ben toplumun önümüzdeki dönem son derece ısınacağı, karşı karşıya gelişlerin bariz hale geleceği bir durumda üniversitenin bunun önemli bir mekânı olacağı kanaatindeyim. Üniversitenin toplumsal alanda yaşanan ve siyasal sonuçları olan birtakım çıkmazlar konusunda bir hesaplaşma yeri olacağı kanaatindeyim. Bu Türkiye’ye özgü bir durum da değil açıkçası. Fransa örneğinde sarı yelekliler, diğer tarafta İngiltere’de çok dikkat edilmedi ama bu üniversitelerde özellikle genç akademisyenleri de içeren güvencesizleri içeren bir hareketlenme başlamıştı. Benzer şekilde birtakım dinamiklerin Trump döneminde ABD’de ortaya çıkışı konusunda da belli emareler görülüyordu.
Tarık Şengül: Bu üniversiteden vazgeçtiğimiz anda aynı zamanda başka birtakım şeylerin yanında toplumsal muhalefetin de önemli bir varoluş mekânını feda ediyor olabiliriz. Bu da bir keşfedilmiş hâkim sınıf stratejisine dönüşebilir.
İşte tam böyle bir ortamda, rastlantısallığın böylesi dediğim o, üniversitenin kendisi bir biçimde bir yüz yüze, karşı karşıya gelişlerin mekânı olmaktan bir sanal mekâna dönüştürülmeye doğru gitti ve çok meşru bir zeminde oldu bu. Meşru dediğim, rahatsızlık duymuş olsak bile bir yandan da pandemi döneminde üniversiteye gitmenin çok anlamlı olmadığı kanaatini hepimiz paylaştık. Buradan hareketle, önümüzdeki sürece yönelik olarak üniversitelerin tasarlanmasında yani eğer bir başka senaryonun devreye sokulduğunu görüyorsak, Agamben burada ciddiye alınması gereken bir şey söylüyor. Söylediğinin dramatikliği, kullandığı araç, herkesi neredeyse faşist ilan etmesindeki abartıyı bile ben bir uyaran olarak ciddiye alıyorum. Yani söylediğinin gerçekliği değil mesele, ciddi bir noktanın altını çiziyor olması. Beni şöyle etkiledi; “Bu adam ne diyor serseri midir” dediğinizde bile “Ama önemli bir şey söylüyor” diyorsun.
Bu üniversiteden vazgeçtiğimiz anda aynı zamanda başka birtakım şeylerin yanında toplumsal muhalefetin de önemli bir varoluş mekânını feda ediyor olabiliriz. Bu da bir keşfedilmiş hâkim sınıf stratejisine dönüşebilir. Bu nedenle icat ettiklerini söylemiyorum. Pandemi sürecinde bu ortaya çıkmış olsa bile bu fikirden hoşlanmaya başladılar. İş dünyası da öyle. Yani koca koca binaları kiralamış, inşa etmiş holdingler başlangıçta eminim çok üzüldüler o binaları tatile soktuklarında, ama yavaş yavaş bundan başka türlü fayda sağlayabileceklerine yönelik fikirler geliştiriyorlar. Özellikle yaratıcı sektörler dediğimiz, fiili üretimden çok bilgi üreten yerlerde. Dolayısıyla bir biçimde mekânın ve mekânın sınıfsallığının ve toplumsallığının yeniden tanımlandığı ve fiili/fiziki mekânlar ötesinde sanal mekâna kaydığı yeni bir dinamizmle karşı karşıyayız. Alternatif üniversite fikri üzerine düşünmeyi de onun için çok önemsiyorum. Suların ısındığı bir dünyada toplumsal muhalefetin anlamlı yanıtlar verebileceği en önemli yerlerden bir tanesi üniversite. Ömür gençliğin bu noktada taşıdığı önemi vurguladı. Ben ona şunu da eklemek istiyorum. İçinde bulunduğumuz koşullarda akademisyenlerin de gençler kadar olgunlaşmaya başladığı kanaatindeyim. Türkiye örneğinin de ötesinde söylüyorum, oldukça güvencesiz son derece zor koşullarda akademisyenlik yapmaya çalışan geniş ve gene genç kesimler var. Biraz daha farklı özellikler taşısa da, Türkiye’de de bırakın koşulları araştırma görevliliği kadrolarında başlayarak bir pozisyon bulabilmenin kendisi büyük sorun olmaya başladı. Geldiğimiz noktada sadece öğrencisiyle değil akademisyeniyle de üniversitenin bugünkü var olan proje karşısında farklı bir şeyler söyleyebilecek bir olgunluğa gelirken, pandemi süreciyle mekânsal organizasyonun güçleştirildiği kanaatindeyim.
Son bir şey daha söyleyip tamamlayayım. Türkiye örneğinde bir neoliberal ve muhafazakâr projelerin bir rezonansını görebiliyoruz ve bu rezonansın önemli alanlarından bir tanesi yine üniversitedir. Dolayısıyla üniversite bu ikili ve birbiriyle etkileşime giren, yer yer iş bölümü yapan, yer yer de çelişen iki gücün rezonansı tarafından önemli bir dönüşüme uğratıldı. Bir tarafta AKP projesi bir muhafazakarlık. Aynı ölçüde AKP’nin de içinde olduğu ama AKP ile de sınırlanamayacak neoliberalizasyon boyutu var. Türkiye’de üniversiteler üzerinden -biraz önce alt sınıfların yukarı mobilite sağlayamadığı, orta sınıfların kendini yeniden üretemediği, bu açıdan üniversiteleri ve de eğitimi kullanamadığı vurgusunu da hatırda tutarak- muhafazakar kesimin kendine bir cephe açtığını söyleyebiliriz. Bu noktada hem birikim açısından üniversiteleri kullanıyor, hem de bir ideolojik aygıtı elinde tutuyor. Aynı zamanda çok seçici ve sınırlı bir kesime hizmet edecek şekilde bir mobilite yaratmak açısından da kullanıyor. Öbür tarafta, bununla da ilişkili bir biçimde, işin neoliberal boyutunda müthiş bir sömürü, dışlama ve eğitim almanın geçmişte yarattığı araçların kullanılamadığı bir emek pazarı ile de karşı karşıyayız. Dolayısıyla pandemi koşullarını bir kenara bırakırsak, bu gerilim doğrultusunda Türkiye açısından önümüzdeki dönem üniversitenin çok çatışmalı bir alan haline geleceği kanaatindeyim. Bu öngörüm şununla da besleniyor: Üniversite gençliği geçmiştekinden çok daha büyük çelişkilerle karşı karşıya, çok daha büyük sıkıntılar çekiyor. Dolayısıyla çeşitli boyutlarıyla bir toplumsal eşitsizlik ve kendini yeniden üretememe meselesi üniversitede önümüzdeki dönemde öyle ya da böyle çok büyük yer bulacak. Bu virüsün, üniversitenin yüz yüzelik alanı olmaktan çıkartılması konusunda önemli bir kaynak olacağını görebiliriz. Bu virüsü gerekçe olarak kullananların giderek bir başka virüsten korkmaya başlayacağı bir gelecekle karşı karşıyayız. Gençliğin son derece virütik hale geldiğini düşünüyorum önümüzdeki döneme yönelik olarak. Orada Ömür’le örtüşüyoruz. Aynı biçimde akademisyenlerin de bir bölümünün virütik hale geldiği kanaatindeyim. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yasakçılık bu tür bir virütik hale karşı strateji olacaktır, öbür virüs gerekçe gösterilerek.
Ömür Birler: Ben Tarık’ın söylediklerine somut örneklerle yanıt vermek istiyorum. Türkiye’de bu değişimin gerçekleşmesi için birkaç yıla daha ihtiyaç olduğunu düşünüyorum fakat ABD’de iki farklı üniversitede hocalık yapan iki farklı arkadaşımdan duyduğum hikâyeleri kısaca özetleyeceğim. Birisi, City University of New York’ta hoca. New York kentine oldukça uzakta yaşayan öğrencilerinin %80’i çalışıyor ve aslında sadece bir üniversite diploması almak için oraya geliyorlar. Sözünü ettiğim arkadaşım da bütün bir yaz boyunca Sosyoloji Bölümü’nde hocalık yaptı. Bunun için online eğitim seminerleri aldı çünkü okul en başından itibaren dersleri uzaktan eğitim ile yapacağını söylemişti. Bu durum öğrencilerin de çok işine geliyor çünkü dediğim gibi çalışıyorlar. Normal koşullarda envaî çeşit ulaşım aracıyla oldukça uzak bölgelerden ders almak için okula gelen Amerikalı orta-alt sınıf insan için zaten çok ciddi bir yatırım. Uzaktan öğretime geçilmesi -hele ki asenkron olduğunda- bir yandan çalışırken diğer taraftan da derecelerini alabilecekleri, üstelik de hala “online eğitim sertifikası” değil, gayet de City University of New York’tan derece alacağı bir durum ortaya çıkardı. Diğer arkadaşım ise ABD’nin “üst ligdeki” üniversitelerinden birinde İktisat Bölümü’nde hocalık yapıyor. Buradaki hikâye bambaşka. Henüz Haziran ayında üniversite asla online eğitime geçmeyeceğini söylüyor. Bilmem kaç milyonluk yatırım yapıyor; bütün sınıflar, havalandırmalar elden geçiyor. Oturma düzeni, hocanın öğrenciyle nasıl karşılaşacağı gibi detaylar düzenleniyor. Bütün üniversite çalışanları öğrencilerini her Pazartesi ve her Cuma test etmek üzere bir dönemlik PCR testi satın alıyor. Sonuçta, uzaktan öğretime geçmeyeceğim, diyor.
Bu iki yükseköğretim kurumunun aldığı tavırda bence son derece kasıtlı denebilecek iki farklı strateji görüyoruz. Basitçe ellerindeki kaynaklarla alakalı olmanın ötesinde, kendilerini birer üniversite olarak bu piyasa içerisinde nerede tanımlayacaklarına dair bir karar bu. Belli ki Kuzey Amerika’nın hiyerarşik üniversite sistemi içerisinde Ivy League üniversitelerin arasına girmek isteyen okulların yüz yüze eğitim yapması gerektiği gibi bir ayrım doğuyor. Yüz yüze eğitim yapmak bir ayrıcalıktır. Buna da ancak o üniversitelere gidebilen üst orta sınıf öğrenciler ya da belki bursla gidebilen %5-10’luk başarılı öğrenciler hak kazanabilir. Geri kalan üniversiteler için söz konusu olansa, online eğitim diye bir seçeneğin olduğu bir ortamda, böyle bir altyapı yatırımı yapmadan, vadettiği eğitim profiline de uygun olarak emek piyasasının içerisindeki başka bir pozisyonu doldurmaya yönelik eğitimlerini, yüz yüze eğitimin masraflarından da kurtularak sürdürmek. Dolayısıyla üniversite sıralamaları içerisinde online eğitim ile mezun olmak ve yüz yüze eğitim almış olmanın ben ABD örneğinde çok hızla üniversiteler arası bir ayrışmaya dönüşeceğini düşünüyorum. Buna devam edeceklerdir, çünkü çok işlevsel. Tarık hocanın da söylediği gibi belki de karar verdikleri gibi bir şey değil bu, ama kucaklarında buldukları andan itibaren çok çok sevdikleri bir şey. Aynı zamanda emek piyasasının da çok işine gelen bir ayrım bu. Bence, 7-8 yıl sonra “Online eğitim alanları istemiyoruz, yüz yüze mezunları tercih edebiliriz” gibi iş ilanları ya da diplomalarda böyle bir ibare gördüğümüzde bu bizi şaşırtmamalı. Burada Agamben’in söylediği ancak bu bağlamda düşünülürse anlam kazanabilir. Online eğitime devam etme kararı almanın koşullar gerektirdiği için değil “Ha bunun başka avantajları varmış, hem öğrenci için de iyi olabilir aslında bizim için de iyi olabilir” mantalitesini gördüğümüz andan itibaren yeni bir ayrımcılığı tekrar üretmek anlamına geleceği için bence anlaşılır hale gelebilir. Yoksa öbür türlü ben açıkçası çok anlamıyorum. Türkiye’ye bu tür bir yapılanmanın tahvili, nasıl olur ne kadar sürede olur şüpheliyim. Hiç olmayabilir de. Mekânsız bir üniversite hiç olmayacak bir şey de olabilir Türkiye’de. Ya da YÖK hemen bunun yolunu yapmaya çalıştı örneğin. Belki belirli bir takım üniversitelerde atıyorum Kırşehir üniversitesinde belki Karadeniz Teknik’te illaki kötü taşra üniversitelerinin ismini vermemiz gerekmiyor gayet de kurumsallaşmış belirli bir yaşı doldurmuş Türkiye’nin eski üniversitelerinde de bu tür bir uygulamaya geçebilir. Türkiye’deki izdüşümü tam olarak buna mı tekabül eder emin değilim. Türkiye’deki izdüşümü konuştuğumuz AKP ve onun bütün otoriter politikaları içerisinde bir yere de tekabül eder. Sadece emek gücünün işgücünün nasıl bölümlendiği ile ilişkilendirilecek bir şey değil onu zaten bölüyor şu anki Türkiye’deki üniversiteler, online olması ayrıca bir şey çıkartmayabilir ama bütün bu üniversiteyi hedef alan AKP’nin gayet de işine gelecek bir şey haline gelebilir.
Bu sadece örgün eğitimde özel okulların veliler dava açmasınlar o yüzden yüz yüze eğitim başlasın baskısı değil Bilkent’in yaptığı. Ben bunu sağlarım öğrencime diyor. Ben de senin gibi okuyorum ve çok benzetiyorum ABD’deki iki kontrast örneğe. Dolayısıyla mekânsızlaşan üniversite aslında bütün bu neoliberalleştiği ölçüde kendine demin Tarık’ın söylediği diplomalı yedek iş gücü ordusu bambaşka bir formda yaratmak üzerine kuruluyor. Çok cuk oturacak bir şey çünkü. Ama bunun için gerçekten Kuzey Amerika’daki kadar oturmuş çoktan piyasalaşmış bir üniversite sisteminin hızla karar alacak ve işte bunu yeni bir formda uygulayacak sisteme ihtiyaç var. Türkiye o aşamada değil, o yüzden buraya gelmesi buradaki formunu bulması ne kadar sürer emin değilim diye. Ama ben bunun çok hızla orada işleyecek bir sistem olduğuna neredeyse eminim.
Son bir soruyla bitirelim: Nalbantoğlu’na referansla söylemek gerekirse, “fikirlerle yaşayanların” ya da “Dalgın Thaleslerin” bu üniversitede yeri yok mu? Eğer öyleyse, yine onun sözleriyle soralım: “hâl böyleyken bu gibi gerçekler karşısında bazılarımız neden hâlâ değişik düşün uğraşlarına onmazcasına sarılıyor, mecazi ya da gerçek anlamda şirketleşmesini neredeyse tamamlayan günümüz kitle üniversitesi ve öteki akademik çatılar altında ya da dışında inatla sürdürmeye çalışıyor?” Sizler burada nasıl bir pozisyonu savunduğunuzu düşünüyorsunuz? Alternatif nerede?
Barış Mücen: Şu da bir soru tabii: Bir taraftan nasıl oluyor da halen bizim gibi, sizin gibi insanlar var burada? Biz zaten başka türlüsünü yapamıyoruz. Bunu söylerken “Ben çok iyiyim, gerçek akademisyen ve bilim insanı benim; orada üniversiteyi mahveden birileri var” demek istemiyorum. Benim başka bir şey yapabilme durumum yok zaten. Yarın bir gün buradan da atılabiliriz belki ama neticede bunu yapmaya devam ediyoruz. Bunun da bir yeniden üretimi var anladığım kadarıyla. Kuşakta da bir devamlılık var gibi. Buna gereğinden fazla anlam yüklemenin de anlamı yok elbette. Sadece şunun altını çizmek istiyorum: Biz alternatif derken genellikle çok kenarda kalmış bir anlayışı kastediyoruz halbuki onun yarattığı çelişkinin kendisi üzerine düşünmek gerekiyor. “Alternatif” ifadesini kullanmak konusunda çekinceliyim. “Bir gerçek var burada, siz de bir alternatifsiniz” demek gibi oluyor. Eleştiriyi alternatiflere yöneltmek yerine, tam da merkezde yer alan fikrin kendisi üzerine bir mücadeleye girişmek gerekiyor. Mevcut konjonktür içinde, tam da etkili olan o fikrin kendisine yönelik bir eleştiriyi dile getirmek gerekiyor.
Tam da bu yüzden, hakikat ve bilgi, üniversiteyi savunurken yalnızca bir cephe. Üniversite dediğimiz sadece gelip hakikat ürettiğimiz, bilgi ürettiğimiz bir yer değil. Burada korumamız gereken aslında tam da üretilen bu yaşamın kendisi. Yukarıda Mustafa’nın manastır örneğinde de olduğu gibi, hakikat arayışının ötesinde, bir yaşamın üretilmesi söz konusu. Bunu yeniden üretebilmek çok önemli. Bu anlamda üniversite yaşamı içerisinde de genç insanların gelip bu yaşamı birlikte belli şekillerde üretmesi, bizim için çok değerli. Ben hep derslerimde de söylerim: Burada biz sadece iki-üç saat buluşuyoruz ama sizin aranızdaki muhabbetler de çok değerli. Sizin derginiz bunun örneklerinden biri. Niye böyle bir dergiye ihtiyaç duyup yapıyorsunuz bunu? Çünkü kendi yaşamınızı üretmeye çalışıyorsunuz. Üniversite ile doğrudan bağlantısı yok aslında ama üniversite sizi bir araya getiren bir yer oluyor. Bizim bir taraftan üniversite iddiası ile üretmeye çalıştığımız da bunun gibi şeyler. Sonuç olarak, burada savunulması gereken şeylerin başında tam da bu yaşamın kendisi olduğunu söylemek gerekiyor. Bunun ne kadar önemli olduğunu giderek daha fazla fark etmeye de başladık.