10 Haziran 2021’de Ulusal Seçim Süreçleri Ofisi (ONPE), Peru’nun yeni cumhurbaşkanını seçmek için yapılan seçimin ikinci tur sonuçlarını yayımladı. Seçimi kazanan Özgür Peru Partisi’nin (PL) sol adayı Pedro Castillo oldu. 8,740,712 oy toplayan Halk Gücü Partisi’nin (FP) aşırı sağcı rakibi Keiko Fujimori’ye karşı Castillo 8,800,486 oy aldı. Fujimori, -Latin Amerika’da Sağ siyasetin izlediği modeli takip ederek- seçim sürecinde hile ve usulsüzlük olduğu iddialarını gündeme getirdi. Fujimori’nin meşru sonuçları bozmaya yönelik bu girişimleri aslında kişisel zorunluluktan kaynaklanmakta.
Fujimori, üst düzey bankacılar da dâhil en güçlü yerel kodamanlardan oluşan bir gruptan seçim kampanyasına illegal para almasından kaynaklı otuz yıl hapis cezası ile karşı karşıya. Fujimori’nin siyasi kariyeri, kokain trafiği ile ülke hükümetinin farklı kollarına derinlemesine yerleşmiş ve hatta yargı içerisinde “Cuellos Blancos” adıyla bilinen yolsuzluk ağları ile iç içe geçmişti. Başkanlığı kazanmak, aleyhindeki cezai süreci beş yıl daha durduracaktı. Ancak gelinen noktada sorunsuz bir şekilde kaçamayacak; bilakis, hakkındaki yolsuzluk davasının takibini yapan başsavcı, Fujimori için hâlihazırda önleyici hapis cezası talep etmiş durumda.
Güç İlişkilerinde Değişim
Castillo’nun zaferi önemlidir çünkü ülkenin politik yapısındaki durağanlığı bozacaktır. Peru’da bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimi, 2016 yılında gerçekleşti. O zamandan bu yana dört cumhurbaşkanı değişti: 2018’de Martín Vizcarra, Pedro Pablo Kuczynski’nin yerini aldı ve Kasım 2020’de Kongre tarafından düşmanca bir şekilde görevden alındı. Halefi Manuel Merino, Vizcarra’nın devrilmesi sırasında ortaya çıkan halk ayaklanmasına sadece beş gün dayanabildi ve yerini ABD’de eğitim almış bir teknokrat olan Francisco Sagasti’ye bıraktı. Peru’nun siyasi elitleri, kendi fırsatçı stratejileri dışında kalan her şeye gözlerini yumdukları yapay bir seçim boşluğu yarattı. Kongre ise büyük ölçüde şarlatanlar, mafya, evanjelik mezhepler ve hırsız baronlardan oluşan bir birliğe indirgendi.
Solun galibiyeti, yeni bir güçler ilişkisi başlattı. Kuzey And bölgesi Cajamarca’da bulunan Chota eyaletinde yaşayan çiftçi bir ailenin oğlu Pedro Castillo, Peru’nun en büyük sendikası olan ve 300 bin ila 400 bin üyeye sahip öğretmenler sendikasından gelmekte. Kampanya süresince Lima’nın elitlerine seslenmek yerine, kırsal bölgelerdeki fakirleştirilmiş topluluklara ulaşmayı hedefleyerek işçi sınıfına dönük bir kampanya yürüttü. Piyasanın devlet tarafından düzenlenmesini, devlet planlamasını, stratejik sektörlerin kamulaştırılmasını, gelire göre artan oranlı bir vergi planı aracılığıyla vergi toplamanın iyileştirilmesini, ulusötesi sermayeyle yasal sözleşmelerin yeniden müzakere edilmesini ve kârın ülkeye dönüşünün yeniden kontrol altına alınmasını sağlamak gibi bir dizi programın dahil olduğu post-neoliberal bir program ortaya koydu.
Castillo dış politika cephesinde ise anti-emperyalist bir duruşu destekledi. İlk yüz gününde, hayır kurumu gibi görünen ama de facto bir ABD istihbarat operasyon merkezi olan Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı sınır dışı etme, ülkedeki ABD askerî bölgelerini kapatma ve bunların yanı sıra Venezuela’nın sosyalist hükümetini devirmeye çalışan, aynı zamanda Peru’nun başkentinde kurulan ve bölgedeki sağcı hükümetlerin oluşturduğu bloktan geri çekilme sözü verdi.
Peru Tarihinde Yeni Bir Sayfa
2021 cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları, tarihî bir öneme sahip çünkü hâlihazırda var olan ve madunların zayıf hareketine karşı elitlerin egemenliğini yansıtan ekonomik-politik gidişatın sıfırlanması anlamına gelmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki “bırakınız yapsınlar” modeliyle karakterize edilen ekonomik patlama, Peru elitlerinin ekonomik gücünü istikrara kavuşturmuştur. Bu serbest piyasa politikaları 1960’lara kadar sorgulanmadan geçerliliğini sürdürdü. Takip eden süreçte ihracat yavaşladıkça, büyümeyi teşvik edecek müdahaleci stratejiler uygulanmaya konuldu. 1959 Sanayi Yasası ile ekonomide hafif bir düzenleme gerçekleştirildi ancak yasanın teşvik ettiği imalat, dar bir tabanda yükseldi ve önemli ölçüde özellikle ABD’den gelen yabancı yatırımların egemenliğinde kaldı.
Reformist Fernando Belaunde hükümeti ise geçmişten bir kopuşu temsil ediyordu. Bu dönemde ekonomik çeşitlilik ve toprak reformu için ilerici planlar ortaya koyuldu. Bununla birlikte, General Juan Velasco Avarado yönetiminde tam teşekküllü modernizasyon planları ancak 1968 askerî darbesinde Belaunde’nin görevden alınmasından sonra başlatıldı. Avarado yönetimi, öncelikle yukarıdan aşağıya dönüştürücü bir değişim süreci yürürlüğe koymuş olmasına rağmen, güçler dengesi bu süreçte işçi sınıfı lehine değiştirildi. Velasco hükümeti (1968-1975) ise radikaldi. Eski tarım oligarşisinin gücünü kırmaya çalışan bir tarım reformu uyguladı. Sadece dağlık arazilerdeki değil, aynı zamanda daha önce reforma direnen ve güçlü çıkarların bulunduğu, çok daha üretken kıyı vadilerindeki topraklar da yeniden dağıtıldı.
Tarım reformunun yanısıra Velasco hükümeti, özellikle madencilik, petrol ve bankacılık sektörlerindeki sömürüyü, yabancı sermaye çıkarlarını hedef alan bir dizi kamulaştırmaya başladı. Ekonomideki devlet müdahalesi önemli ölçüde yükseldi ve siyasal elitler,medya oligarşileri üzerindeki kontrollerini büyük ölçüde kaybetti. Askerî hükümet iddialı bir harekete yol açtı. Ulusal Sosyal Seferberlik Destek Sistemi (SINAMOS) gibi kurumsal mekanizmalar aracılığıyla katılımı düzenlemeye çalışırken; radikal kanattan yükselen enerji, devletin kontrolü sürdürme yeteneğinin sınırlarını hızlıca aştı. Sosyalist gündem kırsal sektörde (tarım reformunun teşvikiyle), imalat sektöründe ve büyük şehirlerin çeperlerindeki hızla büyüyen gecekondu yerleşimlerinde hegemonya kazandı. 1975’te daha muhafazakâr generalleri iktidara el koymaya, Velasco’yu ortadan kaldırmaya ve devlet odaklı deneyimi sona erdirmeye teşvik eden, işte bu artan toplumsal baskıydı.
Burjuvazi, General Francisco Morales Bermude (1975-1980) askerî yönetimi ve ardından Belaunde sivil hükümeti (1980-1985) tarafından kurulan liberalleşme paradigması aracılığıyla gücünü hızlıca yeniden merkezileştirmeye başladı. 1982 borç krizi, iklim felaketleri ve gerilla isyanının yayılmasının ardından Sendero Luminoso (SL) neoliberalleşme yönelimini bozmak için bir araya geldi ve Alan García (1985-1990) devlet odaklı bir yaklaşımı yeniden inşa etti. Uluslararası alacaklılara yapılan ödemeleri sınırlayarak ve ülke içindeki talebi arttırarak ekonomiyi yeniden düzenlemeye çalıştı. Bu önlemler ise hiperenflasyona ve ekonomik çöküşe neden oldu.
Fujimori’nin babası Alberto, 1990’da Washington ve IMF tarafından desteklenen bir liberalleşme paketini başlattı. Neredeyse tüm kamu şirketlerinin özelleştirilmesiyle, piyasaların kapsamlı bir şekilde kuralsızlaştırılmasıyla, Peru piyasalarının sınırsız ithalata açılması ve özellikle madencilik gibi kilit sektörlerde yabancı yatırımlara ölçüsüz teşviklerin sağlanmasıyla acımasız bir neoliberal deneyim ortaya koydu. Üstelik Fujimori, 1979 Peru Anayasası’nı askıya alıp Kongre ve yargı sistemini feshettiği 5 Nisan 1992’deki autogolpe ya da kendi kendine darbe süreci ile siyasal sistemi de yeniden yapılandırdı. Autogolpe’den 2000’deki seçime kadar olan süreçte, gücü üzerinde herhangi bir etkili kontrol olmaksızın, giderek artan bir yozlaşma ve otoriterleşen bir hükümet aracılığıyla Fujimori yönetimi devam etti. Şimdilerde yolsuzluk ve insan hakkı ihlallerinden hüküm giyen Alberto Fujimori, hapis cezasını çekiyor. Ayrıca Grupo Colina gibi anti-komünist ölüm timlerinin faaliyetleri kapsamında cinayet ve insan kaçakçılığından da suçlu bulundu. Cumhurbaşkanı olarak, binlerce siyasi cinayet ile “Yerli halklar sorununu” çözme çabalarının bir parçası olarak sunulan ve çoğunlukla Yerli Amerikalı Quecha kadınların dâhil olduğu yüzbinlerce kişiyi zorla kısırlaştırma politikasına başkanlık etmişti.
Neoliberal değişikliklere direnme açısından düşünüldüğünde, Peru solu başarısız oldu. Bir zamanlar seçim gücü olan Birleşik Sol (Izquierda Unida), bu süreçte pasif kaldı. Ciddi iç bölünmeler yaşayan Sol, 1990’larda kayda değer bir alternatif oluşturamadı. Örgütlü emek gücü, 1980’lerin sonunda doğru işçilerin yaşam koşullarının çöküşüne karşılık vermekte yetersizdi ve takiben gelen kamu şirketlerinin özelleştirilmesi süreci de örgütlü emek üzerinde büyük hasar bıraktı. Bu sırada SL içindeki iç çatışmalar, Sol’un geçmiş yıllarda inşa ettiği kırsal örgütlenmeleri yok etti ve bu alanların sağın ellerine geçmesine neden olarak Fujimori ile Sağın hegemonyasının pekiştirilmesine yardımcı olan bir soruna yol açtı.
2000 yılında demokrasiye dönüş, ekonomik modelde bir değişikliğe yol açmadı. Alejandro Toledo (2001-2006) döneminde, bazı demokratik reformlara rağmen neoliberal model bozulmadan, sağlam bir şekilde kaldı. García (2006-2011) döneminde ise özellikle ticaretin serbestleştirilmesi ve ülkenin yabancı yatırımlar için daha çekici hale getirilmesi ile neoliberal model daha da güçlendirildi. Ollanta Humala (2011-2016) neoliberalizme muhalif bir pozisyonda iktidara geldi ancak göreve başlarken vadettiği heterodoks politikaları bir kenara atmak konusunda oldukça hızlı davrandı. Böylesi bir tarihsel bağlam dikkate alındığında, Castillo’nun seçim başarısı benzersizdir çünkü yönetici sınıfın halk karşısında yenilgisini temsil etmektedir.
*Yanis Iqbal’in 14 Haziran 2021 tarihinde Socialist Project- The Bullet’da yayımlanan bu yazısı, Yener Çıracı tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir.