Komünizm, ‘mistik’ ve ‘gündelik’ komünizm olarak adlandıracağım iki ana türe ayrılabilir. Bu iki komünizm türünden, ‘ideal’ ve ‘ampirik’ ya da ‘aşkın’ ve ‘içkin’ komünizm biçimleri olarak bahsetmek de mümkün.
(Büyük K harfi ile yazılan) mistik Komünizm bir tarih teorisidir; bir zamanlar var olan ve bir gün yeniden geri döneceği umut edilen sınıfsız bir toplumun teorisidir. Fazlasıyla bilinen mesiyanik bir biçimselliği vardır. Aynı zamanda belirli bir mutlaklık anlayışı üzerine kuruludur. Şöyle ki, bir zamanlar kabileler vardı, ve bir gün tamamıyla komünist ilkeler uyarınca düzenlenmiş uluslar olacak: Yani -bizatihi mutlakiyet olarak- ‘toplum’un, toplumsal üretimi düzenlediği bir yerde, mülkiyetten doğan eşitsizlikler var olmayacak.
Buna karşın (küçük k harfi ile yazılan) gündelik komünizm, böylesi mutlakiyetçi bir genel çerçeveyi reddederek ve klasik komünist ilke olan ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ ilkesinin aslında nerelerde uygulandığını görmek için insan hayatının her alanında gündelik pratikleri keşfederek anlaşılabilir. Bu bağlamda komünizm, bir karşılıklı yardımlaşma beklentisi olarak herhangi bir yerde ortaya çıkan bütün bir insan toplumsallığının temeli olarak görülebilir; komünizm, bir işbirliği ilkesi olarak kriz zamanlarında kendiliğinden ortaya çıkar; komünizm, bir dayanışma olarak neredeyse bütün toplumsal güven ilişkilerinin temelini oluşturur. O halde gündelik komünizm, tekil bir ‘toplum’ içerisinde bütün ekonomik faaliyetleri koordine eden, daha geniş düzenleyici bir organ değildir; aksine, herhangi bir toplumun ya da her türden insan ilişkisinin gerekli temeli içinde zaten var olan ve bir ölçüde de onu şekillendiren bir ilkedir. Hatta kapitalizm bile, (her ne kadar pek çok açıdan kusurlu bir sistem olduğu aşikar olsa da) komünizmi yönetmek için var olan bir sistem olarak görülebilir. Şimdi bu iki komünizm türüne sırasıyla daha detaylı bakalım.
Mistik Komünizm
Mistik komünizm bir zamanlar var olan ya da gelecekte bir zamanda var olacak olan, bütün mülkiyet ayrımlarından arınmış ve her şeyin ortak olarak paylaşıldığı bir toplum fikridir. İkinci olarak, günümüzde benzeri düzenlemeleri daha küçük ölçekte yeniden yaratmayı amaçlayan, ilham kaynağı açısından da çoğu zaman dinsel olan bir sosyal deneye atıfta bulunur. Son olarak bu terim, gelecekte böylesi bir toplum oluşturmayı amaçlayan kitlesel siyasi hareketleri ya da rejimleri biraz esnek bir biçimde kapsayacak tarzda kullanılır.
M.Ö. 500’lerdeki Çin ‘Tiller Okulu’ndan M.S. 500’lerdeki Persli Mazdek’lere ve komünist ilkelere dayalı ütopyacı toplulukların biçimlendirdiği (Esseniler içerisindeki bazı gruplar gibi) daha küçük mezheplere kadar bazı örnekler, bütün mülkiyet ayrımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan sosyal hareketlerin antik dünyada zaman zaman ortaya çıktıklarını gösteriyor. Kaynaklarımızın oldukça sınırlı olmasından dolayı, böylesi hareketlerin amaçları ve ideolojilerine yönelik genel bir resim sunabilmek şöyle dursun, ne ölçüde yaygın olduklarını tespit etmek bile oldukça güçtür. İnsanlık tarihinin -özellikle Afrika, Pasifik ve Amerika kıtasının tarihinin- büyük kısmı bizler açısından basitçe kaybolmuştur. Tarihini kaybettiğimiz bu bölgeler, bahsi geçen hareketlerin muhtemelen en yaygın ve başarılı olduğu bölgelerdir aynı zamanda. Örneğin Amazon bölgesi ve Kuzey Amerika’nın nam salmış eşitlikçi toplumlarının çoğu, yüzyıllar önce karmaşık kentsel uygarlıklar görmüş topraklarda yaşıyordu. Bu toplumları, bahsi geçen uygarlıkların çöküşünden kalan mülteciler olarak mı yoksa onları deviren isyancıların torunları olarak mı görmeliyiz? Eğer ikincisi ise, bu durum bizlere onların toprak, doğa ve mülkiyete dair fikir ve pratiklerinin -ki en başta erken dönem Avrupalı “ilkel komünizm” anlayışlarına ilham olmuşlardır- geçmiş nesillerin başarılı devrimci ideolojileri olduğunu söyleyebilir mi? Olası gözüküyor, fakat biz, basitçe söylemek gerekirse, bilmiyoruz. Genellikle Paleolitik çağın yaşayan fosilleri olarak muamele gören !Kung, Hadza ya da Pigmeler gibi Afrika’nın avcı-toplayıcıları veya Nuer, Maasai gibi eşitlikçi pastoralistler binlerce yıldır çiftçilerin, devletlerin, krallıkların olduğu alanlarda yaşıyorlar. Ne ölçüde bireyci mülkiyet rejimini reddettikleri, mülkiyetin reddiyesi ile ilişkili olarak sosyal örgütlenmeleriyle ilgili herhangi bir noktanın Paleolitik dönemle benzerlik gösterip göstermediği ya da ne ölçüde kendilerini çevreleyen popülasyonun değerlerinin bilinçli bir reddiyesini sundukları kesinlikle açıklığa kavuşmuş değil.
Hâlâ “Batı geleneği” olarak adlandırdığımız şeye geri dönecek olursak, ki bu çok da matah bir nedene dayanmıyor, mülkiyet ayrımının her zaman var olmadığı fikri antik yazarlarca sıklıkla tekrarlanmaktadır ve yaygın kanı da bu yöndedir. Mülkiyet, Justinyen Digest’in belli pasajları ile Roma Hukuku’nda kutsanan bir hâl kazanmıştır. Bu pasajlara göre mülkiyet ayrımları doğa yasalarına dayanmaz; aksine, savaş, hükümet, kölelik ya da toplumsal eşitsizliğin bütün biçimleri gibi ius gentium’un (uluslararası hukukun) -ki özellikle de savaşın kullanımının- hemen ardından ortaya çıkmıştır. Bu pasajlar, on ikinci yüzyıl Batı Avrupası’nda Roma Hukuku’nun yeniden canlandığı zamanlarda geniş çaplı tartışmalar yaratmış; İncil’deki cennet hesaplarıyla ve İsa’nın öğretileriyle, Havarilerin denemeleriyle ve Aziz Basil gibi zenginliğin özel mülkiyetine karşı çıkan bazı ilk dönem Kilise Babalarının yazılarıyla birleştirilmeye çalışılmıştır. On üçüncü yüzyıl boyunca süregelen, özellikle de Fransisken ve Dominikenler arasındaki ünlü örneği bilinen “apostolik yoksulluk” tartışması, her şeyden önce bizatihi özel mülkiyetin meşruiyeti ve özel mülkiyet olmaksızın bir toplum yaratmanın olabilirliği üzerinedir. Geç Orta Çağ Avrupası’nda, kilise içerisindeki bu gibi argümanlar -şimdilerde ‘sapkınlık’ olarak anılan- popüler dinî hareketlerde yankılandı. On beşinci yüzyılda Orta Avrupa’yı ordularıyla domine eden Taboritler gibi pek çoğu, açıkça komünistti. Erken modern dönemde İngiltere’deki Kazıcılar’dan Almanya’daki Anabaptistler’e kadar benzer dinî komünizm hareketleri ortaya çıktı ve bu hareketler, otoriteler tarafından neredeyse her zaman şiddet kullanılarak bastırıldı. Benzeri bir Hristiyan komünizminin, on dokuzuncu yüzyılda Çin’in önemli bir bölümünü kontrol altına almış Taiping isyancılarının hareketine yansıdığı da gözlenebilir.
Geleneksel toplumlarda çıkan ayaklanmaların nam salmış bir özelliği olarak söyleyebiliriz ki, bu ayaklanmalar geçmişteki bir toplumsal düzene yönelik ütopik fikirlere ya da ilahi bir vahiy aracılığıyla gösterilen gelecekteki topluma yönelik mesiyanik bir bakış açısına, ya da bazen bu iki fikrin her ikisine birlikte yönelirler. Geçmişte toplumsal bölünmelerin var olmadığı zamanlara yönelik fikir (‘Adem toprağı kazarken, Havva ip eğiriyordu; peki o zaman efendi kimdi?’)[1] ve bu zamanların doğal olarak yeniden geri geleceğine dair mesihsel bir bakış açısı mevcuttur.
Oldukça benzer bir tarihsel perspektifin on dokuzuncu yüzyılın işçi hareketlerinde sık sık kendini yeniden göstermesi şaşırtıcı değildir. Günümüzde kullandığımız anlamıyla ‘Komünizm’ kelimesi, ilk defa 1835 ve 1845 yılları arasında kullanılmaya başlandı. Marx’a göre, Komünizm devrimci mücadelenin nihai varış noktasıydı ve ancak belirsiz siyasi çekişmelerin ardından tam olarak gerçekleştirilebilirdi. Marx bir anlamda komünizmin, işçilerin kapitalizme karşı aktüel öz-örgütlenmelerine içkin olduğunu savunurken; bu mücadelenin süregelen bir süreç olduğunu ve sonucunun da döneminin mevcut burjuva kategorileri kullanılarak tahayyül edilemeyeceğini saptadı. Bu durum, komünizmin ne olduğunu tanımlamaya yönelik ünlü reddiyesinde olduğu gibidir. Böylesi bir tanımlamaya en çok yaklaştığı Alman İdeolojisi’nde verdiği ünlü örnekte, bilim-kurgusal bir öngörüye değil; bunun yerine ‘ilkel komünizm’den etkilendiği açık olan bir resme geri dönmeyi tercih etmiştir:
İş bölümünün başladığı noktada, her bir tekil kişinin kendisine dayatılan ve ondan kaçamadığı belirli, tek bir faaliyet alanı vardır. Kişi avcıdır, balıkçıdır, çobandır ya da eleştirmendir ve eğer geçim kaynaklarını kaybetmek istemiyorsa, öyle kalmalıdır. Buna karşın hiç kimsenin tek bir faaliyet alanına sahip olmadığı ve her bir kişinin istediği herhangi bir faaliyeti gerçekleştirebildiği komünist bir toplumda; toplum, genel üretimi düzenler ve bu durum, bugün bir şey yaparken ertesi gün bir başka şey yapıyor olmamı; avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmadan gönlümden geçtiği biçimde sabahları avlanıp öğleden sonraları balık tutmamı ve akşam yemeğinden sonra da eleştirmen olmamı mümkün kılar.
Elbette ki burada bahsi geçen örnekler, lafın gelişidir. Marx, her ne kadar bu örnekleri komünizmde iş (ki can sıkıcıdır) ve boş zaman aktivitesi (ki keyif vericidir) arasında yaptığımız yapay ayrımların anlamını yitireceğini göstermek için kullanmış olsa da, devrimden sonra çoğu insanın vaktini esas olarak avcılık ya da balıkçılıkla uğraşarak geçireceğini öne sürmez. Değinmeye çalıştığı esas nokta, ‘özel mülkiyet’, ‘iş bölümü’ ve ‘toplumsal eşitsizlik’ olarak adlandırdığımız şeylerin hepsinin nihayetinde aynı olduğu ve özgür bir toplumun yalnızca bu üçünü de ortadan kaldıran bir toplum olabileceğidir. Tam da bu nedenle, Komünizmde farklı şeyler yapan farklı kişilere bölünmek yerine, yalnızca ortak insanlıkça tanımlanan Türsel Varlıklar olabileceğimiz konusunda ısrar eder. Bunun pratik bir yansıması olarak, her birimiz farklı roller arasında gidip gelmekte özgürüzdür, ki bu belli ki toplumsal cinsiyet rollerinde bile geçerli olabilir, çünkü Marx, iş bölümü tartışmasına kadın ve erkek arasındaki bölümlenme ile başlar fakat açıkça gerçek dışı olan ilkel öngörüye dayanmasından ötürü, bunun gerçekte nasıl işleyeceği konusunda kasti olarak tahmin yürütmekten kaçınır.
En önemlisi de Marx için Komünizm, bizatihi kendi eylemlerimizin garip ve tanınmaz biçimlerde bize geri dönmesine neden olarak aslında yaşamak istediğimiz dünyayı birlikte yaratmamızı imkansız hale getiren mülkiyet rejimi tarafından üretilmiş yabancılaşmanın üstesinden gelmek anlamına gelir:
İnsanın kendine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu şekilde aşkınlığı ve böylece insanın özünün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesi olarak komünizm; ve dolayısıyla insanın bir sosyal (insan) varlık olarak tam anlamıyla kendine geri dönüşü, bilinçli ve önceki gelişiminin bütün zenginliğini kucaklayarak gerçekleştirdiği bir geri dönüş olarak komünizm. Böyle bir komünizm, tamamıyla gelişmiş bir natüralizm olarak, hümanizme eşittir ve tamamıyla gelişmiş bir hümanizm olarak, natüralizme eşittir. İnsan ile doğa arasındaki ve insan ile insan arasındaki çekişmenin hakiki çözümüdür; varlık ile öz, nesneleştirme ile kendini doğrulama, özgürlük ile zorunluluk ve birey ile tür arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.
1848 yılında Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanmasının ardından, ‘komünizm’ sözcüğü onların özgül politik projeleriyle ve bu proje üzerine inşa ettikleri sınıfa, kapitalizme, emeğe ve sömürüye dair eşit derecede özgül teorik analizleriyle neredeyse kalıcı bir şekilde özdeşleşti. Yine de ‘komünist’in bir biçimde ‘Marksist’ anlamına gelmesi biraz zaman aldı. Örneğin, ‘liberteryan komünist’ kavramı genel olarak ‘anarşist’in eş anlamlısı olarak kullanılırdı. On dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmında anaakım literatür içerisinde ‘komünistler’, genellikle Marksistler ya da anarşistlere işaret etmeyip; aksine basit bir biçimde komünlerin ya da benzeri ütopyacı denemelerin yaratıcıları ya da savunucularından bahsetmek için kullanılırdı. Bu kullanımın güzel bir örneği, Charles Nordhoff’un 1875’te yayımlanan The Communistic Societies of the United States [Birleşik Devletlerin Komünist Toplumları] adlı çalışmasıdır. ‘Komünizm’in bu kullanımı hiçbir zaman tamamıyla yok olmadı ve günümüzde ‘komünizm’in basitçe komünlerin iç örgütlenmesine işaret edecek şekilde kullanıldığı ‘Görünmez Komite’ tarafından yazılan Çağrı ve Yaklaşan İsyan adlı denemeler gibi örneklerle geri döndü.
Rus devriminin başarısıyla birlikte bu vurgu, büyük ölçüde değişti ve yirminci yüzyıl boyunca ‘Komünizm’ günden güne daha da artarak Komünist Partilerin ideolojilerine işaret edecek şekilde kullanıldı. Bunun bir uzantısı olarak, sonrasında Soğuk Savaş döneminde bu partilerin rakipleri tarafından ‘Komünist rejimler’i tanımlamak için kullanıldı. Sonuç olarak dünya nüfusunun büyük kısmı için olmasa da pek çokları için ‘Komünizm’, ‘eski Sovyetler Birliği ve onun müttefikleri, Maocu Çin ve diğer Marksist rejimlerin devlet güdümlü ekonomisi altında hüküm süren bir ekonomik sistem’ anlamına gelmeye başladı. Bu noktada, oldukça derin tarihsel bir ironi mevcut çünkü bu rejimlerin hiçbiri kendilerini tanımladıkları biçimiyle aslında Komünizmi gerçekleştirdiklerini iddia etmediler. Kendi sistemlerini daha çok ‘sosyalist’ olarak adlandırdılar, ki bu, teknolojik ilerlemenin, daha iyi eğitimin ve refahın nihai olarak devletin sönümlenmesini sağlayacağı geleceğin belirsiz bir noktasında gerçek Komünizme dönüşebilecek proletarya diktatörlüğüne giden bir geçiş sürecini içerir.
Gündelik komünizm
“Reel komünizm” tabiri eleştirel bir terim olarak ortaya atıldı: Sosyalist devrimciler sürekli olarak yaratmak istedikleri rejimlere dair konuştu fakat neredeyse hiçbir koşulda, vizyonlarının kendisini sosyalist addeden rejimlerin gerçek başarıları ile yargılanmasını istemediler. Bu durum şu soruyu akla getiriyor: “reel” komünizmden söz etmek mümkün mü? Eğer duruma devletçi bir çerçeveden bakarsak ve komünist ilkeler etrafında örgütlenmiş bir “toplum” olarak gösterilebilecek bir öğe arayışına girersek cevap açıkça hayır olacaktır. Bununla birlikte, bu bakış açısı mümkün olan tek yaklaşım biçimi değildir. Ben, diğerleri ile birlikte tüm insan toplumlarında değişken derecelerde bulunabilecek bir ilke belirlemekten yanayım. Dünyevi karakteri, sıradan bir bakışla görmeyi neredeyse imkansız kıldığından, bu durumu “gündelik komünizm” olarak adlandırıyorum.
Bunu başarma yolunda, komünizmin klasik “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” tanımından yola çıkmak ve akabinde bu ilke etrafında örgütlenmiş insan ilişkileri ve örgütlenme biçimleri nerede var oluyorsa bulmak ve incelemek en iyi başlangıç olarak görünüyor. Bu arada bu ifadenin kökeni de oldukça ilginçtir. Bu ifade yaygın fakat yanlış bir şekilde Karl Marx’a atfedilir fakat on dokuzuncu yüzyılın ilk birkaç on yılında Fransa’daki işçi hareketlerinde kullanılan bir slogan gibi görünüyor. Yazılı olarak ilk ortaya çıkışı da 1839 yılına, Louis Blanc adlı sosyalist eylemcinin “L’Organisation du travail” isimli kitabına dayanıyor. Blanc bu ifadeyi, hükümetin endüstri için yeni bir temel olarak kurmasını arzu ettiği “toplumsal atölyeler” fikrinin örgütsel ilkelerini tanımlamak için kullanıyor.
Marx bu ifadeyi çok uzun bir zaman sonra, 1875’te Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde ele alıp, kendine özgü biçimde, teknolojinin mutlak maddi bolluğu sağlayacak ve bu sayede hakiki insan özgürlüğünü mümkün kılacak bir noktaya erişerek topluma bir bütün olarak kök salması şeklinde tahayyül ettiği durum için kullandı. Louis Blanc’ın algısındaki komünizm, insan faaliyetlerindeki emeği koordine etmenin kesin bir biçimi olarak bütün insan toplumlarında mevcut olsa da bütünüyle yeni değildir. Örneğin, sık sık “anarşist komünizmin” kurucusu olarak anılan Peter Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma (1902) adlı eserinde komünizmin en doğru biçimde basitçe “insan işbirliği” olarak görülebileceği ve işbirliğinin bütün insani başarıların ve pek tabii insan hayatının nihai temeli olduğunu yazarken, birazdan göreceğiniz analize çok benzer bir bir durumu işaret eder. Bununla birlikte, benim önerim kapsam olarak çok daha geniş.
1. İşbirliği olarak komünizm
İşbirliği olarak komünizm, herkesin ortak bir proje üzerinde işbirliği yaparcasına hareket ettiği ya da en azından böyle hareket etmemek için spesifik bir sebebin -örneğin bazılarının kahve alabileceğini ama diğerlerinin alamayacağını söyleyen hiyerarşik bir işbölümü- olmadığı zamanlarda, buna uygun davrandığı biçimdir. Bozuk bir su borusunu tamir eden bir insan “bu civatayı sıkmama yardım edebilir misin?” dediğinide, iş arkadaşları Exxon-Mobil, Goldman Sachs veya Burger King için çalışıyor olsalar bile genelde “peki bunun karşılığında ben ne alacağım?” demez. İronik bir biçimde “komünizmin işlemediği” yönündeki geleneksel akıl göz önüne alındığında bu durumun sebebi basit verimliliktir. Eğer bir işin bitirilmesini gerçekten umursuyorsan, görevleri kabiliyetlere göre bölüştürmek ve insanlara bu işi bitirmek için neye ihtiyaçları varsa onu vermek, bir işi ele almanın açık bir şekilde verimli yoludur. Bunun anlamı da tabii ki planlı ekonominin -hükümet bürokrasisini, üretimin her boyutundan ve mal ile hizmetlerin bölüşümünden belirli bir ulusal bölge içinde sorumlu tutmanın- mümkün diğer alternatiflere göre çok daha verimsiz olma eğilimi göstermesidir. Bu göz önüne alındığında, Sovyetler Birliği gibi devletlerin, kendilerini tek başlarınayken bir süper güç olarak var ettiğini hayal etmek bile güçtür. Cevap, en totaliter bürokrasilerin bile ancak kuralların gayri resmî yorumlanışı ve bu bürokrasilerde çalışan insanların işbirliği ile işlevli olabilmesinde saklıdır. (Bkz: Kayıtdışı Ekonomi)
Kapitalizmin en büyük skandallarından birinin, birçok firmanın kendi içinde komünist ilkelere göre işlemesi olduğu söylenebilir. Doğrudur, hususi olarak demokratik bir biçimde işlememe eğilimindeler. Çoğunlukla, yukarıdan aşağıya askerî bir emir-komuta zinciri biçiminde organize oluyorlar. Fakat bu noktada hâlâ ilgi çekici bir gerilim mevcut çünkü gerçekte yukarıdan aşağıya emir komuta zincirleri pek de verimli değil (üsttekilerin aptallığını, alttakilerin bıkkınlığını teşvik etme eğilimindeler). Doğaçlama hareket etme ihtiyacı arttıkça, demokratik işbirliği ihtiyacı da artar. Mucitlerin hep farkında oldukları ilkeyi, start-up kapitalistleri ve bilgisayar mühendisleri yeniden keşfetti. Sadece herkesin hakkında konuştuğu ücretsiz yazılım benzeri şeylerde değil, işletmelerinin organizasyonunda bile bu ilke artık geçerli. Apple Bilgisayarlar buna meşhur bir örnek. Apple, Silikon Vadisi’nde IBM’den ayrılmış, sayıları 20 ila 40 arasında değişen, birbirlerinin garajındaki laptopları ile demokratik çemberler oluşturan (ekseriyeti cumhuriyetçi) bilgisayar mühendisleri tarafından 1980’de kuruldu. Bu, muhtemelen, insanların sel, elektrik kesintisi, devrim ya da ekonomik çöküş gibi büyük felaketlerin hemen ertesinde yine aynı şekilde hareket etmesinin, yani kaba ama iş görür bir komünizme meyletmesinin de sebebi.
2. Temel toplumsallık olarak komünizm
Böylesi süreçler yaşamış herhangi biri, durumun kendine has yönlerini hemen fark edebilir: Bu gibi felaket anlarında yabancılar kardeş gibi, insan toplumu ise sanki yeniden doğmuş gibi görünür. Bu önemli bir nokta çünkü burada basitçe işbirliğinden söz etmiyoruz. Aslında, komünizm insanın tüm sosyalleşme olanığının temelidir. Toplum fikrini mümkün kılan şey de budur. Gerçekten düşman olmayan herhangi bir kimsenin, hiç olmazsa bir nebze “herkesten yeteneğine göre…” ilkesi etrafında hareket etmesinin beklenebileceğine yönelik bir varsayım her zaman mevcuttur. Örneğin; bir yere nasıl gidileceğini öğrenme ihtiyacı içindeyseniz ve yolu tarif edebilecek bir kişi varsa, size yolu tarif edecektir.
Sohbet, komünizme bilhassa yatkın bir alandır. Bu, yalanların, aşağılamaların, hakaretlerin ve sözlü şiddetinin diğer biçimlerinin önemini reddetmek anlamına gelmez. Fakat bunların çoğu bir komünizm varsayımı üzerine inşa edilmiştir çünkü bir hakaret, insanların normalde başkalarının hissettiklerini kaale alacağını varsaymadığınız sürece sizi yaralamaz. Ayrıca, normalde sizden doğruyu söylemenizi beklemeyecek birine yalan söylemek de imkânsızdır. Biriyle kurduğumuz dostane ilişkileri kesmek istediğimizde, onlarla konuşmayı tamamen bırakmamız son derece önemlidir. Aynı şey, birinden çakmak ya da bir sigara istemek gibi küçük nezaket örneklerinde de geçerlidir. Böyle durumlarda, isteneni sağlamanın maliyeti, düşünmeye bile gerek kalmadan rıza göstermemizi sağlayacak kadar minimaldir. Aynı durum, bir yabancı bile olsa birisi olağanüstü ve uç bir durumda yardıma ihtiyaç duyduğunda da geçerlidir. Örneğin, biri boğuluyorsa ya da bir çocuk metro raylarına düştüyse, yardım etmeye gücü yeten birinin yardım edeceğini düşünürüz.
Bu durumu “temel toplumsallık olarak komünizm” diye adlandırıyorum: İnsanlar birbirlerini tamamiyle hasım olarak görmedikleri sürece, ihtiyaç yeterince büyükse ya da ihtiyacı karşılamanın maaliyeti yeterince makulse, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin hayata geçeceği anlayışı. Pek tabii, farklı topluluklar “makul ihtiyaç nedir” sorusuna farklı standartlar koyabilir. Örneğin, kişiler üstü bir kentsel çevrede, bu ihtiyaç bir çakmak veya yol tarifi istemekle sınırlı kalabilir. Birçok insan toplumunda, direkt bir yiyecek talebi ya da başka bir yaygın tüketim maddesine yönelik talep reddedilmesi imkânsız bir konumda olabilir. Bu, birçok toplumda tam da bu nedenle sosyal sınırları sürdürmenin yolları haline gelen, en sıradan, çeşitli günlük yiyecekler için geçerlidir. Örneğin, kan davalarının hüküm sürdüğü birçok Avrupa ve Orta Doğu ülkesinde insanlar potansiyel rakipleri ile birlikte ekmek ve tuz[2] yemekten çekinirdi çünkü eğer yerlerse, bu insana bir zarar vermeleri artık hoş görülemez olurdu.
Yemek paylaşımı tabii ki halen ahlakın temellerinden biri olarak değerlendiriliyor fakat aynı zamanda başlıca keyif biçimlerinden de biri (kim nefis bir öğünü tek başına yemek ister ki?). Ziyafetler birçok yerde sosyalleşebilirliğin şahikası olarak görülür. Popüler bir festivalin alametifarikası olan özenle hazırlanmış oyunlar, gösteri alayları, performanslar; bir tür müşterek altyapının üzerine inşa edilmiş, toplumu karakterize eden değiş-tokuş yapıları gibidir. Böyle bir durumda, paylaşılan şenlik deneyimi yalnızca toplumun ahlaki altyapısı değil, aynı zamanda en temel haz kaynağıdır. Şüphesiz ki münferit hazlar da her zaman var olacaktır fakat birçok insan için günümüzde bile en keyif alınan aktiviteler neredeyse her zaman bir şeyi paylaşmayı içerir: müzik, yemek, likör, uyuşturucular, dedikodu, dram, yatak. Tam da bu nedenle, eğlenceli olduğunu düşündüğümüz pek çok şeyin kökeninde belli bir duygular komünizmi vardır.
Sonuç
Gündelik sosyalizmin sosyolojisi potansiyel olarak devasa büyüklükte, fakat ferdi ideolojik at gözlüklerimiz nedeniyle hedefi göremediğimiz için, yazamadığımız bir alandır. Örneğin Marcel Mauss, anne ve çocuk gibi yakın akrabalar, genelde kardeşler, bazen de yakın arkadaşlar ve kardeşler arasında mevcut olan “bireysel komünizm”den bahseder. Bu bakımdan, herhangi bir “toplum”un, sonsuz komünist ağlarca örüldüğü tasavvur edilebilir. Bu tip ilişkilerde, eğer bir ihtiyaç hasıl olursa her şey paylaşılabilir. Bireyler arasındaki diğer ilişkilerde, her bir tarafın diğeri üzerinde oldukça sınırlı türde bir hak iddiası vardır; balık ağlarını onarımına yardım etmek, savaş durumunda yardımına gelmek veya düğünü için bir büyükbaş hayvan sunmak. Bu pratikler de eğer bir ihtiyaç oluştuğu anda talep hemen pratiğe dökülebiliyorsa komünist sayılabilir. Benzer biçimde, tüm üyelerin ihtiyaç halinde bu tür taleplerde bulunabileceği gruplar vardır: yardımlaşma dernekleri, müşterek sigorta kurumları vb. Modern sigorta firmaları ironik biçimde doğası gereği komünist olan ilkelerin ticari şekilde evriminin sonucudur. Son olarak, bir kurumdan bir futbol kulübüne, bir dinî kardeşliğe kadar kendiliğinden örgütlenmiş herhangi bir sosyal grubun ne tür şeylerin mutlaka paylaşılması gerektiğine ve ortak kaynaklara kolektif erişime dair belirli kuralları olacaktır. Bu durum elbette müştereklerin kolektif yönetimine dair literatüre gölge düşürüyor, fakat sosyal grupların (klanlardan başlayarak köyler vb.) çoğu zaman karşılıklı komünist bağımlılıklar yaratmak için tamamen yapay kurallar oluşturduğunu belirtmek önemlidir. Örneğin antropologlar, bir toplumun kendini rastgele iki bölüme ayırdığı, her iki tarafın da evlerini inşa etmek, ritüel hizmetleri sağlamak ya da birbirlerinin ölülerini gömmek için ne zaman bir ihtiyacı olursa olsun tamamen karşı tarafa itimat ettiği yarı yarıya bölünmüş toplum sistemine [moiety] aşinadır.
Komünist ilişkiler sonsuz bir çeşitlilikle mevcuttur fakat iki ortak karakteristik her zaman öne çıkar. İlk olarak, hesap kitaba dayanmaz. Örneğin, Iroquoi köyünün bir tarafının, bu yıl kendilerinin karşı tarafın altı ölüsünü gömdüğünden ama karşı tarafın kendi ölülerinden yalnızca ikisini gömdüğünden şikâyet etmesi gibi bir durum asla görülmez. Bu delicedir. Bu şekilde hesap tutmak delice görüldüğünde, komünizmin huzurundayız demektir. Delice görünmesinin nedeni de şudur: herkes ölecektir ve köyün iki tarafı da eninde sonunda diğerinin ölüsünü gömmek için orada olacaktır. Bu nedenle, hesap tutmak anlamsızdır. Bu da diğer karakteristiği beraberinde getirir: borçların hemencecik ya da kısa vadede silindiği değiş tokuşun aksine komünizm, sonsuzluk varsayımına dayanır. İnsan, zihinsel düzeyde bunun gerçekten doğru olmadığını bilse bile her zaman var olacakmış gibi davrandığı kişilerle (örneğin annelerimiz gibi) toplum her zaman var olacak gibi komünist biçimde hareket edebilir.
Bu nedenle, insan ilişkilerini şu üç türden birini almaya meyilli kabul ederek analiz edebiliriz: komünist ilişkiler, hiyerarşik ilişkiler veya değiş tokuş ilişkileri. Değiş tokuş karşılıklılık ilişkilerine dayanır, fakat bu da ilişkilerin aniden iptal edilebileceği (piyasadaki gibi anında ödeme olduğunda) ya da hediye geri verildiğinde, borç ödendiğinde eninde sonunda iptal olacağı anlamına gelir. Değiş tokuşa dayalı insan ilişkileri tabiatları gereği geçici, ancak ödeme yapıldığında iki tarafın da eşit konumlara dönmesi açısından en azından eşitlikçidir. Hiyerarşi, karşılıklı değiş tokuş ilkesinden ziyade teamüllere dayalıdır; eğer bir kişi astına ya da üstüne bir hediye veriyorsa, benzer koşullar altında bunu tekrar yapması beklenir. Hiyerarşi, kalıcı olduğu varsayılması ve bu nedenle de hesap tutmayı içermemesi yönüyle komünizmi andırır, fakat tabii ki komünizm temel olarak eşitlikçi olma eğilimindedir.
Bunu birkaç radikal çıkarım takip ediyor. Bir tanesi ile bitireceğim. Eğer bu tanımı kabul edersek, bize kapitalizme dair yeni bir perspektif sunar. Bu, komünizmi örgütlemenin bir yoludur. Taban sosyalleşmesine içkin işbirliği ve güven insan ekonomisinin ve toplumunun her zaman temelleri olacağından, geniş çapta bölüştürülmüş her ekonomik ilke komünizmi örgütlemenin bir yolu olmalıdır. Kapitalizmi, komünizmi örgütlemenin kötü bir yolu hatta eninde sonunda sürdürülemez bir yolu olarak gören bizlere bir soru: komünizmi örgütlemenin daha adil bir yolu varsa neye benzemektedir? Bilhassa, komünist ilişkileri hiyerearşi biçimlerine kayma eğlimindan caydıracak olanı. Emeğin biçimi ne kadar yaratıcı olursa, daha eşitlikçi işbirliği biçimlerinin de bir o kadar fazla olacağına inanmak için nedenler mevcuttur. Belki de bu yüzden anahtar niteliğindeki soru şudur: insani işbirliğinin şu anda bildiklerimizden daha az hiyerarşik ve daha az boğucu, daha eşitlikçi ve yaratıcı biçimlerini nasıl icat edebiliriz?
İleri okumalar
Blanc, L. (1839) L’Organisation du travail. Au Bureau de Nouveau Monde, Paris. [‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ ilkesinin bahsedildiği ilk metin]
Cohn, N. (1972) The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages. Oxford University Press, New York. [Ortaçağ komünist hareketlerine dair klasik, fakat aynı zamanda kritik bir yaklaşım]
Dawson, D. (1992) Cities of the Gods: Communist Utopias in Greek Thought. Oxford University Press, Oxford. [Antik dünyaya dair başarılı bir özet]
Graeber, D. (2010) Debt: The First Five Thousand Years. Melville House, New York. [Gündelik komünizmin çeşitli tezahürleri için ayrıca bakınız, Ikinci Bölüm]
Invisible Committee, The (2004). Call. US Committee to Support the Tarnac 9, New York. [‘Komünizm’in komünalizm olarak çağdaş yeniden yorumu]
Kropotkin, P. (1902) Mutual Aid: A Factor of Evolution. William Heinemann, London. [Klasik anarşist komünizm, Kropotkin’in ‘karşılıklı yardımlaşma’sı ‘gündelik komünizme’ yakın bir okumadır]
Marx, K. and Engels, F. (1846 [1970]) The German Ideology. International Publishers, New York.
Marx, K. and Engels, F. (1848 [1998]) Manifesto of the Communist Party. Penguin, New York.
Mauss, M. (1990 [1925]) The Gift: Form and Reason of Exchange in Archaic Societies. Routledge, London. [Mauss’un klasik denemesi, bu küçük k harfi ile yazılan komünizme denk olan, ‘tam mütekabiliyet’ fikrini öne sürmektedir.]
Morgan, L. H. (1965 [1881]) Houses and House-Life of the American Aborigines. University of Chicago Press, Chicago. [Özellikle Engels için, komünal yaşamın etkileyici bir etnografisi]
Nordhoff, C. (1875) The Communistic Societies of the United States. Harper and Brothers, New York. [Özellikle dinî toplumlar üzerine iyi bir çalışma]
Priestland, D. (2006) The Red Flag: Communism and the Making of the Modern World. Allen Lane, London. [Stardart bir son dönem akademik tarih okuması]
Testart, A. (1985) Le Communisme primitif. Maison des Sciences de l’Homme, Paris. [Eski tarz ‘ilkel komünizm’in en iyi son dönem yorumu]
*Keith Hart, Jean-Louis Laville and Antonio David Cattani’nin hazırladığı The Human Economy: A Citizen’s Guide derleme kitabının içerisinde yer alan David Graeber’ın Communism başlıklı bu metnini Kübra Altaytaş ve Furkan Üstünbaş çevirdi.
[1] ç.n. 1381 Köylü İsyanları sırasında Rahip John Ball tarafından söylenmiştir.
[2] ç.n. ekmek ve tuz ikram etmek birçok Avrupa ve Orta Doğu toplumunda dostluk ve selamlaşma ritüelidir.