Dev ilaç tekelleri ve aşı çalışmaları

Belki de hayat kurtaracak yeni tedavilerin geliştirilmesinin bu şirketler için voliyi vurmaktan başka bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Şimdi bu şirketlerden, Covid aşısıyla ilgili bundan farklı bir yaklaşım beklememiz ne kadar mümkün?

Times Meydanı'nda bir ilan panosu: "Aşı umutları yükseliyor" Fotoğraf: Getty Images

Her gün yeni rekorlar kıran günlük vaka sayıları ile birlikte Koronavirüs salgınının ikinci dalgası tüm dünyayı kasıp kavururken, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ölü sayılarının bu yılın başındaki ilk dalgadan çok daha yüksek olabileceği konusunda uyarıyor. Yaz aylarında sıkı karantina tedbirleri uygulayan birçok ülke, yine aynı nedenlerle –kapasitelerinin sınırlarına gelmiş olan sağlık sistemlerini rahatlatmak için– yeniden kısıtlamalar getiriyor.

İrlanda parlamentosunda 5. seviye kısıtlamaların getirilmesine ilişkin soruları yanıtlayan Başbakan Micheál Martin, üçüncü bir sokağa çıkma yasağının ve gerekirse daha sert önlemlerin, 2021 yılında aşı bulunana kadar kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Böylelikle, zaten aşikâr hale gelmiş olan bir gerçeği de teyit etmiş oldu: İrlanda’da ve ileri kapitalist ülkelerin çoğunda siyasi sınıf, sağlık hizmetlerine büyük devlet yatırımları gerektiren ve büyük şirketlerin çıkarlarına sekte vurarak Covid hastalığını tümden ortadan kaldıracak radikal çözümler yerine aşı çalışmalarına bel bağlamış durumda. Dünya üzerindeki milyarlarca insan için bu, geleceğimizin bir aşının geliştirilmesine bağlı olduğu anlamına geliyor.

Kamu sağlığına karşı özel çıkar

Teksas Aşı Geliştirme Merkezi’nden Dr. Peter Hotez, ABD Senatosu Halk Sağlığı Komitesi toplantısında yaptığı konuşmada, sağlık için araştırma ve geliştirmeye ayrılan fonlar artırılmadıkça, “salgınla mücadelede elimiz kolumuz bağlı durmaya devam edeceğimizi” belirtti.

Hotez ve araştırma ekibi, küresel bir salgına dönüşme potansiyeline karşın bölgesel çapta kalan, koronavirüs ailesinden iki hastalık olan Çin’deki SARS (Ağır Akut Solunum Yetersizliği Sendromu) ve MERS (Orta Doğu Solunum Sendromu) üzerinde on yıldan fazla bir süredir çalıştı. Bu hastalıklara karşı geliştirdikleri aşının, aynı zamanda Covid-19’a karşı da çapraz koruma sağlayabilme potansiyeline sahip olduğuna inanıyor. Ancak aşı, araştırmalarına devam edebilmeleri için gereken kaynağın olmaması nedeniyle dört yıldan fazla bir süredir soğutucularda bekliyor.

Salgınlar bir kez bölgesel olarak kontrol altına alınıp buradan büyük kârlar elde etme fırsatı ortadan kalkınca; büyük şirketlerin [böylesi tıbbi bilgilerin halk sağlığına yapabileceği potansiyel katkıya rağmen] araştırmalara yatırım yapmaya devam etmeleri için de hiçbir sebep kalmamıştı. Sırf şirketlerin yönetim kurullarında yer alan bir avuç insan açısından daha kârlı diye elimiz kolumuz bağlı şekilde mücadele etmek zorundayız.[1]

Hotez’in aşısının işe yarayacağının veya başarılı bir aşının geliştirileceğinin bir garantisi elbette yok. Şu anda 200’den fazla aşı adayı geliştirilme aşamasında. Bunlardan 11 tanesi ise çok sayıda hasta üzerinde denemenin yapıldığı Faz 3 aşamasında –ki çoğu aşının da bu aşamada başarısız olduğunu biliyoruz. Bu örnekler bize, kamusal sağlık araştırmaları ve ürün geliştirme için en iyi yolun dev ilaç şirketlerinin araştırma, üretim ve dağıtım süreçlerindeki özel mülkiyeti olmadığını gösteriyor.

Şu anda bu şirketler bir aşı bulmak için ‘yarış’ hâlinde –ancak bu yarış hastalığa karşı değil, aşıyı ilk geliştiren şirket olma yolunda birbirlerine karşı. Bu saçmalık aynı zamanda şuna da sebep oluyor: Bilim insanlarından oluşan ekipler birlikte değil ayrı ayrı çalışıyorlar, yani belki de hayat kurtaracak araştırmaları ve buluşları birbirlerinden saklıyorlar ki patronlarının muhtemel kârları korunsun.

Şirketler yine büyük vurgunun peşinde

Dev ilaç tekelleri için o ünlü eski vecize geçerliğini halen koruyor: “iyi bir krizi asla boşa harcama”.[i] Covid-19’un neden olduğu insani facia önümüzde dururken, krizin derinleşmesiyle orantılı olarak artacak olan bir kazanç mantığından söz ediyoruz. Günün sonunda, diğer herhangi bir özel şirket gibi, onlar da sadece en büyük kârı nereden elde edebilecekleriyle ilgilenen, bunu da birtakım haplar ve ilaçların satışı üzerinden yapan bilanço yöneticileri. İnsanların sağlığını geliştirmek ise bir amaç olmaktan çok, bu yolda bir araç.

İlaç endüstrisinin değerinin yılda 1,2 trilyon Euro’nun üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Sektör, çoğu İrlanda’da bulunan Eli Lilly, Johnson&Johnson, Pfizer, Abbvie ve Merck gibi nispeten az sayıda şirketin hâkimiyetinde.[2]

Şu anda bu şirketler bir aşı bulmak için ‘yarış’ hâlinde –ancak bu yarış hastalığa karşı değil, aşıyı ilk geliştiren şirket olma yolunda birbirlerine karşı. Bu saçmalık aynı zamanda şuna da sebep oluyor: Bilim insanlarından oluşan ekipler birlikte değil ayrı ayrı çalışıyorlar, yani belki de hayat kurtaracak araştırmaları ve buluşları birbirlerinden saklıyorlar ki patronlarının muhtemel kârları korunsun. En nihayetinde geliştirilen herhangi bir aşı veya tedavi patentlenecek ve bundan kâr edecek şirketin Fikri Mülkiyeti olacak.

Belki de hayat kurtaracak yeni tedavilerin geliştirilmesinin bu şirketler için voliyi vurmaktan başka bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Şimdi bu şirketlerden, Covid aşısıyla ilgili bundan farklı bir yaklaşım beklememiz ne kadar mümkün?

Yeni ilaç veya tedavilerle ilgili birçok örnekte halk sağlığının dev ilaç tekellerinin özel çıkarlarıyla karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde Gilead tarafından üretilen Remdesivir ilacının, ABD’de Covid-19 tedavisinde kullanımı onaylandı. Üretimi 9 dolara mal oluyor ama hastalara 4.000 dolara satılıyor. Novartis’in kanser ilacı Kymriah 450.000 Euro ve Hepatit C tedavisinde kullanılan ilaç hap başına 1.000 Euro. HIV ve AIDS’i tedavi eden ilaçlar için de benzer fahiş fiyatlar uygulanıyor. Bu astronomik fiyatlar, hastaların ihtiyaç duydukları tedaviyi karşılayamayacağı anlamına geliyor. İngiltere’deki HSE (Sağlık ve Güvenlik Dairesi) veya NHS (Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Sistemi) gibi halk sağlığı hizmetleri, ilaçları karneye bağlamaya veya ‘en çok ihtiyacı olan’ hastaları seçmeye zorlanıyor.[3]

Dev ilaç tekelleri ise yeni tedavilerin geliştirilmesini teşvik etmek için böyle fiyatlara ihtiyaç duyduklarını savunuyor; yani kârlarını artırmak için değil! HSE, kistik fibrozis hastalarının yürüttüğü kampanyanın ardından Orkambi’yi satın almayı kabul ettikten sonra, üretici Vertex ilaç firmasının İrlanda şubesi kârını %46 oranında artırdı.[4] Gerçek şu ki, dev ilaç tekellerinin asıl amacı yeni araştırmalar yapmak ve ürün geliştirmek değil; çünkü bu maliyetli bir iş ve başarısız olma ihtimali var.

Kaliforniya Sağlık ve Sosyo-Ekonomik Politika Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırma, en büyük 100 ilaç şirketinden 64’ünün reklama yeni araştırmalar için harcadığının iki katı, 27 şirketin ise on katı fazla kaynak ayırdığını ortaya koydu. Bu durum, kâr arayışının, insanların sağlığını iyileştirebilecek buluşları nasıl engellediğini gösteriyor. Yenilerini geliştirmeye çalışmaktansa, kâr getiren ilaçların reklamını yapmak için para harcamayı tercih ediyorlar. Araştırmalar, hâlihazırda mevcut olup kâr getiren ilaçların patentlerini uzatabilmek ve yeniden piyasaya sürebilmek için yapılacak ufak değişikliklere yahut muadil ilaç üretmeye yoğunlaşıyor.[5]

Büyük ilaç şirketlerinin tekelleşmesini eleştiren bir tasarım. Kaynak: Wiki Commons

Toplumsallaşmış risk, özelleşmiş çıkar

Gerçek şu ki, sağlık araştırmalarına yapılan toplam harcamaların %66’sı kamu tarafından finanse ediliyor ve bunlar devlet üniversitelerinde Dr. Hortez’inki gibi araştırma ekipleri tarafından yürütülüyor. Tüm araştırmalar mutlaka yeni bir buluşla veya inovasyonla sonuçlanmıyor, fakat bu tip bir ‘temel araştırma’ tıbbi bilgiyi ilerletebilir ve gelecek buluşların önünü açabilir. Bununla birlikte, araştırma başarıya ulaşırsa, dev ilaç tekelleri potansiyel ürünün münhasır haklarına sahip olup kâr elde etmek için araştırmayı satın alacak, ürünü üretecek ve patentini alacaktır.[6]

Öyle ki, 2010 ile 2016 arasında ABD’de onaylanmış olan her yeni ilaç, şirketler tarafından patenti alınmadan önce devlet tarafından finanse edildi (toplam 100 milyar dolar kamu kaynağı). Tedavinin veya ilacın geliştirilmesi için kamu kaynağı kullanılmasına rağmen, şirket bir kez patentini aldığında, halk ona erişebilmek için tekrar ödeme yapmak zorunda kalıyor.[7] Araştırmanın riski ve maliyeti kamu tarafından karşılanırken, çıkar sahibi yalnızca şirketler oluyor. Bu sürecin daha sıradan bir örneği, Apple ve iPhone’a bakıldığında görülebilir. Bir akıllı telefondaki önemli parçaların çoğu, bizim tarafımızdan ödenen kamu araştırmalarıyla geliştirildi, Apple yalnızca onları bir araya getirdi ve ödülünü aldı.[8]

Aynı süreç şu anda Covid-19 aşısı geliştirmede de devam ediyor. Dünya genelinde hükümetler, dev ilaç tekelleri ile kamu-özel ortaklığı anlaşmaları yapıyorlar. Halk, sınırlı sayıda doz veya aşı karşılığında bir aşının araştırma ve geliştirmesini finanse ediyor; geri kalan nüfusu aşılamak için gereken miktar ise rayicinden satın alınacak. ABD’de “Warp Speed Operasyonu” teşebbüsü ile 8 farklı aşının geliştirilmesi için 10 milyar dolarlık kamu fonu kullanıldı, Birleşik Krallık’ta altı farklı şirkete milyarlar verilirken, AB de benzer bir projeye girişti.

Kâr için değil, halk için aşı

Yakın zamanda dev ilaç tekelleri hakkında kapsamlı yazılar yazan yazar Gerald Posner’a göre, “[ilaç şirketlerinin] bir pandemi sırasında bu güce sahip olmasına izin vermek korkunç bir şey.”[9]

Son zamanların en başarılı aşılarından biri çocuk felcinin tedavisi için geliştirilmişti. Yirminci yüzyılın ortalarında, çocuk felci salgınları binlerce ölüme neden oldu ve on binlerce kişiyi bir çeşit felce maruz bıraktı.

Bugünkü devletlerin yaklaşımının tersine, o zamanki ulus devletler [özel sektöre yaslanmak ve onun insafına kalmak yerine] aşıyı araştırmak, geliştirmek ve test etmek için hem mali hem de insani büyük kaynakları seferber ettiler. Aşı geliştirildiğinde, hastalığı ortadan kaldırmak için kitlesel bir aşı kampanyası başlatıldı. Kâr için “birbirlerine karşı yarışan” farklı ekipler yerine, kaynaklar insan sağlığını geliştirmek için bir araya getirildi. Mucidi Jonas Salk, aşının patentli olmadığını, “halkın malı” olduğunu açıkladı. Aşı tahminen 7 milyar dolar değerindeydi.

Bu yaklaşım, mükemmel olmasa da mevcut duruma bir alternatif örnek oluşturabilir. Kapitalist hükümetlerin koordineli bir küresel mücadele için çalışmak yerine ulus devlet planında hareket etmesinin, Covid milliyetçiliğinin gelişmesiyle sonuçlandığını görüyoruz.

Bir bakıma, karşımızda nüfus genelinde nispeten düşük bir ölüm oranına sahip olan ve birçok durumda tedavi edilebilen bir salgın olduğu için şanslıyız. Fakat bu yeni mikroplar ve virüsler çağında –ki çevresel tahribatlar nedeniyle ortaya çıkma olasılığı daha fazla– bir dahaki sefere o kadar şanslı olmayabiliriz. Daha ölümcül, tedavi edilemeyen bir virüs ortaya çıkarak on veya yüz milyonlarca ölüme neden olabilir. Bu salgından dersler çıkarılması ve toplumun yeniden örgütlenmesi gerekiyor ki, insanlığın tasarrufundaki muazzam zenginlik ve kaynaklar büyük şirketlerin çıkarları yerine kamu yararı için geliştirilsin.


*13 Kasım 2020 tarihinde Rupture‘da yayımlanan bu yazı, Tahsin Mert Saygın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Kaynak: https://rupture.ie/articles/big-pharma-and-the-search-for-the-vaccine 


[1] Hixenbaugh, M. (2020) ‘Scientists were close to a coronavirus vaccine years ago. Then the money dried up.’ NBC News 5 Mart 2020.

[2] Mikulic, M. (2020) ‘Global pharmaceutical industry – statistics & facts’ Statista 26 Ekim 2020.

[3] Lerner, S. (2020) ‘Big Pharma prepares to profit from the coronavirus’ The Intercept 13 Mart 2020.

[4] Deegan, G. (2018) ‘Orkambi drug deal with HSE sends firm’s revenue soaring to €35m’ Irish Independent 3 Ekim 2018.

[5] California Nurses Association (2016) ‘RN Report: Pharma giants spend far more on marketing, sales than they do on research and development’ National Nurses United 21 Ekim 2016.

[6] Global Justice ‘Pills and Profits’ Ekim 2020.

[7] Bkz. [3] nolu dipnot

[8] Bregman, R. (2017) ‘Look at the phone in your hand – you can thank the state for that’ The Guardian 12 Temmuz 2017.

[9] Bkz. [3] nolu dipnot


[i] Çevirmenin notu: “Never let a good crisis go to waste” sözü, tarihsel olarak II. Dünya Savaşı sonrasında söylediği varsayılan Winston Churchill’e atfediliyor. Daha yakın bir tarihte ise Barack Obama’nın özel kalemi Rahm Emanuel, 2008 krizi sırasında bu cümleyi kullandı.