Bolsonaro bir neofaşist mi?

Ugo Palheta'nın Historical Materialism'in web sitesinde yayımlanan "Faşizm, faşistleşme ve anti-faşizm" başlıklı yazısıyla başlayan faşizm tartışmasına bir katkı olarak kaleme aldığı bu yazıda Valerio Arcary, Brezilya özelinde yaşanan gelişmeler ışığında Bolsonaro'nun politik konumunu tartışıyor.

Historical Materialism web sitesi, Ugo Palheta’nın çağdaş neofaşizm üzerine kışkırtıcı bir makalesini yayımladı. Bu yazısında Palheta, 22 adet tez boyunca faşizmin üç boyutunda (ideoloji, hareket ve rejim) teorik-tarihsel bir analiz geliştiriyor. Faşizm, her ne kadar birçok yerde ciddi benzerlikler taşıyan uluslararası bir fenomen olsa da faşizmin tanımını yaparken ABD ya da AB üyesi ülkeler gibi merkez ülkelerdeki spesifik özelliklerinden hareket etmemiz kaçınılmaz görünüyor. Bunlara faşizmin Brezilya gibi ülkelerdeki karakteristiklerini de eklemek gerekir, zira Brezilya bir çevre ülke olmasına rağmen geçmişte tarım toplumu niteliği sergileyen bu ülkenin 70’lerin ardından yüksek kentleşme oranlarına sahip bir topluma dönüşmüş olması, onu faşizm tanımı için Hindistan ve Filipinler gibi öteki çevre ülkelerden farklı bir konuma oturtur.

Analiz edilmesi gereken ilk faktör, egemen sınıfın hegemonya krizinin anlamıdır. Brezilya, son 35 yılda, demokratik seçimlerin yapıldığı bir rejim altındaki en uzun dönemini yaşadı. Tarihsel perspektiften bakıldığında bu gelişme, Leon Troçki’nin çevre ülkelerdeki demokratik rejimlere şüpheyle yaklaştığı 1930’lardaki yaklaşımından ilham alan devrimci Marksizm için şaşırtıcı olabilirdi.

Troçki, kendi yaklaşımını Üçüncü Enternasyonal geleneği üzerine temellendiriyordu. Bu gelenek, kabaca özetlemek gerekirse, Güney Amerika’da iktidarın el değiştirmesi yoluyla işleyen liberal-demokratik rejimlerin mümkün olmadığı görüşündeydi. Bu görüş, ayrıcalıklı bir yarı-sömürge ve bölgesel bir yarı-metropol karışımı bir ülke olmasından ötürü, dünya pazarında ve devletler sisteminde kendine özgü bir yarı-çevresel konuma sahip olan Brezilya gibi bir ülke için bile geçerli kabul edildi.

Ancak yanılmışız. Bu öngörü, özü itibariyle 1980’lerin sonuna kadar geçerli olsa da biz dogmatik kalmışız. Küba Devrimi’nin zaferinden sonra yirmi yıl süren bir askerî diktatörlük yaşadık. Ancak 1989-91’den sonra, kapitalist restorasyon ve SSCB’nin dağılmasıyla bu tezin yanlış olduğu kanıtlanacaktı. Küresel ölçekte bu tarihsel yenilgiye gereken önemin verilmemesi, güney yarımkürenin en büyük sanayi kompleksini yaratan büyüme hamlesini ve muazzam toplumsal değişimlerle birlikte niteliksel dönüşümler geçirmiş bir toplumda liberal-demokratik bir rejimin konsolidasyon olasılığını kapı dışarı ederek felaket öngörülerini besledi.

Bugünden bakıldığında, sekiz cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, egemen sınıfın liberal-demokratik rejimin göreli bir istikrarını sağladığı yadsınamaz. Sorunlu olmaya devam eden şey, 2016’daki kurumsal darbeden ve bir neofaşistin seçilmesinden sonra -2008 krizinin peşine yükselen küresel krizin ardından temel ihracatın yeniden sömürgeleştirilmesi bağlamında- rejimin yüksek derecede Bonapartist şantaj tehdidi altında kalmasıdır.

Bolsonaro’nun neofaşist olup olmadığı Brezilya’da en az üç yıldır tartışılmaktadır. Bu tartışma keyfekeder bir biçimde yapılmamalıdır. Titizlik gerektirir. Peki, bir siyasi hareketin Marksist bir bakış açısıyla neofaşist olarak sınıflandırılmasının kriterleri ne olmalıdır? Düşmanlarımızı incelerken çok ciddi olmalıyız. Düşmanını tanımayan kazanamaz. Solda Bolsonarismo‘nun anlamı üzerine dönen üç ana tartışma hattı vardır:

Birincisi, İşçi Partisi (PT) içerisinde baskın olan görüştür. Buna göre, 2013 Haziran Günleri, muhafazakâr bir dalga yaratarak Dilma Rousseff hükümetinin devrilmesine ve Lula’nın tutuklanmasına giden yolu açmıştır. Bu yaklaşıma göre Bolsonarismo, PT’nin önderlik ettiği koalisyon hükümetlerinin ilerici reformlarına karşı bir reaksiyondur. Diğer bir deyişle, Bolsonarismo, PT’nin başarılarına bir tepki olarak doğmuştur.
İkincisi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL), Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PSTU) ve aşırı solun küçük örgütlerinde hâkim olan görüştür. Buna göre, 2013 Haziranı demokratik, ilerici bir harekettir; 2015 yılında Lava Jato soruşturmaları tarafından yürütülen yolsuzlukla mücadele seferberliği ise tartışmaya açıktır; ve Bolsonaro hükümeti, temelde, PT hükümetlerinin ihanetinin bir işlevi olarak seçim yenilgisinin bir sonucudur ancak gerici bir durumda da değilizdir.
PSOL içinde çoğunlukta olan üçüncü görüşte ise 2013 Haziran Günlerinin toplumsal olarak ihtilaflı olduğu ancak 2015-16’da yaşanan orta sınıf seferberliğinin gerici olduğu savunulmaktadır. Bu görüş, Dilma Roussef hükümetinin felaket bir ekonomik durgunluğa yol açan kemer sıkma politikalarının çark etmesinin, işçiler arasında toplumsal umutsuzluğa yol açtığını öne sürerek PT liderliğinin teslimiyetiyle oluşan yenilgilerin toplam bir işlevi olarak da Bolsonarismo’nun yükselmesinin mümkün hale geldiği iddia etmektedir. Ancak bu yükselişin tarihsel öneminin, emperyalizm tarafından yönlendirilen ve kıtasal ölçekteki burjuva tepkisinde yatmakta olduğu belirtilmektedir.
Kesin olan şey, Bolsonaro hükümetinin salgınla mücadelede dünyanın en kötüsü olmasıdır. Akıllara durgunluk verecek kadar kötü, beceriksiz ve rezil başka hükümetler de olabilir, ama hiçbiri Brezilya’dakinden daha kötü değildir. Hastalığın felaket bir şekilde yönetilmesi, söz gelimi Manaus’ta olduğu gibi virüsün yeni türleri/mutasyonları nedeniyle bulaşma hızının artmasına ve sağlık sisteminin çökmesine neden olan kıyametvari durumlara yol açtı. Bu durum, diğer faktörlerin yanı sıra, Bolsonaro’nun herhangi sınırlayıcı, önleyici tedbire karşı çıkan ve herhangi bir karantinaya histerik bir şekilde düşman olan mülk sahibi küçük burjuvazi içindeki toplumsal tabanının çıkarlarını savunmaya yönelmesiyle de açıklanabilir.

Açıkçası, aşırı sağın liderlerinin ve tüm politik akımlarının “faşist” olarak kategorize edilmesi bir tür genellemeye sürüklenmedir. Bu, aynı zamanda tarihsel olarak yanlış ve politik olarak da tedbirsizliktir. Faşizm o kadar ciddi bir tehlikedir ki onu tanımlarken tarafsız olmamız gerekir. Aşırı Sağın tamamı radikal bir şekilde gericidir. Ancak aşırı sağın tamamı neofaşist değildir. Düşmanlarımızı dikkatle değerlendirmek gerekir.

Bolsonaro hükümeti, aşırı sağın dört farklı kanadının eklektik bir cephesidir: ultraliberaller, ordu, parlamento ve düpedüz neofaşistler. Faşist bir hükümet değildir. Rejim, kuvvetler ayrılığına sahip liberal-demokratik bir başkanlık rejimi olmaya devam etmektedir. Aslında bugün devlet yönetiminde görev yapan binlerce askerî yetkilinin güçlü varlığı nedeniyle bu rejim, bir tür hibrit bir rejimdir. Bir yanda Yüksek Mahkeme ile Kongre arasındaki, diğer yanda ise yürütme ile Bolsonarista akımı arasındaki kurumsal çatışmalar keskinleşmektedir.

Ne var ki Bolsonaro’nun kendisi bir neofaşist değildir. Ya da eski SSCB ve Çin’de kapitalist restorasyondan sonra yaşadığımız tarihsel çağda var olan türden bir faşist değildir. Bu niteleme, arabuluculuk (mediation) olmadan kuşkusuz yetersiz kalacaktır. Arabuluculuklar “diyalektik zarafete” bir başvuru yapmak değildir. Örneğin, Bolsonaro’nun polis memurlarından oluşan paramiliterlerle iş birliği çarpıcı bir şekilde endişe verici olsa bile, paramiliter bir faşist partinin hâlâ var olmadığını belirtmek, bize gereken türden bir kesinliktir. Ancak bunun abartı olduğunu düşünenler kendilerini kandırmaktadır. Bolsonaro son derece tehlikelidir. Stratejisinin temel unsurlarından biri, siyasi akımını “faşistleştirmektir”.

Bolsonaro bir caudillo’dur [askerî diktatör]. Onun liderliği, her ne kadar minimal de olsa PT hükümetlerinde ortaya çıkan reformlara, eşitlikçiliğe karşı duran burjuva fraksiyonları tarafından desteklenen, son altı yıldaki ekonomik durgunluk ve Venezuela deneyimlerinin korkusuyla oluşan kitlesel, karşı devrimci ve orta sınıf bir hareketin ifadesidir.

Bolsonaro, henüz yasal olarak tanınmış bir siyasi partisi olmamasına rağmen gerçek bir siyasi harekete öncülük etmektedir. Henüz resmileştirilmemiş olması önemsiz değildir, ancak bu, onun kitlesel etkisini de azaltmamaktadır. Bolsonarismo, tartışmasız Brezilya’daki iki ana siyasi güçten biridir. Diğeri ise PT’dir.

Bolsonarismo, egemen sınıfın çekirdek kadrosundaki görüş ayrılıklarına rağmen, burjuvazinin büyük bir kısmından destek almaktadır. Daha geniş toplumsal tabanı ise orta tabakaların durumu giderek kötüleşen sektörleridir. Hatta işçi sınıfının çevresinden de izleyici kitlesine sahiptir. Bolsonarismo, yolsuzluk karşısında güçlü bir liderlik talebine; kötüleşen kamu güvenliği krizi bağlamında kontrol isteğine; vergi yüklerindeki artışın yol açtığı huzurluğa; ekonomik durgunluk ortamında küçük işletmelerin mahvolmasına; eğitim, sağlık ve özel güvenlik maliyetlerindeki enflasyon bağlamında yoksullaşmaya; grev ve gösteriler ortamında düzene; kurumlar arasındaki güç çatışmaları bağlamında otoriteye ve son altı yılın ekonomik gerilemesi bağlamında ulusal onura dönük talebe verilmiş bir yanıttır.

Venezuelalı, Haitili ve Bolivyalı mülteci ve göçmenlerin varlığı bile yabancı düşmanlığını beslemeye hizmet ediyor. Bolsonaro’nun hareketi, ayrıca -özellikle Bolsonaro’nun büyük bir otoriteye sahip olduğu ordu ve polis güçleri arasında- yirmi yıllık askerî diktatörlük döneminin hayalî bir nostaljisiyle beslenmektedir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Bolsonaro, gerici ve arkaik toplumsal çevrelerde, özellikle neo-pentekostal feminist mücadeleye, siyah ve LGBT hareketlerine ve hatta ekolojistlere karşı kimi nefret ifadeleriyle görünürlük kazanmaktadır.

Aşırı Sağ, hükümette; neofaşist kanat ise iktidar mücadelesindedir. Şimdiye kadar, darbeci girişimler engellenmiş ancak yenilgiye uğratılmamıştır. Bu güç mücadelesinde amaç, rejimi ya da kurumlar arasındaki güç dengesini yıkmaktır. Emekli maaşlarına karşı reform biçimindeki saldırı, özelleştirmeler, mali reform ve daha fazlasını sağlamayı amaçlayan karşı-devrimci bir sosyo-ekonomik programın ilk adımıydı.

Özgürlüklerin yok edilmediği bir toplumsal karşı-devrim mümkün müdür? Bu soruya açık bir zihinle yaklaşmalıyız. Bu, teorik-tarihsel bir sorundur. Hâlâ cevaplarımız yok ve bu da stratejik soruların önemini azaltmıyor. Bolsonaro hükümetinin projesi, son üç buçuk yılda elde edilen kimi toplumsal ilerlemeleri yok etmektir. Utanmadan, demokratik bir rejimi sürdürmenin maliyetinin çok yüksek olduğunu, çok pahalı hale geldiğini söylemektedir. Asgari ücretler, kayıtlı istihdam, emekli maaşları, evrensel ve kamusal sağlık hizmeti, artan evrensel eğitim erişimi, toplu taşıma için sübvansiyonlar… her şey çok pahalı hale gelmiştir. Özetle, vergiler çok yüksektir. Bu hükümet, kimlere hizmet ettiğini saklamamaktadır.

Bütün bunlar bizi bir kere daha malum stratejik soruya götürmektedir. Demokratik özgürlükleri yok etmeden Brezilya’nın yeniden sömürgeleştirilmesi için bir program geliştirmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ancak Bolsonaro’nun ikinci bir dönem kazanması halinde olası bir siyasi ve hatta sosyal demoralizasyon tehlikesinin farkında olmak oldukça önemli.

Bolsonaro’nun seçilmesi, ancak gerici bir bağlamı pekiştiren kesintisiz bir birikmiş yenilgiler sürecinden sonra mümkün hale gelmiştir. Bu yenilgilerin adı konulmalıdır. Sınıflar arasındaki toplumsal güç ilişkisinde niteliksel bir değişiklik yaşanmıştır. Yenilgilerin önemini azaltmanın gelecekteki mücadelelere yardımcı olduğunu düşünenler yanılıyor. Bu kendini kandırma durumu büyülü düşünceleri ve komplo teorilerini besliyor.

Düşmanlarımız daha güçlü olduğu için işçilerin veya halkın yenilmiş olduğunu söylemek elbette tek başına hiçbir şeyi açıklamaz. Bu yenilgilerin sorumluluları vardır. 2015’ten 2016’ya gelirken, burjuvazinin büyük çoğunluğu, Dilma Rousseff hükümetinden kopmuş ve orta sınıfların, Rousseff’in görevden azledilmesine yönelik seferberliğini desteklemiştir. Bununla birlikte PT, saldırıya direnmek için işçiler arasında artık yeterli toplumsal desteğe sahip olmadığını da keşfetmiştir. Büyük sermayeyle 13 yıllık iş birliğinden sonra (ki bu iş birliği, mali sermaye tarafından özenle seçilmiş bir maliye bakanı olan Joaquim Levy’yi kabul etme saçmalığına dek vardı) PT kendini etkisiz bulmuştur. “Neredeyse hiç reform yapmadan reformizm” stratejisinin dramatik sınırlarının aşılamaz olduğu ortaya konmuştur.

Bolsonarismo’nun politik projesi, işçilere tarihî bir yenilgi dayatmak üzerine kuruludur –ki böylelikle kendi politik projesini de tamamlamış olur. Tarihî yenilgiler, seçim yenilgilerinden veya sosyo-politik yenilgilerden farklıdır. Nasıl ki tarihsel zaferler (kapitalizm karşıtı devrimlerin zaferleri) varsa, tarihsel yenilgiler de vardır, tıpkı Brezilya’daki 1964 darbesi gibi.

Tarihî bir yenilgi meydana geldiğinde, bütün bir nesil, hayatın kolektif siyasi seferberlik yoluyla düzelebileceğine dair umudunu kaybeder. Bu andan itibaren yeni bir neslin yetişkinliğe ulaşması ve toplumsal mücadele deneyimleriyle olgunlaşması gerekir. Tarihsel bir yenilgi, uzun vadede sınıflar arasında dengesiz bir güç ilişkisi kurar. İşte o zaman, işçi sınıfının, tıpkı 1978-79’da olduğu gibi, yeniden hareket etmeye başlaması için tarihî bir kırılma yaratması gerekir.

Bolsonarismo asla Nazizm ile aynı olamaz. Diğer ülkelerdeki faşist hareketler (Brezilya’daki de buna dâhil) aynı tarihsel dönemde var olmuştur. Bu hareketler kendi içlerinde farklı nüanslara sahip olmasına rağmen her biri faşist olarak sınıflandırılmayı hak etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı felaketini, Rus Devrimi’nin zaferini ve 1929 krizini takip eden 1930’lardaki aşamada değiliz. Brezilya gibi bağımlı bir ülkedeki neofaşizm, 1930’lardaki Avrupa toplumlarının faşizmi ile aynı olamazdı. Venezuela hayaleti Bolsonarismo’nun siyasi nevrozlarını kışkırtmayı sürdürse bile, bugün yeni bir Ekim Devrimi riski yoktur. Bu güç, çağdaş tarihin en önemli durgunluğu olan son altı yılın ekonomik durgunluğuna olduğu kadar, burjuvazinin, PT hükümetleri sırasındaki muhalefete yönelik kitle hareketine ve orta sınıfın sosyo-ekonomik boğulmasına da yanıt vermektedir.

Son beş yılın antipetismo’su [PT ve buna bağlı olarak Sol nefreti] 1930’ların anti-komünizminin Brezilyalı biçimidir. Bolsonarismo, burjuvazinin ana çekirdeği tarafından başta desteklenmemiştir; daha ziyade, sosyo-ekonomik kriz karşısında daha az kötü olarak kabullenilmiştir. Neofaşizmi sınıflandırmak için birçok teorik model vardır. Burada on kriterin bir özetini verelim: (a) liderlerinin toplumsal kökeni; (b) hareketin yörüngesi; (c) toplumsal tabanı ve izleyicilerinin seçim ölçeği; (d) ne önerdiği: ideolojisi veya programı; (e) politik projesi; (f) politik rejim karşısındaki konumu veya Kongre veya Silahlı Kuvvetler gibi kurumlarla ilişkisi; (g) sırasıyla yönetici sınıf ve işçi sınıfıyla ilişkisi; (h) mücadele aracı olarak işlev gören parti veya hareketin türü; (i) uluslararası ilişkileri ve destekçileri; (j) finansmanının kökenleri.

Bu on kriteri göz önünde bulundurarak şunları söyleyebiliriz:

Bolsonaro’nun toplumsal geçmişi plebyen küçük burjuvazidir. Orduda bir subay olarak kariyer yoluyla hızlı bir toplumsal yükseliş arayışı, nesiller boyunca, özellikle de Avrupa kökenliler arasında alışılmadık bir durum değildir. Devlet üniversitelerine girmek için tıp, hukuk veya mühendislikten daha düşük bir puan ister (ayrıca başından itibaren bir maaş da sağlar) ve bu düşük eğitim düzeyine karşılık, bir beden eğitimi öğretmeninden çok daha yüksek bir istikrar ve ücret düzeyi sunar. Bu sınıfsal kökeni Bolsonaro’nun bazı takıntılarını açıklamaktadır: kinci ırkçılık, paranoyak kadın düşmanlığı, ilkel homofobi, toplumsal kızgınlık, şiddetli antikomünizm, radikal militarizm, taşra kırsalına dönük nostalji, bilime karşı antipati, büyülü düşüncenin cazibesi, mesihvari dinî referanslar, ilkel milliyetçilik, Kuzey Amerika’daki orta sınıf tüketim biçimlerine duyulan hayranlık ve entelektüellikten tiksinme.

Son kırk yıl boyunca Bolsonaro, parlamenter “alt ruhban sınıfının” alt kademesinde yer alan marjinal, geleneksel ve korporatist bir kongre üyesi ve çılgın, asi bir subay olmuştur. Bolsonarismo’yu ayırt eden şey, askerî diktatörlüğü her zaman koşulsuz savunması ve özellikle sosyalist devrim tehdidine karşı kullandığı terörist yöntemlerdir. Bolsonaro her zaman vasat, kaba, saygısız ve hödüktü. Otuz yıl boyunca siyasi savaşlarda yer almış ve yedi dönem boyunca federal milletvekili olarak görev yapmıştır. Bu nedenle siyasetteki varlığı yeni değildir.

Lava Jato’nun 2014’ten bu yana oynadığı rolü ve yolsuzlukla mücadele bayrağının yönetici sınıflar tarafından nasıl sahiplenildiğini analiz etmeden, cumhurbaşkanı olarak Bolsonaro’nun rolünün niteliksel anlamda ne kadar farklı olduğunu anlamak mümkün değildir. Brezilya burjuvazisinin fraksiyonları, kendi içlerindeki savaşlarda yolsuzlukla mücadeleyi zaten birçok kez kullanmıştır: 1954’te Getúlio Vargas’ı görevden almada, 1960 yılında Jânio Quadros’u seçmede, 1964’te askerî darbeyi meşrulaştırmada, 1989’da Collor de Melo’yu seçmede ve 2016’da Dilma Rousseff’i görevden almada. Bolsonaro, 2015-16 yıllarında, Rousseff’in görevden azledilmesi talebiyle sokaklara dökülen insanların yarattığı belirsizliğin sonucunda ortaya çıkmıştır; zira 200’den fazla şehirde dört milyon kişinin sokaklara döküldüğü bu eylemler esnasında askerî müdahale talebi on binlerce destekçi kazanmıştı.

Bolsonaro’nun siyasi projesi, Bonapartist bir rejim kurmak için bir “oto-darbe” gerçekleştirmektir. Ne var ki salgının yıkıcı etkisinin başladığı, 100 bin ila 200 bin ölümün öngörüldüğü mart ayından bu yana bu plan alt üst olmuş durumdadır. Ancak Bolsonaro geri çekilse bile yenilmemiştir. Çevre ülkelerde çeşitli Bonapartizm türleri vardır. Bolsonaro’nun kitlesel bir karşı-devrimci hareket tarafından desteklenen projesi, sosyo-politik mücadele koşullarına bağlı olarak yarı faşist biçimler kazanabilecek otoriter bir rejim planını takip etmektedir.

Bolsonaro’nun Silahlı Kuvvetler ve polisle ilişkileri ve üst mahkemeler ve Kongre ile sürekli karşı karşıya gelmesi, onun Bonapartist amaçlarını doğrulamaktadır. Bolsonaro, egemen sınıfın baskısı ile etkisiz hale getirilebilecek otoriter bir liderden çok daha fazlasıdır. İlerler ve geri çekilir, güçlü yanlarını tartar, kışkırtır ve müzakere eder, ancak saldırısını durdurmaz.

Bolsonaro, Paulo Guedes’i Ekonomi Bakanı olarak aday göstererek büyük burjuvazi ile bir ilişki kurmaktadır. Bu, Bolsonaro’nun şimdilerde hız kazanan geçici bir önlemidir. Ekonomik planı, gelişigüzel özelleştirme, acımasız bir mali şok ve işçi haklarına cepheden saldırı üzerine kurulu bir ultra liberalizmdir. Stratejisi, Brezilya’yı dünya pazarında ABD’nin yanında Çin’e karşı yeniden konumlandırmaktır. Durağanlığın üstesinden gelmek için Trump’ın yenilgisinden sonra bile ABD’den gelen yatırıma güvenmektedir.

Bu strateji, burjuvazinin en güçlü kesimlerinin planlarıyla tutarlıdır ancak toplumsal bir karşı karşıya geliş olmaksızın uygulanması mümkün değildir ve bunun nedeni de Brezilya işçi sınıfının henüz tarihî bir yenilgisinin olmamasıdır. Dilma Rousseff hükümetini deviren kurumsal darbeyle başlayan,  2015-16’dan bu yana yaşanan altı yıllık süreç, tarihî bir yenilgi değildir. Yaşadığımız şey, toplumsal güç ilişkilerinin olumsuz bir tersine dönüşü, gerici bir durumu başlatan sosyo-politik bir yenilgidir. Her şeye rağmen karşı devrimci bir durumda değiliz.

Bolsonaro henüz paramiliter bir faşist parti tarafından desteklenmemektedir. Bir partiyi seçim aracı olarak kullanmış ve daha sonra ondan kurtulmuştur. Ancak bu organik eksiklik, toplumsal ağlar arasında çok geniş bir kitlesel varlığa sahip kitlesel bir politik hareketin seferber edilmesiyle telafi edildi. Bunlarla devlet üzerindeki kontrolüne dayalı bir parti inşa edebilir.

Bolsonaro’yu ya da onun mevcut durumunun uluslararası arenada bağlantılar kurma yeteneğini küçümsemek büyük bir hata olur. ABD’de, Steve Bannon ve eski Trump yönetiminin Mike Pompeo gibi üyeleriyle birlikte, henüz embriyonik bir aşamada da olsa bir aşırı sağ Enternasyonal inşa edilmektedir. Ve bu proje, ABD emperyalizminin bir kesiminden, Çin’in proto-emperyalist bir güç olarak yükselişine direniş gösterme projesine olumlu yanıt veren birkaç büyük ekonomik çıkar tarafından önemli finansmana sahiptir.

Bolsonaro’nun seçim kampanyasının finansmanı esasen belirsizliğini korumaktadır. Bununla birlikte, toplumsal ağlar üzerindeki Brezilya’nın açık ara en büyük gücü, ciddi ve sabıkalı iş çevreleriyle ilişkilerini akla getirmektedir. Bu gruplardan bazıları zaten iyi bilinmektedir ve FIESP’te [São Paulo Eyaleti Endüstriler Federasyonu] önemli bir mevcudiyeti vardır.

Son olarak, Lenin’in kullandığı “çubuğu bükme” metaforunu hatırlayalım: çubuk bir yöne çok fazla büküldüğünde, denge noktasını bulmak istiyorsak, onu ters uca bükmemiz gerekir. Neofaşist bir kanat tarafından yönetilen bu aşırı sağ hükümet, tarihsel bir kaza değildir. Bolsonaro, kitle seferberliği olmadan durdurulamayacak; ve bu, işçilerin olduğu kadar gençlerin, siyahların, kadınların, çevrecilerin, LGBT’lerin ve insan hakları hareketinin de savaşma isteğini ateşleyebilecek birleşik bir sol cephenin kurulmasını gerektirmektedir.


Valerio Arcary, São Paulo Federal Enstitüsü’nde (IFSP) Profesör olarak çalışmaktadır. São Paulo Üniversitesi’nde (USP) Tarih Doktorası yapmıştır. The Dangerous Corners of History kitabının yazarıdır. Karanfil Devrimi’nden bu yana Troçkist bir militandır.


*“Is Bolsonaro a neofascist?: A Dialogue with Ugo Palheta” başlığıyla 25 Nisan 2021 tarihinde Historical Materialism’in web sitesinde Alex Hochuli çevirisiyle yayımlanan Valerio Arcary’nin bu yazısı, Yener Çıracı tarafından Türkçeye çevrilmiştir.