Çağdaş kentleşmenin özünde bir çelişki yatar. Şehirler ve kentsel bölgeler hızla genişlemekte ve büyüyen bir siyasi ve ekonomik hakimiyet sergilemekteyken, aynı zamanda da kendi temellerine saldırıyor. Şehirler önceden hiç olmadığı kadar yoğun nüfuslu ve güçlü bir durumda olsalar da, çok zengin olanlar hariç herkes için çok daha eşitsiz, parçalı, erişimi güç ve uzak hale geliyor. İşçi sınıfı ve yoksul halk şehirlerin bağımlı olduğu işgücünü üretiyor fakat aynı zamanda şehir merkezlerinden kovuluyor. Kente yeni taşınanların, göçmenlerin ve kentsel büyümeyi sırtlanan diğer herkesin şehir merkezinde yer edinmesi giderek zorlaşırken birçoğu da kentin çeperlerine doğru itiliyor. İleri kentleşme çağı istikrarsız, krize eğilimli temeller üzerine inşa ediliyor.
Çağdaş kentleşmenin kendi altını oyma niteliği en iyi, neredeyse her büyük kentin başlıca problemi olan barınma için verilen mücadelede gözlemlenebilir. Pahalı ve güvencesiz barınma -sırf bu şehirlere özgü bir durum değilse de- bilhassa Londra, New York, Hong Kong, Sydney ya da Toronto gibi küreselleşmiş metropollerde çok büyük çapta yerinden etmelere ve güvencesiz bir yaşama yol açıyor. Yapılı çevrenin giderek artan bir biçimde metalaştırılması, özelleştirilmesi ve finansallaştırılması konut ve diğer bileşenleri yatırımcıların ve sermayedarların ihtiyaçlarına daha uyumlu hale getirirken, yerel sosyal koşullara ve ikamet gereksinimlerine daha az uyum sağlıyor. Görece daha az ticarileşmiş başka seçenekler ile toplu konutlar ise devlet tarafından servete çevrilebilir mülk; emlak piyasası içinse el koymak için bir fırsat olarak görüldüğünden saldırı altındalar.
Barınmada güvencesizleşmenin ve ticarileşmenin ivme kazanmasının sebep olduğu zararların izini sürmenin birçok yolu var. Toplumsal yeniden üretim teorisi olarak bilinen siyasal iktisat yaklaşımı bu ivmelenmenin nedenlerini kavramada bize yardımcı olabilir: konut yalnızca eşitsiz dağılan tüketim malı ve küresel yatırım aracı değil, aynı zamanda bir emek alanıdır. Sürekli bir iş gücü olmaksızın var olamayan kapitalizmin kendini yeniden üretme süreçlerinin birçoğu evde ve ücretsiz olarak gerçekleşir. Ancak barınma güvencesiz hale geldikçe, evdeki yeniden üretim işi de altüst olur. Bu güvencesizlik hali, hane halkları açısından belirli sefalet durumlarına yol açar. Toplumsal yeniden üretim ve bununla ilişkili bakım ve destek ağları tüm resmi ekonomik faaliyetler için gerekli koşuldur. Dolayısıyla, konut sisteminin neoliberal dönüşümü kent hayatının sürdürülebilmesini sağlayan en önemli süreçlerden birini tehdit eder ve çağdaş kentleşmenin kalbinde bir istikrarsızlık ortaya çıkarır.
Toplumsal yeniden üretim; emek gücünün, sınıf yapılarının ve genel olarak toplumun devamlı olarak yeniden oluşturulmasını da beraberinde getiren, halkın sürekli bakım ve yeniden yapılanma sürecidir. Bu kavram, aydınlanmacı iktisatçılar tarafından, ekonomik döngülerde toplumsal yapıların yeniden açığa çıktığı süreci ifade etmek için kullanılmıştı. Kavramın önceki kullanımlarını eleştirel bir biçimde ele alan ve bunlardan hareketle yeniden tanımlayan Karl Marx ise emeğin sürekli toplumsal yeniden üretimini, sermayenin, hatta tüm üretim biçimlerinin, yerine getirmesi gereken bir zorunluluk olarak açıklıyordu; ancak kavramı genellikle daha geniş bir anlamda kapitalist toplumun külliyen yeniden üretimine atıfla kullandı. Toplumsal yeniden üretim fikri Margaret Benston, Meg Luxton, and Lisa Vogel gibi feminist politik iktisatçılar ve Mariarosa Dalla Costa, Selma James ve Silvia Federici gibi otonomist feminizm geleneğinden aydınlar ve aktivistler tarafından daha geniş bir zemine oturtulmuştur. Toplumsal yeniden üretim teorisi, bu düşünsel mirasın yanı sıra Wages for Housework, Black Power ve çeşitli emek örgütleri gibi yeniden üretim işini politikleştirmeye çalışan hareketler için de önemli rol oynamıştır.
Toplumsal yeniden üretim teorisinin temel anlayışına göre üretimin ve ücretli emeğin kendisi belirli emek türleri tarafından üretilir. Bunlar arasında üretim, geçim, işçilerin bakımı gibi daha doğrudan olanların yanında ücretli emeği bir kurum olarak mümkün kılan şartları ve altyapıyı üreten emeği de sayabiliriz. Tarihçi ve aktivist Titti Battacharya’nın söylediği gibi: “Eğer toplumdaki tüm serveti işçi emeği üretiyorsa, işçileri kim üretiyor? … İşçilerin, toplumun zenginliğini üretebilmek için haftanın her günü iş yerlerinin kapılarına varmasını sağlayan ne tür süreçlerdir? İşçinin çalışmaya hazır hale gelmesinde kahvaltının nasıl bir rolü vardır? Peki ya iyi bir gece uykusunun?”[1] İşçileri barındırma, geçindirme ve destekleme işi onların her sabah işlerinin başında hazır olmalarını ve bir gün daha kendileri üzerinden sağlanacak artı değerleri üretmelerini sağlıyor. Bu bakım ve sürdürülebilirlik emeği olmadan hiçbir ekonomik yapı devam ettirilemez.
Toplumsal yeniden üretim işi ücretli ve ücretsiz, resmi ve gayriresmi çok çeşitli şekillerde yürütülür ve diğer siyasal-iktisadi alanlarla karmaşık bağlara sahiptir. Hangi biçimde olursa olsun kapitalizm, hiç değilse bir dizi bedensel, duygusal ve bilişsel beceri gerektirdiği sürece, toplumsal yeniden üretim çabası olmadan var olamaz. On yıllar boyunca çalışmak şöyle dursun, işçiler, kapsamlı bir bakım ve geçim altyapısı olmadan emek piyasasına dahil bile olamazlar. Bu çalışmanın önemi ve maliyeti geleneksel olarak bariz bir nedenden ötürü fark edilmedi: kapitalizmin tarihinin büyük kısmında, toplumsal üretimin günlük emeği, ezici bir şekilde erkeklerin aksine kadınlar tarafından, sıklıkla da göçmen ve beyaz olmayan işçiler tarafından gerçekleştirildi. Bu gerçek, patriyarkal, doğuştancı [nativist] ve beyaz üstünlükçü yapıların içinde çoğu zaman kabul edilmemiş ya da değersiz görülmüştür ve yakın zamana kadar da radikal politik ekonomi eleştirmenleri tarafından sıklıkla göz ardı edilmiştir.
Eğer ekonomik faaliyet üretim ve bakım çalışmalarının temeline dayanıyorsa, bugün bu temel giderek daha istikrarsız hale gelmektedir. “Bakım krizi” olarak bilinen şey, toplumsal yeniden üretim kapasitelerinin azaltılmasını ve sosyal destek altyapılarının çözülmesini ifade eder.[2] Savaş sonrası refah devletleri, bakım ve yeniden üretim faaliyetlerini çeşitli biçimlerde kamulaştırmaya çalıştılar. Fakat sosyal güvenlik ağlarının ipleri çözüldükçe, yeniden üretimin sorumluluğu başlarının çaresine bakmak üzere tekrar aileye yüklendi. Bakım işinin ve sermayenin çelişkilerinin sistematik bir açıklamasını sunan Nancy Fraser, çağdaş bakım rejimini “ödeyebilecekler için metalaşmış, ödeyemeyecekler için özelleştirilmiş olan toplumsal yeniden üretimin ikili örgütlenmesi”[3] olarak tanımlıyor. Bu, bakım için gerekli araçların yok olduğu anlamına gelmiyor; günümüzdeki başka pek çok şey gibi, bu bir eşitsiz dağıtım ve erişim meselesidir. Elitler genellikle ihtiyaç duydukları bakımı satın alabilirler. Fakat pek çok insan için bu gündelik fakat gerekli olan faaliyet gittikçe zorlaşmaktadır. Bakım krizi, hem ev yaşamında hem de daha büyük ölçekli ekonomik süreçlerde sürekli bir endişe ve istikrarsızlık kaynağıdır.
Toplumsal yeniden üretim krizi ve bakım politikası, barınma meselesiyle kopmaz bir şekilde bağlantılıdır. Ev, toplumsal yeniden üretim için stratejik bir alandır: tamamen olmasa da önemli ölçüde toplumsal yeniden üretici emeğin gerçekleştiği yerdir. Konutlar aşırı kalabalık, bakımsız veya yetersiz olduğunda toplumsal yeniden üretim süreçleri zora girer. Bakım, mekan gerektirir ve nitelikli ev mekanına rastlamak giderek zorlaşmaktadır.
Bakım ayrıca zaman gerektirir, ki bu işçi sınıfı ve yoksul haneler için tükenmekte olan bir kaynaktır. Güvencesiz kiracılık ve sürekli artan kiralar, geçici bir konuttan diğerine sürekli geçiş anlamına gelir. Konut sorunu; yatırım ve spekülasyon döngüleri, kira çekleri ve ipotek ödemeleri, kredili mevduat ücretleri ve tahliye bildirimleriyle birlikte çılgın bir hızda ilerlemekte. Buna karşılık daha yavaş seyreden bir sosyal destek ve yardım söz konusu. Ne zaman bir sosyal konut projesi yıkılsa veya bir hane halkı evinden çıkarılsa, bakım altyapısı bir parça daha zarar görür ve bedel ödenerek yeniden inşa edilmesi gerekir. Çağdaş şehir, hane halklarını sosyal destek yapılarını ve ağlarını yeniden ve defalarca inşa etmeye zorlayan acımasız bir karmaşayla doludur.
Konut sisteminin bugünkü hali tam bir çılgınlıktır. Hızlandırılmış ve finansallaşmış kapitalizm altında bir mesken oluşturma işi yorucudur. Çocukların veya yaşlıların özel ihtiyaçlarına cevap vermek, fiziksel ve zihinsel sağlığı korumak, ilişkileri ve duygusal sağlığı ayakta tutmak, kendini ve hane halkının diğer üyelerini her gün olması gereken yere götürmek ve tekrar geri getirmek gibi aile içi yaşamın günlük dramalarını antropolog ve feminist akademisyen Laura Briggs şu şekilde açıklıyor: “Bu olgular katlanılmaz bir stres fırtınası haline geliyor çünkü daha müreffeh yaşamak şöyle dursun, artık yalnızca çok azımız bir yandan yaşamımızı sürdürebilecek düzeyde ücretler kazanırken, aynı zamanda yeniden üretici emeği gerçekleştirebilecek zamana ve kaynağa sahibiz”[4]. Bu çatışmalar, diyor Briggs, “[tam da] neoliberalizmin gündelik yaşamımızda sirayet ettiği yerlerdir.”[5]
Bu tükenmişliğe ek olarak, konut sadece bir toplumsal yeniden üretim yeri değil, aynı zamanda yeniden üretken emeğin de nesnesidir. Ev işleri, tamir işleri, esnek tüketici kapitalizminde rutin olarak kırılan çeşitli tüketici nesnelerini onarmak, mahalle alanlarını ve kurumlarını korumak… Bunların hepsi, gerekli yeniden üretimin her zaman yapılması gerekenler listesine eklenir. Ve günümüzün politik-ekonomik düzeninde, bu listede sıralananlar, öngörülebilir bir sosyal yardımın da yokluğunda, giderek daha fazla hanehalklarının sorumluluğuna bırakılmaktadır.
2018’de New York’ta yapılan konut analizi yaklaşık %80’ini düşük gelirlilerin oluşturduğu kiracıların yarısından fazlasının kira konusunda sıkıntı çektiğini ve brüt gelirlerinin %30’undan fazlasını kiraya ödediklerini gösterdi.[6] Konut kiralarının çok yüksek olması, yeniden üretim ve bakım açısından da bazı sonuçlar doğuruyor. Hanehalkı üyelerinin kirayı ödemek ya da ipotek yapmak için birden fazla işte çalışmaları veya gereğinden fazla mesai yapmaları, bakım sürecini sıkıntıya sokuyor. Bu koşullar altında, bakım işinin yükü eşit olmayan şekilde dağılma eğilimindedir. Bunun yanı sıra, daha uygun fiyatlı konut bulma taktikleri, çoğu zaman ev ile iş arasındaki mesafenin artması, ev içi faaliyetler için ayrılabilecek boş zamanın tükenmesi gibi birtakım bedelleri de beraberinde getiriyor.
Pahalı ve güvencesiz konutlar da halihazırda bakım ihtiyacını arttırır. İngiliz konut yardım kuruluşu Shelter tarafından yakın zamanda yapılan bir ankette, her beş katılımcıdan en az birinin konut sorunundan kaynaklanan zihinsel problemler yaşadıkları ortaya konmuştur.[7] Yakın zamanda konut sıkıntısı yaşayan insanların yaklaşık %70’i bu sıkıntının zihinsel sağlıklarını olumsuz yönde etkilediğini düşünmektedir. Katılımcıların yaklaşık altıda biri barınma sorunlarını bulantı, saç dökülmesi ve yorgunluk gibi fiziksel belirtilerle ilişkilendirmiştir. Konut sorunu, bakıma ulaşma olasılığının altını oyarken, bakım ihtiyacını da arttırmaktadır.
Kentsel sosyal hiyerarşinin en alt basamaklarındaki insanlar için, bakım krizi keskin bir günlük gerçekliktir. Ranzalı yatakhanelerde kalan göçmen işçiler ya da arabalarda yaşayan ardiye işçileri için ev, mümkün olan en vasat formuna indirgenmiş durumdadır. Bu evler, yalnızca vardiya aralarında istirahat etmek amacıyla gerekli minimum zamanı ve mekanı sağlamaya yararlar. Diğer çalışanlar da mali, fiziksel ve duygusal yollarla günümüzün ihtiyaçlarını karşılamak adına gelecekleri alıkonularak bakım borcuna zorlanıyor. Milyonlarca hane, sadece işlevsel ev yaşamının bir benzerini elde etmek için ciddi borç yükünün altına giriyor.[8]
Birçok orta sınıf hane de “sosyal yeniden üretim yoluyla tükenme” yaşar. Ayrıca, gelirlerinin büyük kısmını barınmak için harcıyor olabilirler ve çocuk bakımı, yaşlı bakımı ya da tıbbi bakım gibi gereksinimleri karşılamakta zorlanabilirler.[9] Sonuç olarak, orta sınıf aileler de stres, anksiyete ve diğer semptomları yaşayabilirler. Tüm bunlar, “iş-yaşam dengesi”, “tükenmişlik” ya da başka apolitik kavramlarla anlamlandırılabilir, fakat nihayetinde tüm bu sıkıntılar altta yatan politik ekonomik durumun tezahürüdür. Orta sınıf hane halkları, işçi sınıfı ve yoksul muadillerine göre daha fazla ekonomik ayrıcalığa sahip olsalar da krize karşı bağışık değillerdir. Bitkin ya da sıkılmış olma duyguları, günlük yaşamın neoliberalleşmesinin bir sonucudur. Bu durumla ilgili olan huzursuzluğu bir yere kanalize etmenin en iyi yolu, onu sınıflar-arası ve kesişimsel dayanışmaların temeli olarak kullanmaktır.
Toplumsal yeniden üretim teorisi, günümüz şehirciliğinin sürdürülemezliğini ortaya koymaktadır. Bir şehrin, yalnızca küçük, varlıklı bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılaması halinde uzun süre hayatta kalması mümkün değildir. En soyut finansal hizmet çalışması bile ücretli ve ücretsiz bakım işçiliği altyapısına bağlıdır; boş malikaneler bile tahrip olmamaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyar. Nispeten bir avuç yüksek ücretli iş ve yüksek-net-gelire [high-net-worth] sahip varlıklı insan yalnız başına bir kenti ayakta tutamaz (bu dağılımın adil olup olmadığı tartışmasına değinmiyorum bile). Toplumsal yeniden üretim olmadan tüm yapı çökecektir (bu, toplumsal üretim grevinin etkili bir protesto formu olabileceğini akla getirmektedir).
O halde, yeniden üretim ve bakım krizi, ve bununla birlikte apaçık yetersiz olan ve toplumsal ihtiyacı karşılamaktan aciz konut sistemi göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş şehirler hala nasıl ayakta kalıyor?
Bunun bir cevabı şu ki, şehirler aslında ayakta kalamıyorlar. Neoliberal kapitalist şehirler halihazırda adı konulmamış bir çöküş halindeler, bunun sonuçları güçsüzlerin sosyal kaynakları tüketilerek sürekli erteleniyor. Çalışmak için üç otobüs kullanması gerekenler, yatırım fonu yöneticileri değildir. Çocuk bakım hizmetlerinden yoksun olan ve başka birçok aileyle küçük bir apartman dairesinde yaşayanlar da bu yöneticilerin çocukları değildir. Neoliberal şehirciliğin hayatta kalmasının sırrı, çelişkilerinden kaynaklanan zararlara maruz kalanların yalnızca güçsüz ve yoksullar olduğu bu durumu sürdürmekten geçer. Eğer elitler de bu sonuçları hissetseydi, siyasi güç dengesi farklı olabilirdi.
Diğer bir cevap ise, kentler ve kentsel yaşamın uzun vadede toplumsal yeniden üretim krizinden zarar görmesine rağmen, belirli stratejik aktörlerin kısa vadede bundan fayda sağlaması ve devam etmek için sürekli olarak etkisiz geçici çözümler bulmaya çalışmasıdır. Belli ki emlak, teknoloji ve bazı başka sektörlerdeki girişimciler, karşılanamayan ev ihtiyaçlarını da yeni bir kâr alanı olarak görüyorlar. Lüks konut imar alanlarındaki özel çocuk bakım tesisleri ve bakıcıları gözetlemek için kurulan dijital platformlar gibi bakım krizinin yükünü azaltmanın bir yolu olarak çeşitli pahalı çözümler satılmaktadır. Ancak bunlar sadece karşılayabilenlerin erişebileceği bireyselleştirilmiş geçici önlemlerdir. Kentsel kapitalizmin temel şekli aynı kaldığı sürece, kâr amaçlı hiçbir yenilik aslında sorunu çözmeyecektir.
Neoliberal kent toplumu, aynı zamanda, kamusal bir bakım altyapısı oluşturulmasını başarabilmiş aktivistler, reformcular ve radikallerin zorlu sosyal başarılarının ekmeğini yiyor. Sosyal konut, ortak alanlar, toplu taşıma, sosyal haklar, sağlık tesisleri ve diğer kolektif kaynaklar gibi kaynaklar, özelleştirme ve kemer sıkma politikaları yoluyla hızla yok edilmektedir. Bu yok etme durdurulmalı ve çağdaş kentlerde bulunan güvensizlik, güvencesizlik ve yoksullaşma biçimleri gibi sorunlara eğilen yeni nesil kentsel bakım altyapısı oluşturulmalıdır.
Çağdaş kapitalist kentleşmenin acımasızlığı ve çağdaş konut sisteminin rekabetçiliği, bakım krizini şiddetlendirmekte ve kendi çıkarına kullanmaktadır. Eğer şehirciliğin bir geleceği olacaksa, barınma ve toplumsal yeniden üretim arasındaki ilişkilerin hem daha iyi anlaşılması hem de kökten değiştirilmesi gerekir. Konut krizi ve toplumsal yeniden üretim krizi aynı şeyler değildir, ancak sıkıca iç içe geçmişlerdir ve ortak belirleyicilerdir. İkisi birlikte kentsel yaşamın kendisini temelden şekillendirirler. Kentsel gelişimin baskın modeli bu krizleri yaratır, fakat kendisi de aynı zamanda bu krizler tarafından zarara uğrar. Bu çelişkilerin nasıl sonuçlar doğuracağını ilerde göreceğiz. Bu çelişkiler ya şehirciliğin somut insani ihtiyaçları karşılayan ve şehirlerde yaşayan insanların çoğunluğu için hayatı daha iyi hale getiren bir araç olmasına yönelik dönüşümün kıvılcımları olacak ya da bunun alternatifi olarak, çağdaş politik iktisadi kent modeli, çürüyen ancak bir türlü ölmeyen, her adımında arkasında bir yıkım bırakan zombivari yaşamını sürdürecek.
*e-flux’ta “Housing and the Crisis of Social Reproduction” başlığıyla yayımlanan bu metin, yazarının da izniyle, Duygu Gören tarafından textum için Türkçe’ye çevrilmiştir. Metnin tercümesine müsaade ettiği için David Madden’a teşekkür ederiz.
Metnin orijinali için bkz: https://www.e-flux.com/architecture/housing/333718/housing-and-the-crisis-of-social-reproduction/
[1] Tithi Bhattacharya, “Introduction: Mapping social reproduction theory,” in Social Reproduction Theory: Remapping class, recentering oppression, ed. Bhattacharya (London: Pluto Press, 2017), 1–20.
[2] Ruth Rosen, “The Care Crisis: Working mothers are told to pamper their stress away, but the ‘balancing act’ needs a political fix,” The Nation 284, no. 10 (2007): 11–16; Sarah Leonard and Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care: A conversation with Nancy Fraser,” Dissent 63, no. 4 (Fall 2016): 30–37.
[3] Nancy Fraser, “Contradictions of Capital and Care,” New Left Review 100 (2016): 104.
[4] Laura Briggs, How All Politics Became Reproductive Politics: From Welfare Reform to Foreclosure to Trump (Berkeley: University of California Press, 2017), 10.
[5] Ibid.
[6] NYU Furman Center, State of New York City’s Housing and Neighborhoods in 2018 (2019), 24
[7] Shelter, The impact of housing problems on mental health (2017)
[8]Adrienne Roberts, “Household debt and the financialization of social reproduction: Theorizing the UK housing and hunger crises,” Research in Political Economy 31 (2016): 135–164.
[9] See Shirin M. Rai, Catherine Hoskyns, and Dania Thomas, “Depletion: The cost of social reproduction,” International Feminist Journal of Politics 16, no. 1 (2014): 86–105