Yeni bir dünya düzeninin politik koşulları

Savaş, soygun ve şiddet kapitalist toplumun yeniden üretiminde nasıl bir işlev görüyor? Maurizio Lazzarato, Ekim 2024 tarihli “Neden savaş?” başlıklı makalesinin devamı olan bu yazısında, Marksist ve Foucaultcu üretim ve biyo-iktidar yorumlarının iç savaşlar, hükümet darbeleri ve sınıf mücadelesinin siyasal hayatta oynadığı kurucu rolü yeterince önemsemediğini ve bunun da pasifize edilmiş bir toplumsal düzen anlayışına yol açtığını savunuyor.

Ejército Revolucionario del Pueblo (ERP) gerillaları, Usulután bölgesindeki San Agustín sakinleriyle konuşuyor, 5 Temmuz 1983. Fotoğraf: Robert Nickelsberg, Getty Images

Öğretmen: Düşünün çocuklar, kendi kendinize sahip olmadıysanız bu nimetler nereden gelmiş olabilir?
Çocuk: Bana her şeyi babam getiriyor.
Öğretmen: Ona nereden geliyor?
Çocuk: Ona da dedemden.
Öğretmen: Peki dedene nereden geliyor?
Çocuk: O kendisi alıyor.

Marx, Kapital

Şu andaki politik kudretsizliğimiz savaşı ve iç savaşı eleştirel düşünceden defetmiş olmamızın doğrudan bir sonucu, ki bu da sınıf savaşını, yani devrimi defetmemizin bir sonucu. Günümüzde savaş meselesini gündeme getirmek, dünya pazarı meselesini gündeme getirmek anlamına geliyor.

Ne zaman ki savaş, iç savaş, soykırım ve faşizm (ve bunlarla birlikte, paradoksal bir şekilde, devrimin de imkânsız imkânı) açık açık manşetlere çıksa, kendimizi güçsüz bir pozisyonda buluyoruz zira bunlar kapitalist üretimin doğrudan bir sonucu olsalar bile yine de politik ekonominin eleştirisinin sunduğu kategorilerle anlaşılamazlar. Savaşların kapitalizmle ve onun üretimiyle nasıl bir ilişkisi söz konusu? Kapitalizmin gelişimi içinde bir kaza mı teşkil ediyorlar yoksa yapısal unsuru mu? Dahası, savaş ilan etme ve sürdürme gücü olan devletle sermaye arasında nasıl bir ilişki mevcut? Devleti ve egemenliğini dışarıda bırakan bir üretim kavramsallaştırmasının hâlâ geçerliliği var mıdır? Devleti, sermaye birikiminin basitçe bir işlevi ve ona tabi bir şey olarak görmeye devam edebilir miyiz?

Önceki yazımızda ABD egemenliğinin tesisisin, devletin finansa tabiyeti olarak hızlıca tarif ettiğimiz rol ile nasıl kol kola gittiğini görmüştük. Esasen, en yüksek ifadesini savaş ilanında bulan egemen güç, finansal güç olmaksızın kendisini ortaya koyamaz ve finansal gücün ekonomik tekeli, Amerikan devletinin de finansın da ayrılmaz bir koşulu olan dolarizasyonu dayatan politik-askerî kuvvet tekeli olmaksızın varlığını sürdüremez. Ekonomi ve politik iktidar (şunu da belirtmeliyim ki politik dediğimde askerî gücü de kastediyorum) karşılıklı olarak birbirlerini öncelerler, ancak hâlihazırda içinden geçmekte olduğumuza benzer süreçlerde, egemenin savaş ilan etme kararında ekonomik hegemonya sorunu belirleyici olsa bile politika (ve askerî güç) öncelik kazanır. Bizim toplumlarımızda ekonomik eylem ve politik-askerî eylem sıkı bir şekilde birbirleriyle ilintilidir, ki böylece tek bir Devlet-Sermaye makinesini oluştururlar ve bunun içinde devletin işlevi sermayeye araçsal ve tabi değildir. Devlet ve Sermaye ayrı ama kesişen amaçlar güder; Devletin iktidarındaki artış ve Sermayenin kârlılığındaki artış birbirini besler.

Politikanın ortadan kalktığı, devletin sönümlendiği doğru değil; devlet ve politika, kâr birikiminin ve iktidar birikiminin birlikte işlediği makinenin ayrılmaz parçalarıdır. İktidar ve devlet kavramları ve bunların gerçekliği 1960’lardan günümüze dek eleştirel teorinin odağında oldu. Hedeflerinden birisi de, egemenlik kavramının eleştirisi ve iktidarı üretimle özdeşleştiren ve devleti değer birikimi süreçlerinin basit bir işlevine indirgeyen Marksist yaklaşımın üstesinden gelmek olmuştur.

1970’lerin sonunda, Foucault’nun yönetimsellik kavramı (disipliner, biyopolitik, kontrol edici ve pastoral tekniklerin bir bütünü) bu amaca ulaşmış görünüyordu: Egemen iktidarı ortadan kaldırmak ve dışlamakla kalmadı, aynı zamanda ne üretim ne de devlet eylemine indirgenebilir olarak sunduğu günümüz toplumlarındaki iktidar mekanizmalarının işleyişini açıklayan ilişkileri içerdiğini iddia ediyordu. Birkaç yıl sonra Agamben, egemenliği ortadan kaldıran bu teorik ve politik müdahaleyi; yönetimsellik ile egemen iktidarı, biyoiktidar ile devleti birleştirerek ancak bu kategorileri tarih-ötesi gerçeklikler, yüzyıllar boyunca değişmeden kalan sabitlikler haline getirerek düzeltti. Her ikisi de kapitalizmi, onun dinamiklerini ve çelişkilerini ancak Katolik Kilisesi Rahiplerinin “ekonomik teolojisini”, politik ekonomi eleştirisine etkili bir alternatif olarak benimsemekle (ki bu baya absürt) veya kapitalizmin işleyişini, Foucault’nun disiplin eylemlerini açıklarken kabaca değindiği Kapital’in açılış bölümüyle özdeşleştirmekle dışlar.

Özetle, benim tezim basit: devlet ve onun egemenliği, kendisini savaş ilanında açıkça ortaya koyan kuvvet tekeli, ama aynı zamanda kamu idaresi iktidarı, Marksist sermaye ve üretim kavramlarıyla entegre edilerek okunmalıdır. Foucault’nun ve Agamben’in ıskaladığı, buna karşılık mevcut konjonktürün temelinde yatan bu ilişkiyi daha net bir şekilde açıklamaya çalışalım. Şu soruyla ilerleyebiliriz: 2007-2008 finansal krizinin ortaya çıkardığı durumu nasıl tanımlayabiliriz? Neoliberalizmin sonu ve disipliner, biyopolitik ve pastoral tekniklerin, bunları kullanma, askıya alma ya da basitçe bastırma iktidarına sahip olan savaş rejiminin ihtiyaçlarına tabi kılınmasını gerektiren yönetimselliğin iflası, bu durumun olumsuz koşulunu teşkil ediyor.

Alman ordoliberallerinin iddia ettiği gibi, Keynesyen devletle aynı yoğunlukta ve sıklıkta müdahale eden bir devlet tarafından yasal olarak tanımlansa ve etkinleştirilse bile, ekonominin piyasa ve rekabet koşulları tarafından düzenlenebileceği tezi, son 40 yılın ideolojisi – bunun için başka bir kelime yok – olmuştur ve eleştirel düşünce çoğunlukla, piyasa ve rekabet koşullarının gerçek bir şeye karşılık geldiğini kabul ederek buna itibar etmiştir. Fernand Braudel, ki kendisi bir Marksist değildir, bize kapitalizmin “her zaman tekelci olduğunu”, rekabetin rakipleri ortadan kaldırmaya yaradığını ve kapitalizmde piyasanın var olmadığını, çünkü bunun birkaç oyuncu tarafından kontrol edilen ve tam da rekabet sayesinde her zaman ve kaçınılmaz olarak tekelleşmeye yol açan bir “karşı-piyasa” olduğunu göstermişti.

Braudel, kapitalistlerin “kredi,” para, politik iktidar vs. yoluyla “oyunu kendi lehlerine bozmak için binlerce yola sahip olduklarını” yazmıştı. “Tekellere sahip olduklarından ya da on seferin dokuzunda rekabeti ortadan kaldırma gücüne sahip olduklarından kim şüphe edebilir?” Elbette ordoliberaller, neoliberaller, Foucault, Dardot ile Laval, Foucault’nun bütün öğrencileri ya da takipçileri, medya, politikacılar vs.

Neoliberal piyasa yönetiminin sona ermesinin bizi kapitalizm ve insanlık tarihindeki en büyük tekelci yoğunlaşmayla baş başa bırakmasını nasıl açıklayabiliriz? (bkz. önceki yazımız) Basitçe ekonomik merkezîleşmenin (politik merkezîleşme gibi) hiçbir zaman durmadığı gerçeğiyle. Aslında bu, neoliberalizm koşullarında, piyasa ve rekabet ideolojisiyle maskelenerek dramatik bir şekilde hızlandı. Braudel’e göre piyasa ve kapitalizm aynı şey değildir ve bunların birbirine karıştırılması muazzam bir kafa karışıklığına yol açmıştır, açmaya da devam ediyor. Kapitalizm ile neoliberalizmi birbirine karıştırmak da benzer şekilde büyük bir hatadır.

Bugünkü durumu kavramak için bir dizi olayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor: finansal kriz, popülizmler, yeni faşizmler, iç savaşlar, savaşlar, soykırımlar. Giovanni Arrighi bu dönemi bir “hegemonik geçiş aşaması” ya da “sistemik kaos” olarak tanımlardı. Daha açık olmak gerekirse, “hegemonik döngülerin” (Braudel, Wallerstein, Arrighi) sonunu işaret eden 2007-2008 finansal krizinin açtığı politik sürecin Marx’ın “ilkel birikim” ve Schmitt’in “istisna hali” olarak tarif ettiği şeyin özelliklerini taşıdığını iddia edebiliriz. Yani elimizde Mario Tronti’ninkinden farklı ve ondan biraz daha işlevsel bir “Karl ve Carl” var.

Bu konuda iki gözlemde bulunabiliriz: Tam da bu dönemde belirleyici bir rol oynayan sermayenin ve onun egemenlikle ilişkisinin bir resmini çıkarmak için Kapital’in ilk cildinin başından değil sonundan, yani ilkel birikimden başlayacağız. Marx bu dönemi, savaşların, iç savaşların, fetihlerin ve soykırımların yarattığı şiddet yoluyla sınıfların ve (mutlak) devletin oluşum çağı olarak tanımlar. Marx burada, kapitalist üretimin bir kez kendini kabul ettirdikten sonra kendi koşullarını yeniden üreteceğine inanma hatasına düşer. Bu ya kısmen doğrudur (belirli bir birikim tarzında, bu tarz krize girene kadar varoluş koşullarını yeniden üretir) ya da yanlıştır, çünkü bir birikim tarzından diğerine, örneğin Fordizmden neoliberalizme geçiş, Fordist üretim ile tüketimden ve Keynesyen devletten kendiliğinden ve içkin olarak ortaya çıkmamıştır. Devlet-sermaye makinesi, egemen iktidarın ve gerektiğinde askerî kuvvetin müdahalesini içeren 1969-1979 döneminin temsil ettiği bir kopuşun, bir süreksizliğin örgütlenmesinden geçmek zorundaydı. Sermaye ilişkilerinin, iktidar ilişkilerinin ve devlet biçiminin yeni konfigürasyonunu belirleyen sadece devlet değil, aynı zamanda politik olandır – başka bir deyişle; savaş, darbeler, devrimler, sınıf mücadelesi ve bunların sonuçlarıdır. İlk iş bölümü ekonomik değil daima politiktir, çünkü tahakküm edenleri ve tahakküm edilenleri üretmelidir; mülkü olanları ve olmayanları birbirinden ayırmalıdır. Özel mülkiyet sermayenin bir ön kabulü, sermayenin kendisi tarafından değil, devlet tarafından yaratılan ya da garanti edilen bir kurumdur. Kapital’de sunulduğu şekliyle üretimin örgütlenmesi ve fiili iş bölümü, daha sonra sınıflar arasındaki politik mücadeleler yoluyla tanımlanan güç ilişkilerini olağanlaştırmak üzere ortaya çıkar.

İkinci gözlem, hukuki, ekonomik ve demokratik normların askıya alınmasına izin veren; devleti, güç kullanımını ve savaşı hâkim kılan istisna hali kavramıyla ilgili. Ancak Agamben’in aksine, istisna hali olağanüstü halden ayırt edilmelidir. Bush’un Vatanseverlik Yasası ya da Covid sırasında devletler tarafından uygulanan tedbirler olağanüstü hal durumlarıdır. İstisna hali kavramını, küresel bir ekonomik ve politik düzenden diğerine geçişi işaret eden radikal kırılma dönemleri için saklı tutuyoruz: Ancien Régime’in (feodal) sonunu işaret eden Fransız Devrimi, gerçekte uzun bir küresel iç savaş olan iki Dünya Savaşı ve bu çatışmalar içinde yeni bir dünya düzeni (Soğuk Savaş) tanımlayan Sovyet (veya Çin) devrimleri. 1970’ler Fordizm’den neoliberalizme geçişi işaret ediyordu, tıpkı mevcut durumun neoliberalizmin sonunu ve tam da hâlihazırda süren çatışmadan doğacak “yeni”yi müjdelemesi gibi.

Belki de Schmitt’in kavramlarını ilkel birikimin tamamlayıcısı olarak benimsemek daha doğru olacaktır: “Yeryüzünün nomos”u, Marx’ın ilkel birikimi gibi fetihin, savaşın ve el koymanın yeni bir düzen ve yeni bir iktidar yarattığı ve kurumsallaştırdığı tarihsel bir olay. Bu olay, daha sonraki bir tarihte tesis edilecek olan normlara acilen ihtiyaç duymaz. Nomos güç kullanımı yoluyla devletin, toplumsal sınıfların ve iktidar ilişkilerinin biçiminin belirlendiği bir süreksizlik ânı, bir olay, bir yerdir. İlkel birikim, yani sermaye olmadan, Yeryüzü’nün nomos’u tamamen politik-tarihsel olurdu; oysa gerçekte, özellikle 19. yüzyılın sonundan ama esasen Fransız Devrimi’nden beri, ayrılmaz bir şekilde ekonomik ve politik hale gelmiştir (Arzu ettiği devletin, yani “toplumdan” bağımsız özerk bir devletin sonunun temel nedenini, 1830 ila 1848 arasında yaşanan kırılmadan bu yana indirgenemez hale gelen sınıf mücadelesinde gören Schmitt’in gayet farkında olduğu bir gerçek).

Yasa, hukuk sisteminin askıya alınmasıyla (Agamben) ortaya çıkan “içerisi ve dışarısı” arasındaki belirsizlik alanında değil, galiplerin ve mağlupların olduğu güç çatışmasından doğar. O halde toplama kampı hiçbir şekilde “modernliğin Nomos’u”, “gizli matrisi” olarak tanımlanamaz, çünkü olağanüstü hal gibi bu da bir düzeni yıkıp yenisini getiren stratejilerin yalnızca bir parçasıdır. Kural haline gelen, iktidarın olağan işleyişine dönüşen şey, bir istisna olarak kalan Yeryüzü’nün nomos’u değil, olağanüstü haldir. Pandemi yeni bir dünya düzenini tanımlamaz ama hemen ardından patlak veren savaş tanımlar. Agamben pandemi sırasında galeyana gelmişti ama savaş sırasında neredeyse ortadan kayboldu, çünkü tam da Yeryüzü’nün nomos’unu hukuk sisteminin askıya alınması sorununa indirgemişti. Buradan çıkarmamız gereken şey, istisna halinin taşıdığı “yasal boşluğun” yeni bir ekonomik ve politik hegemonya için, hatta mümkünse imkânsız bir devrim için savaşan güçlerle dolu olduğudur.

Hem ilkel birikimin hem de istisna hali/Yeryüzü’nün nomos’u durumunun kökeninde, hem devlet için iktidar hem de sermaye için kâr kaynağı olarak işleyen bir el koyma eylemi olan fethi buluruz. Devlet ile sermaye, el koyma, temellük etme yoluyla temasa geçer. Burada Karl ve Carl bize, üretimden önce almamız, temellük etmemiz, el koymamız ve elde edileni (toprak, insan, kaynaklar, üretim araçları, zenginlik vb.) sahip olanlar ile olmayanlar arasında bölüştürmemizgerektiğini söyler. Üretim ne sınıfları ya da mülkiyet kurumunu yaratır ne de üretim araçlarına ve üretimin gerçekleşmesi için gereken kaynaklara el konulmasını düzenleyebilir. Aksine, sahip olan ve olmayan, tahakküm eden ve edilen arasında el koyma ve bölüştürme eylemini varsayar. El koyma ve bölüşme için gereken devasa şiddeti uygulamada belirleyici olan şey güç kullanımı, savaş ve iç savaştır. Hakları [diritto] üretmeden önce bile, birilerinin bunları alması ve dağıtmasıgerekir. Marx için şiddet “bizatihi ekonomik bir güç” iken Schmitt’e göre yeryüzünün yeni nomos’unun gerçekliği hâlâ hem yeni bir ekonomik hem de hukuki güç haline gelen kuvveti içerir ancak bunun hukuki bir güç haline gelmesi muğlak bir şekilde onaylanır (muğlak bir şekilde, çünkü gerçek istisna hali -devrim, yeni dünya düzeni, iç savaş, vs.- hukuk tarafından disipline edilmiş bir moment olamaz, zira bu durumda hukuk kendini ve devleti kurtarmak için şiddeti düzenine entegre ederek kabul etmiş olur).

Marx’ın tanımladığı ilkel birikimde, tarihsel-politik yazılarında olduğu gibi, kendi durumumuzla mutatis mutandis birçok benzerlik buluyoruz: öznelerin çokluğu (esir ve köle tüccarları, kaşifler, korsanlar, rantiyeciler, finansörler, kapitalistler, köylüler, askerler, tüccarlar, vs. ); üretim ve sömürü biçimlerinin çokluğu (kölelik, bağımlı emek, ücretli emek, finansal sömürü ve kredi, vs.); şiddet biçimlerinin çokluğu (yerli halkların soykırımı, Avrupa’da müşterek toprakların ve Yeni Dünya’da “özgür” toprakların temellük edilmesi, fetihler, boyunduruk altına alma, iç savaş, emperyalistler arası savaşlar, vs.). Bu yayılmacı şiddet evresinde, merkezî rolü devlet oynar (“doğmakta olan burjuvazi onun sürekli müdahalesi olmadan yapamaz” ve “tüm ilkel birikim yöntemleri istisnasız olarak devletin gücünden faydalanır”) ama sadece askerî olarak şiddet tekelini elinde bulundurması açısından değil (“vahşi” diyor Marx), aynı zamanda kredi ve kamu borcunun yöneticisi olarak ekonomik açıdan ve özel yasalar (istimlak etme yoluyla dilenciye dönüşen köylülere karşı “kanlı yasalar”) çıkarabilmesiyle politik/hukuki açıdan.

XXIV. bölüm, Marx’ın günümüze taşınması gereken önemli bir savını içerir: bir düzenden diğerine (bu durumda feodalizmden kapitalizme) geçişi şiddetle hızlandıran, geçiş aşamasını güç kullanarak kısaltan devlettir.

Kapitalizmin gelişimi, devlet ve sermaye arasındaki ilişkiye radikal bir değişiklik getirmiştir. Her zaman karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde oldukları doğru olmakla birlikte, 19. yüzyılın sonundan ve özellikle 20. yüzyılın başından itibaren devletin ekonomi (Poulantzas) ve ekonominin devlet karşısındaki göreli özerkliği azalır ve bu iki gerçeklik iki başlı tek bir makinede bütünleşmeye başlar.

Neoliberalizmin doğumu ve ölümü

Mevcut duruma ilişkin verdiğimiz tanım (ilkel birikim ve istisna hali), neoliberalizm kavramının ortaya çıkarmış olabileceği belirsizlikleri ve kafa karışıklıklarını gidermemize olanak sağlıyor. Bu sistemin doğuşu ve hızla çöküşü ile ilgili deneyimlerden, belki de şu anda içinde bulunduğumuz durum için bazı dersler çıkarabiliriz.

İlerlemiş yaşım sayesinde, yönetimselliğin evreleri ile ilkel birikimin ve istisna halinin şiddetinin açığa çıktığı anlar arasındaki değişimi kendi gözlerimle görebildim ve deneyimleyebildim. İki dünya savaşı yeryüzüne yeni bir nomos dayattı (Batı’da Amerikan hegemonyası, Doğu’da Sovyet hegemonyası). Eşi benzeri görülmemiş güç ilişkileri daha sonra küresel Kuzey’de bazen Keynesyen, bazen sosyal demokrat bir yönetimsellik tarafından istikrara kavuşturuldu ve normalleştirildi. Amerikan liderliğindeki yeni sermaye birikimi 1960’ların sonunda bir krize girdi. ABD devlet-sermaye makinesi derhal, 1969’dan 1979’a kadar gezegeni kasıp kavuran ve Fordizm’den post-Fordizm’e geçişi sağlayan yeni bir ilkel birikim ve istisna hali başlattı. Devlet-sermaye makinesinin bu on yılda elde ettiği zafer, kredi ve finans merkezli birikime eşlik eden yeni bir yönetimsellik biçimi olan neoliberalizmin önünü açtı, ta ki neoliberalizm çökene kadar (2008). Birbirini tetikleyen finansal krizler, popülizm, savaş ve soykırım bu düzenin sonunu getirdi. Şimdi kendimizi yeni bir düzenin kurulduğu anlara özgü büyük bir şiddetin içinde buluyoruz (eğer büyük güçler başarılı olursa, ki bunun hiçbir garantisi yok!).

İlkel birikimin biçimi ve işlevi ile 1980’lerde başlayan ve şimdi gözlerimizin önünde çözülmekte olan yeni küreselleşmenin kökenindeki Yeryüzü’nün nomos’u hakkında bize daha net bir fikir verecek olan 1969-1979 periyodunda neler olduğuna yakından bakalım. 1968’de doruğa ulaşan küresel mücadele döngüsü, önce deneme-yanılma yoluyla, sonra da projesinden giderek daha emin bir şekilde yeni bir birikim biçimi tasarlamaya çalışan Amerikan devlet-sermaye makinesini politik strateji değişikliğine zorladı. Bu, 20. yüzyılın getirdiği çözümler sayesinde kitlelerin, içinde karşı-iktidar alanları yaratmayı başardığı Keynesyen devletin fiilen eleştirisi olan bir devlet inşa ederek, sınıf kompozisyonunun yenilgiye uğratılması ve dönüştürülmesiyle başlar. Yıkım süreci ancak politik öznenin en güçlü olduğu yerde başlayabilirdi: küresel Güney. Kissinger liderliğindeki ABD, faşist askerî kadroları kullanarak Güney Amerika’da örnek teşkil edecek bir dizi hükümet darbesi düzenledi. Devletin iç savaş ilan etme, istisna halini dayatma ve faşistleri kullanma gücü, binlerce komünist ve sosyalist üzerinde öldürme ve yaşatma hakkını elinde bulunduran gelişkin durumdaki kapitalizmde bile kendini gösteriyor. Kuzey’de ise, işçi sınıfının ücretler ve tüketimle mümkün kılınan sisteme göreceli entegrasyonu, daha basit bir şekilde politik yenilgiyi gerektiriyordu (Reagan ve Thatcher). Savaş sonrası dönemden 1968’e kadar hüküm süren hukuki, ekonomik, sosyal normlar ve teknikler askıya alındı. Resmî anayasayı ya da hukuku etkilemeksizin, fiilî anayasa altüst edildi ve kökten değiştirildi. Sermaye lehine radikal bir şekilde değiştirilen güç ilişkileri, Fordist üretim ve Keynesyen devlet içinde içkin olarak bulunmayan, ancak faşizmin silahlı gücü ve devletin politik gücü tarafından tesis edilmesi gereken yasal normlarda, ekonomik normlarda ve iktidar tekniklerinde fiili değişikliklerin koşullarını yaratır. Şiddet öncelikle devrimci özneleşme süreçlerine odaklanır. Yeni normlar, Latin Amerika’da olduğu gibi, gelişmekte olan bir sınıf mücadelesinin getirdiği “kaos” durumunda mecbur değildir. Bunları dayatmak için önce öznellikler düzeyinde bir düzen kurmak gerekir; sadece yenilmiş özneler yeni davranışları, yeni çalışma biçimlerini, yeni yeniden üretim tarzlarını benimsemeye istekli olacaktır.

Marx’ın ilkel birikim kavramında olduğu gibi, 1970’lerde de bir politik-ekonomik düzenden diğerine geçişi şiddetle zorlayan, geçiş aşamasını güç kullanarak kısaltan devletti. 1970’lerde Allende’nin başkanlık konutunu bombalayan, binlerce sosyalist ve komünist militanı (Kara Panterler üyelerine suikast düzenleyen, İtalya’da gerginlik stratejisini örgütleyen vs.) hapseden ve işkence eden kapitalistler değil, devrime karşı zafer kazanıldıktan sonra Güney Amerika hükümetlerinde faşist militer güçlerle yan yana oturan neoliberal ekonomistlerdi. Neoliberaller ancak darbelerin yarattığı “durumu” tamamen normalleştirdikten sonra (Schmitt’in bize söylediği gibi “egemen, normallik durumunun gerçekten hüküm sürüp sürmediğine kesin olarak karar verendir”), yeni normlar ve davranışlar dayatarak tek başlarına hüküm sürebileceklerdir. Devlet-sermaye makinesinin komutası yeniden tesis edildikten sonra, ücretler ve refah yerine borç ekonomisi ve kredili tüketime dayalı yeni bir galipler konsensüsü inşa edilerek durum normalleştirilecektir.

Yeni ilkel birikimin ve istisna halinin en önemli politik sonucu, kapitalizmde her zaman olduğu gibi, artık sanayi kapitalizmine değil finansa dayanan yeni bir özel mülkiyet yapılanması olacaktır: yeni servet dağılımı ilkesi artık üreticileri değil, hisse senedi, tahvil ve finansal varlık sahiplerini merkeze koymaktadır.

Neoliberalizm ancak devlet-sermaye makinesi politik ölümü gerçekleştirdikten sonra sınıflar arasındaki yeni güç ilişkilerinin yönetimselliği olarak devreye girer. Ancak o zaman biyoiktidar (disiplinler, biyopolitika, pastoral iktidar) yenilmiş öznellikler için “hayatı yönetme” misyonunu üstlenir ve onların boyun eğdirilmiş ve tabi kılınmış varoluşlarını yönetir. Foucault’nun tarif ettiği iktidar modeli (biyoiktidar) devlet şiddetine ya da egemenliğine değil, ekonomiye dayanır. Peki kapitalizm ile ekonominin örtüştüğü fikri hâlâ doğru mu? Finansal yağma, ilkel birikime el koymanın o korkunç şiddeti ve mülk sahipleri ile mülk sahibi olmayanlar arasındaki sınıf savaşıyla mükemmel bir şekilde somutlaşan güncel kapitalizmin, antropolojik olarak mübadele için donatılmış insanların birbirleriyle silahlı mücadeleden kaçınmak için İskoç ekonomi politiğinin steril yasalarına göre üretim ve ticarette rekabet etmeyi tercih ettikleri bir ekonomiyle çok az ortak noktası vardır. Biyoiktidar bu pasifize edilmiş rekabet ve piyasa imgesini kendine mal eder: amacı baskı değil, yönetilenlerin faaliyetlerini teşvik etmek, güdülemek ve canlandırmaktır; savaş için değil, barış için çalışır. Modeli, ne şiddet ne de düşman tanıyan pastoral iktidardır: “Pastoral iktidarın temel işlevi düşmanlara zarar vermek değil, gözettiği kişilere iyilik yapmaktır. Kelimenin maddi anlamıyla iyilik yapmak, yani onları beslemek, onlara rızık sunmaktır.”

Sınıf mücadelesinin taraflarını (hem devlet-sermaye makinesinin gücünü hem de devrimin gücünü) silerek biyopolitik yönetimselliği egemen iktidarın karşısına koyan bu sahici ideoloji, örneğin hem yönetimsellik hem de biyoiktidar kavramlarına borçlu olan sözde İtalyan Teorisinde eleştirel düşüncenin tam kalbine nüfuz etmiştir. Agamben, Negri, Esposito bu kategorileri farklı şekillerde benimsemekte, ancak Foucault’dan türeyen ön kabullerinin, toplumsal ilişkilerin bir modeli olarak iç savaşın (sınıf savaşının) terk edilmesi olduğunun farkında değil gibi görünmektedirler. İktidar ilişkisi artık hukuksal ya da savaşçıl değil, yönetimseldir. Ne sözleşmede ne şiddette ne de mücadelede aranmalıdır. Sovyetlerin dağılmasıyla tetiklenen dünya devriminin dayattığı ve 1960’lardan 1970’lere kadar yeniden üretilen dost-düşman ilişkisi, yönetenler ile yönetilenler arasında masum, barışçıl, uzlaşmacı bir ilişki haline gelmiştir: en fazla şu ya da bu şekilde “artık yönetilmemek” umulabilir. Foucault’nun ortaya attığı yeni iktidar kavramı, kapitalist Batı’nın şu anki pratikleriyle karşılaştırıldığında hiçbir işe yaramıyor.

Hiçbir zaman ortadan kalkmayan ama yönetimselliğin koşulunu oluşturan savaş ilişkisi, yönetimsellik artık kapitalizmin çelişkileriyle başa çıkamaz hale geldiğinde tüm şiddetiyle yeniden ortaya çıkar. Savaşı, iç savaşı ve soykırımı öngöremeyen, başka bir deyişle, kapitalizmin doğasını anlamaktan aciz olan tüm bu teorilerin başarısızlığının temelinde de bu ilişkinin bastırılması yatmaktadır.

Bu pasifize edici anlatılar biyoiktidarın temeli olan ekonominin krizi tarafından süpürülüp atıldı. Aslında hiç ortadan kalkmamış olan şey, bütün dehşetiyle yeniden ortaya çıktı: yani, yeni bir ilkel birikimin yeni bir dünya düzeni için politik koşulları yaratmaya hazırlandığının işareti, yaşam ve ölüm üzerindeki egemen güç. Klasik liberalizm Birinci Dünya Savaşı’nda silindi ama kapitalizm faşizm ve Nazizm ile ittifak kurarak kendini yeniden üretmeye devam etti. Neoliberalizm öldü, ancak kapitalizm savaş, iç savaş ve yeni faşizmlerle yenilenen ittifaklar yoluyla soykırımın korkunç şiddetini üstlenerek varlığını sürdürüyor.

Yeni bir üretim kavramı mı?

Söylediklerimizden, ilkel birikimin ve yarattığı muazzam şiddetin, tıpkı istisna hali ya da Yeryüzü’nün nomos’u ve her şeyden önce sınıf mücadelesi gibi, üretim kavramının ayrılmaz bir parçası olması gerektiği ve her durumda onun biçimini belirleyen ön varsayımları oluşturduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu şekilde, üretim kavramının, hatta Marksist üretim kavramının, çoğu zaman takipçilerini utanç verici bir ekonomizme sürükleme riski taşıyan belirsizliklerinden ve sınırlamalarından kesin olarak kurtulmuş oluruz. Şiddet, savaş, iç savaş ve soykırım sermaye birikiminin bir arızası değil, yapısal ve kurucu unsurlarıdır.

1960’larda ve 1970’lerde, Marksizmin o zamanki ekonomist sınırlamalarını aşmak amacıyla üretim kavramını zenginleştirmek ve genişletmek için çeşitli girişimlerde bulunuldu: libidinal ekonomi (Lyotard), duygulanım ekonomisi (Klossowski), kapitalist söylem (Lacan), arzulayıcı üretim (Deleuze ve Guattari), biyopolitika (Foucault) ve Negri’nin Spinozacı üretim olarak varlık ontolojisi. Tüm bu teoriler teorik açıdan ileri bir adım atıyor gibi görünse de (kapitalizmin arzular ve duygulanımlar aracılığıyla da işlediğinden), politik açıdan iki-üç adım geri attılar, çünkü üretimi savaşlardan ve sınıf mücadelelerinin radikalliğinden ayırarak kapitalizmin pasifize edilmesine katkıda bulundular.

Kapitalizm büyük bir şiddetten, katliamlardan, soykırımlardan, mülksüzleştirme ve köleleştirme uygulamalarından ve savaşlardan doğdu. Devlet-sermaye makinesi, devrimlerle özgürleşmeye yöneltilmediği takdirde, kriz Marksizminin iddia ettiği gibi yalnızca değişken ya da sabit sermayenin değil aynı zamanda insan türünün ve onun dünyasının da yok edilmesine doğru yaklaşan üretici emek güçlerinin ve teknolojinin gelişimiyle orantılı biçimde, yüzyıllar boyunca istikrarlı bir şekilde büyüyen bir barbarlıkla kendini yeniler, yeniden üretir ve dayatır.

Egemenlerimizi saran öfkeli kana susamışlık ne psikolojik bir özellik ne bir akıl hastalığı ne de yeni bir şey. Bu durum endişe verici bir düzenlilik içerisinde tekrarlanıyor ve bunu kapitalizm ve sermaye tanımının dışında tutmak tek kelimeyle budalaca ve intihar anlamına geliyor. Kapitalizmi piyasaya, iktidarı da disipline, yönetime ve biyopolitikaya indirgemek ve aslında (bir elinde politik iktidar diğer elinde de dinsel değil ekonomik iktidar sembolünü taşıyan) modern Leviathan yılmadan yaşama ve ölüme karar vermeye devam ederken bunların onun başını nihayet kestiğine inanmak, 68 sonrası eleştirel teorinin en feci sonuçlarından birisi oldu. Bu ölümcül stratejinin gerçekliği bugün kolaylıkla doğrulanabilir, ancak sınıf savaşının gerçekliğiyle yüzleşmek, artık nihai alacakaranlığında seyreden bir Batı’da imkânsız görünüyor. Kapitalist kâr ve devlet iktidarı birbirini besler, ancak ilkel birikimin istisna haliyle sinerji içinde hareket etmeye devam ettiği zamanlarda, egemenin öldürme, el koyma ve bölme gücü zorunlu olarak baskın çıkar. Bu güç artık yalnızca devletle özdeşleştirilemez, daha ziyade stratejiyi belirleyen ve yönlendiren devlet-sermaye makinesinin politik gücüyle özdeşleştirilebilir. Bu durumun öteki yüzü, ezilenlerin bakış açısından Leninist uğrak olarak adlandırılabilecek olan, yani devrimin imkânsızlığının mümkün hale gelebileceği uğraktır (her zaman olduğu gibi öznel koşulların uygun olması şartıyla).

Demokrasi nedir?

Demokrasi Batı’da çok kısa bir zaman için, 20. yüzyılın devrimleri ve sınıf mücadelesi sayesinde var oldu. Bu devrimler ve mücadeleler ortadan kalktığında ise liberallerin tasavvur ettiği şekline geri döndü: yani, mülk sahipleri için demokrasi (Marx Batı’da maddi anayasanın mülk olduğunu söylüyordu), savaş ve soykırım için demokrasi, faşizm için demokrasi.

Marksist ilkel birikimde bir şey eksik: aslında emperyalizm ile ortaya çıkan faşizm. Tekelci kapitalizm, rekabetçi kapitalizmin aksine, “eğer bir şeye doğru eğilim gösteriyorsa sosyalizme değil ancak faşizme, barbarlığa gösterir” diye belirtmişti Hans-Jürgen Krahl.

Devrimciler ve komünistler karşısında tarihsel faşizmin en ayırt edici yanlarından bir tanesi iktidarı ele geçirmeye ihtiyaç duymamasıdır, zira bu onlara, patlak verdiği her seferinde özel mülkiyetin (ki Batı’nın tek gerçek temelidir) ortadan kaldırılmasını bir gerçekliğe dönüştüren, kendi yarattıkları krizlerden korkan yönetici sınıflar tarafından altın bir tepside zaten sunulmaktadır. Faşizm ve Nazizm, ilkel birikimi ve istisna halini harekete geçirdiğinde, devlet-sermaye makinesinin varlığı ve yeniden üretimi için vazgeçilmezdir.

Aynı şey, mutatis mutandis, bugün de yaşanıyor. Fransız “muz cumhuriyeti” bu konuda örnek bir vaka teşkil ediyor. Cumhurbaşkanı Macron yeniden seçildiğinde artık çoğunluğa sahip değildi ve parlamentonun gücünü tamamen elinden alarak ülkeyi kararnamelerle yönetiyordu (Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana devam eden ve giderek derinleşen bir süreç!). Avrupa seçimlerini kaybettikten sonra planı, tıpkı 20. yüzyılda seleflerinin yaptığı gibi faşistleri iktidara getirmekti çünkü bunlar kapitalist felaket zamanlarında en ideal çözümü temsil ediyorlardı: liberaller gibi, ama “illiberal” bir yönetimle sermayenin politikalarını uyguluyorlar.

Hâlihazırda hükümette olan İtalyan faşistlerinin sözde sistem karşıtı tutumlarını düşünelim. İktidara geldiklerinde, egemenliklerinden derhal feragat ederek Avrupa’nın emirlerinin itaatkâr uygulayıcıları ve Atlantikçiliğin hizmetkarları haline gelirken, “anavatanı” Amerikan emeklilik fonlarına satma sözü verdiler. Faşistler, o büyük vatanseverler, “anavatanı” yoksullaştırmak için sınırlarını “yabancı” sermayeye açarken birkaç bin göçmene kapatıyor ya da onları Arnavutluk’a sınır dışı ediyor. Amerikalı efendilerine sadakatle hizmet eden Meloni, bu hizmetleriyle Atlantik Konseyi (adı her şeyi açıklıyor) tarafından da ödüllendirildi.

Hükümet aynı zamanda tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini teşvik etmek için sağlık hizmetlerine ve devlet okullarına ayrılan kaynakları da kesti ki bu tam da Amerikan fonlarının politikasıdır. Başta emekliler olmak üzere ülkeyi yoksullaştırmış, grev ve gösterilere karşı özgürlük düşmanı yasalar çıkarmış ve hatta pasif direniş suçunu icat etmiştir. Bankaların, sigorta şirketlerinin, çok uluslu enerji ve ilaç şirketlerinin ya da dijital devlerin (GAFAM) elde ettiği muazzam kârları vergilendirmedi. Finansal kapitalizmin bir diğer ön koşulu olan, vergi optimizasyonu olarak da adlandırılan yasallaştırılmış vergi kaçakçılığını teşvik etti. Patronların cebine bu muazzam servet transferi kamu bütçesini boşalttı ve şimdi faşistler “fedakârlık” çağrısında bulunuyor. Muhalefetteyken kemer sıkma politikalarına karşı çıkan Meloni, önümüzdeki yedi yıl boyunca, yeni Avrupa İstikrar Paktı’nın (iktidara gelmeden önce de sert bir şekilde eleştirilmişti) belirlediği parametrelere uymak için kamu harcamalarında yılda 12 milyar avroluk kesinti yapılmasını dayatıyor. Faşistler ekonomi ve maliye politikalarında liberallerden daha liberal. Faşist vaatlerini tuttukları tek zemin, bütün muhalefetin ve farklılıkların bastırılması. Fransız dostlarımız hâlâ seçimler yoluyla iktidara gelemiyorlar mı? Macron, parlamentoyu feshetmenin ve yeni genel seçim çağrısı yapmanın bu pek güvenilir olmayan (Naziler gibi her zaman kendi bildiklerini okuyabilen) müttefiklerin önünü açmanın en iyi yolu olduğuna ikna olarak bunun çaresine baktı. Ama öyle olmadı! Faşistler de Macron gibi kaybetti ve öncü politik gücün sol olduğu ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı anında seçim sonuçlarını tanımayı reddetti. Sadece gücün geçerli olduğu ilkel birikim ve Yeryüzü’nün nomos’unun hâkim olduğu bir durumda, devlet-sermaye makinesi neyi gerektiriyorsa onu yapmak gerekir. Demokratik normlar fiilen askıya alınmıştır ve seçimlerden yenilgiyle çıkan cumhuriyetçilerden faşistlere kadar tüm sağın temsil edildiği bir hükümet kuran demokratik “egemen” Macron’un iradesine bağlıdır. Bu hükümet ancak faşistlerin çekimser kalması sayesinde varlığını sürdürebiliyor ve bunu da alenen sergileyerek övünüyor. Faşist iktidar için politik yol açıktı; eksik olan tek şeyse ekonomik yoldu. Yeni hükümet, milyarlarca dolarlık kamu fonunu şirketlere ve zenginlere büyük bir cömertlikle dağıtan önceki banker hükümetinin bıraktığı bütçe açıklarını kapatmak zorunda. Şimdi devlet harcamalarının 60 milyar avro kısılması gerekiyor ki bu da ancak yüce gönüllü Avrupa’nın Yunanistan’a dayattığı değerde bir kemer sıkma politikası pahasına (GSYH’nin yüzde ikisi) gerçekleştirilebilir.

Nazizm, Alman demokratik masalının anlattığı gibi iki savaş arasında enflasyon nedeniyle değil, 1929 krizinin dayattığı kemer sıkma politikaları nedeniyle gelişti. Seçimlerde “halk” tarafından reddedilen faşistlerin yakın gelecekte iktidara gelmesi için tüm koşullar bir arada olgunlaşıyor. Voilà la démocratie!

Bugün bütün Batı demokrasilerinin içinde bulunduğu durum, Carl Schmitt’in “haklı savaş” ve “açık ya da gizli iç savaş” kavramlarıyla mükemmel bir şekilde uyuşuyor: “Her ikisi de” diye yazıyor Schmitt, “kesinlikle ve koşulsuz olarak düşmanı hukukun dışına yerleştirir.” NATO’nun Ukrayna’daki savaşı kötü idare etmesi, sözde demokrasilerin (İsrail dâhil!) politik ve ahlaki üstünlüğü adına düşmanın (Çin’in çoktan arkasında belirdiği Rusya) tüm haklarını elinden alıyor. Düşmanlar, sömürgeci hatıraları canlandıran “medeniyetsizler”, “barbarlar”, “vahşiler” gibi etiketlere varana dek kriminalize ediliyor. Düşmanlık, “kişinin kendi hakkına olan paroksismal inancı içinde” mutlak hale gelir. Aynı retorik ve politik usul, Rusya ile savaşa ya da Filistinlilerin soykırımına yönelik en küçük bir muhalefeti bile bastırmayı amaçlayan, hâlâ gizli gözüken ama “hukuki ve kamusal karalama ve ayrımcılık, kamuya açık ya da gizli yasaklı listeleri, birilerini devlet, halk ve insanlık düşmanı ilan etme” gibi durumlarda çoktan aşikâr olmuş bir iç savaşta, içerideki düşmana da uygulanıyor. Medya söylemi ve politikanın yetmediği yerde polis devreye giriyor. Antisemitizmin utanç verici kullanımı günümüzün düşman tanımını mükemmel bir şekilde özetliyor. Rusya’ya karşı savaşın başlangıcından bu yana ve hatta Filistinlilere karşı başlatılan soykırımla birlikte –Küresel Güney ile yüzleşmenin iki ânı– Schmitt’in haklı savaşı ve iç savaşı tanımlayan ilkeleri, devam eden militarizasyona boyun eğmeyen herkese karşı açıkça uygulanıyor: “Kişinin kendi haklılığından şüphe duyması ihanet; düşmanın argümanına yönelik ilgi sadakatsizlik; müzakere girişimi ise düşmanla anlaşma olarak kabul edilir.”

Schmitt’in analizi bize, kapitalist demokrasilerin kaçınılmaz düşüşlerini durdurmak için nihai ve umutsuz girişimler olarak uyguladıkları savaşları (haklı savaş, açık veya gizli iç savaş) çevreleyen durumun mükemmel bir incelemesini sunuyor.

Sonuç olarak: kapitalizmin kaçınılmaz olarak sosyalizme ve komünizme yol açması gerektiği doğru olmasa da ürkütücü bir düzenlilik içerisinde savaşa ve iç savaşa yol açtığı kesinlikle doğrudur.


Maurizio Lazzarato’dan “küresel sivil savaş” üzerine:

1- Neden savaş?
2- Yeni bir dünya düzeninin politik koşulları

*Maurizio Lazzarato’nun ilk olarak 29 Ekim 2024’te Derive Approdi’de yayımlanan bu yazısını IllWill’deki İngilizcesinden Mustafa Çağlar Atmaca çevirdi.