2008 finansal krizi küresel siyasal iktisadi çerçevenin yanı sıra, o zamana kadar merkez bankacılığı alanında 1980’lerden beri hâkim olan ana akım paradigmayı da sarsmıştır. Merkez bankalarının kriz karşısında kullandıkları ve geleneksel olmayan olarak adlandırılan para politikası araçları, 2008 sonrası dönem boyunca merkez bankalarının neredeyse gündelik olarak uyguladığı araçlar haline gelerek kalıcılaşmıştır. Covid-19 pandemisinin yol açtığı ekonomik belirsizlikler ve aksaklıklar karşısında, 2008 benzeri sistemik bir krizin yeniden yaşanmaması için özellikle Amerikan merkez bankası Fed başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülke merkez bankaları 2008’de kullandıkları araçlarla hızlı şekilde piyasalara müdahale edebilmişlerdir. Kriz zamanlarındaki müdahale biçimleri ve krizler karşısında hızlı reaksiyon alabilme kapasiteleri, merkez bankalarının küresel finansal sistemin karşılaştığı yeni sorunlar karşısında da yeni amaçlar edinmesi gerektiği konusunda artan bir vurguyla birlikte kriz yönetimindeki rolleri açısından da ilgi odağı haline gelmelerine sebep olmuştur.
Tarihsel olarak sahip oldukları ikili doğaları sebebiyle devletin ekonomideki rolü ve ekonomiye müdahale biçimleri dönüştüğü ölçüde amaçları ve araçları bakımından dönüşüme uğrayan merkez bankaları, devlet-finans bağı (state-finance nexus)[1] anlamında Devlet/Piyasa arasındaki güç ilişkilerini görünür kılan kurumlardır. Merkez bankalarının ortaya çıkışı birbiriyle bağlantılı ve iç içe geçmiş özel ve kamusal çıkarlar ve farklı güç ilişkileri sonucu şekillenmiştir. Kuruldukları ilk günden itibaren merkez bankaları, devletle olan bağları ve bankacılık faaliyetleriyle olan organik ilişkileri sebebiyle hem devletin bankası hem de bankaların bankası olarak ikili bir doğaya (dual nature)[2] sahip olmuşlardır. Yasal olarak kullanılması zorunlu olan para üzerindeki tekel yetkilerine (the monopoly of issuing legal tender) ek olarak merkez bankaları, piyasa koşullarında yaratılan kredi paranın da devlet-destekli merkez bankası parasına çevrilebilirliğini garanti etme yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla merkez bankalarının bankacılık sistemi içerisindeki varlığı ve devlet-destekli kredi paranın oluşumundaki temel işlevi, kredi sistemine içkin olan kriz eğilimleriyle de yakından ilişkilidir. Sahip oldukları ikili doğaları sebebiyle merkez bankaları özellikle savaş ve kriz zamanlarında devlete, arkalarındaki devlet güvencesi sayesinde ise ekonomik ve finansal kriz zamanlarında bankalara borç verme kabiliyetine sahiptirler. Kredi sisteminin gelişimine ek olarak, kapitalist birikim sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkan merkez bankaları, devletin ekonomideki rolünü yansıtan kurumlar oldukları için kapitalizmin doğasında var olan kriz eğilimlerini yönetmede işlevsellik kazanan bir mekân-zamansal veya kurumsal düzenleme (spatio-temporal/institutional fix)[3] olarak değerlendirilebilirler. Bu sebeple, merkez bankalarına atfedilen rol ve işlevler, sermaye birikim sürecinin gerekleri doğrultusunda belirli tarihsel dönemlerde ve kriz zamanlarında dönüşüme uğramıştır. Merkez bankalarının tarihsel olarak sahip oldukları doğaları ve yerine getirdikleri işlevleri kavramak, merkez bankalarının kriz zamanlarındaki manevra kapasitelerini anlayabilmek için elzem görünmektedir.
Neoliberal dönüşüm sürecinde merkez bankaları
Kuruluş tarihleri 15. yüzyıla kadar uzatılabilecek olan merkez bankalarının son çare kredi mercii (lender of last resort) olarak kriz yönetimindeki rollerinin kökeni Klasik Altın Standardı dönemine (1880-1914) dayansa da 1929 Büyük Buhranında işlevsellik kazanmıştır. 1929 Büyük Buhranı sonrasında Hazine’ye tabi merkez bankacılığı uygulamalarının önü açılmış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yerel ekonomileri istikrara kavuşturmanın yanı sıra savaş harcamalarının finanse edilmesine ve hatta müttefiklerin finansmanına da yardımcı olan merkez bankaları, savaş sonrası dönemde Keynesçilik çizgisinde yeniden tasavvur edilmiştir. Böylece merkez bankaları, tam istihdama ulaşmak gibi makroekonomik hedefleri benimsemek için belirli durumlarda planlı ekonomi anlayışına uygun olarak faaliyet göstermeye başlamıştır. 1970’li yıllar boyunca Bretton Woods sisteminin çözülüşünün yanı sıra dünyadaki pek çok gelişmiş kapitalist ülke ekonomisinde yüksek enflasyon ve yüksek işsizliğin bileşimi olarak stagflasyon durumu, birçok gelişmekte olan ülke ekonomisinde ise ithal-ikameci sanayileşme stratejisinin başarısız olmasıyla ödemeler dengesi krizleri yaşanmıştır. 70’li yılların kriz ortamı karşısında neoliberalizm, özellikle yüksek enflasyon sorunuyla başa çıkmada bir kriz yönetim paketi olarak uygulanma fırsatı bulmuştur. Böylece neoliberalizmin teorik temellerinden birini oluşturan parasalcılık, para politikası yapımında etkili hale gelmiştir. Bu sebeple, 1979 yılında faiz oranlarındaki sert düşüş sonucunda Amerikan merkez bankası başkanı Paul Volcker’ın adıyla literatürde Volcker şoku olarak bilinen ve Keynesyen hedefler yerine fiyat istikrarı hedefine giden yolu açanhamlenin, neoliberalizme geçişin ilk adımı olarak anılması tesadüf değildir.
Fiyat istikrarı hedefi 1980’li yıllardan itibaren enflasyonla mücadelede merkez bankalarının çoğu için para politikasının temel hedefi olarak ön plana çıkmış ve bu doğrultuda enflasyon hedeflemesi rejimi, giderek artan sayıda merkez bankası tarafından örtülü veya açık olarak uygulanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla enflasyon hedeflemesi rejimi ve fiyat istikrarı hedefiyle bir arada düşünülmesi gereken merkez bankası bağımsızlığı çerçevesi, 1970’li yılların krizleri karşısında enflasyonla mücadele anlayışı kapsamında neoliberal dönüşüm içerisinde bir kriz yönetim stratejisi olarak 1990’lı yıllar boyunca yayılmaya başlamıştır. Merkez bankası bağımsızlığıyla kastedilen araç bağımsızlığı olsa da merkez bankası bağımsızlığı en geniş anlamda para politikası yapımında hükümet baskısının veya siyasi baskının olmaması anlamına gelirken, teknik anlamda fiyat istikrarı hedefinin para politikasının nihai amacı olarak benimsenmesi ve merkez bankasının kısa vadeli faiz oranlarını belirlenmesinin de temel operasyonel araç olması anlamına gelir. Dolayısıyla merkez bankası bağımsızlığı ekonomiye devlet müdahalesini azaltmaya yönelik neoliberal retoriğin bir yansıması iken, gelişmekte olan ülkeler özelinde bu ülkelerin uluslararası finansal kuruluşlar nezdinde kredi itibarının sağlanması amacına yönelik olarak uygulamaya geçirilmiştir. 2008 krizine kadar ana hatlarıyla uygulanan bu çerçeve, krizin patlak vermesiyle özel anlamda finansal genel anlamda ise makroekonomik istikrarı sağlamaya yetmediğinin anlaşılmasıyla yeni olarak tabir edilen para politikası araçlarının uygulanmasıyla dönüşüme uğramıştır. 2008 sonrasında bağımsız merkez bankalarının temel amaçlarından biri haline gelen finansal istikrar hedefi, fiyat istikrarı hedefi gibi net ve üzerinde uzlaşılmış bir tanıma sahip olmadığı için geleneksel olmayan para politikaları, makro ihtiyati tedbirler veya bilanço politikaları gibi farklı isimlerle anılmaya başlanmıştır. Burada ilginç olan, kriz müdahalesinde merkez bankalarının kullandıkları geleneksel olmayan olarak adlandırılan bu araçların, özellikle 1980 öncesi merkez bankalarının araç setinde bulunan ve 1980 sonrası merkez bankası bağımsızlığı çerçevesinde terk ettikleri araçlar olmasıdır. Bir başka ifadeyle, 1980 öncesinde enflasyona yol açtığı gerekçesiyle merkez bankalarının araç seti olarak kullanmayı terk ettikleri tarihsel rolleri, 2008 krizi sırasında enflasyonun temel bir sorun olmaması ve hâlihazırda faizlerin de çok düşük olması nedeniyle temel bir para politikası aracı olarak kullanılamaması sebebiyle yeniden hatırlanmıştır.
2008 krizinin nedenlerine ilişkin bir tartışma yürütmek bu çalışmanın kapsamı dışında olsa da 2008 krizi merkez bankacılığının en azından teori ve uygulamalarını dönüşüme uğrattığı ölçüde önem kazanmaktadır. Bu noktada, merkez bankaları doğrudan 2008 krizinin müsebbibi olarak görülmeseler de krizin arkasındaki en önemli nedenlerden biri olarak finansallaşma sürecinde yerine getirdikleri kritik rol açısından incelenmelidirler. 1970’li yıllardan itibaren finans sektörünün kendi içinde büyüyüp yeni finansal araçların ortaya çıkmasıyla karmaşıklaştığı bir süreç olan finansallaşma sonucu bankacılık sektörünün kendi içindeki değişimi 2008 krizinin hem oluşmasında hem de bu krizin sistemik bir kriz haline dönüşmesindeki en önemli etkendir. Finansallaşma tartışması ve 2008 krizi, merkez bankaları ve finans sektörü arasında tarihsel olarak var olan devlet-finans bağının belirgin hale geldiği neoliberal dönem ve onun merkez bankacılığı pratiği olarak finansallaşmanın hız kazandığı 90’lı yıllar boyunca yayılan merkez bankası bağımsızlığı çerçevesi açısından kritik önem taşımaktadır. Buna göre, finansallaşma devletin bu süreç içerisinde yerine getirdiği rolle ilişkili olarak ele alınması gereken bir kavram olarak piyasa temelli ve risk odaklı finansal yenilikler sonucu finans sektörünün kendi içinde geliştiği tarihî bir âna karşılık gelmektedir. Devletin ve müdahale biçimlerinin bu sürecin hem bir dönüştürücüsü hem de bu süreç içerisinde dönüştüğü göz önüne alındığında, finansallaşma sürecini neoliberal dönüşüm süreciyle ilişkili olarak ele almak gerekmektedir. Böylece finansallaşma süreci, neoliberal dönüşümün karakteristik ve organik bir özelliği olarak kapitalizm içerisinde yeni bir döneme denk gelmektedir.
1970’li yılların ortasından itibaren gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinde finansal piyasaların oluşturulmasının yanı sıra bu piyasaların serbestleştirilmesi ve kuralsızlaştırılmasına ek olarak, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde finans piyasaları da “menkul kıymetler ve türev piyasalar etrafında organize olan teminat yoğun bir sisteme”[4] dönüşmüştür. Bu süreç boyunca bankacılık sektörünün riskten kaçınma imkânı veren yeni finansal araçlara ek olarak yatırım bankacılığı teknikleri doğrultusunda yeniden yapılanmasının yanı sıra geleneksel kurumsal bankalara göre çok az düzenlemeye tabi olan ancak finansallaşma süreci sayesinde klasik bankalarla benzer işlevler yerine getiren gölge bankacılık kuruluşları da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ortaya çıkan bankacılık modeli ve banka-dışı finans kurumlarıyla menkul kıymetleştirme ve türev araçlar gibi finans kuruluşlarına haddinden fazla risk alma imkânı veren yeni finansal araçlar sonucu dağıtılan ucuz kredilerin geri ödenmemesiyle 2008 krizi patlak vermiştir. Tam da burada finans sektörünün kendi içinde ve devlet eliyle geçirdiği dönüşümlere ek olarak, merkez bankalarının tarihsel olarak sahip oldukları düzenleyici ve denetleyici rollerinin de merkez bankası bağımsızlığı çerçevesinde daraltıldığı unutulmamalıdır. Başka bir ifadeyle, merkez bankaları bağımsızlık çerçevesi içinde düzenleyici ve denetleyici rollerini terk ederken, bu süreç içerisinde finansal piyasalar serbestleşirken özellikle merkez bankaları tarafından gözetlenemeyen gölge bankacılık sektörü de güç kazanmıştır. 2008 krizi karşısında büyük ölçekli varlık alım programlarıyla piyasalara ihtiyaç duydukları likiditeyi sağlayan gelişmiş kapitalist ülke merkez bankaları, böylece özel finansal kuruluşların aldıkları riskleri toplumsallaştırmıştır. Başka bir ifadeyle, finansallaşmanın kendisini başlı başına bir sorun olarak ele almak yerine, merkez bankalarının kriz müdahaleleri finans sektörünün zararlarının giderilmesine yönelik olmuştur.
Pandemi sonrası merkez bankacılığı ve çoklu kriz ortamında merkez bankalarının rolü
Covid-19 pandemisi sebebiyle ortaya çıkan belirsizlik durumunda, her ne kadar sorun artık finansal sistemin kendi içinde yaşanmasa da piyasaların ihtiyaç duydukları güven ortamının sağlanmasında merkez bankalarının kriz müdahaleleri bir kez daha önem kazanmıştır. 2008 krizinden çıkarılan dersler ve finansal istikrar hedefini sağlamaya yönelik uyguladıkları araçlarla merkez bankaları Covid-19 pandemisiyle alakalı kriz karşısında hızlıca reaksiyon alabilmişlerdir. Gelişmiş ülkelerdeki örneklerine ek olarak, gelişmekte olan ülke merkez bankaları da 2008 kriziyle gündeme gelen miktarsal genişleme gibi varlık alım programlarını ilk defa uygulama fırsatı bulmuşlardır.
Merkez bankalarının 2008 finansal krizi ve Covid-19 krizi sürecindeki müdahaleleri, geleneksel olarak sahip oldukları son çare kredi mercii rolünü sınırlandıran merkez bankası bağımsızlığı çerçevesiyle uyumsuzluk yaratırken, merkez bankalarının pandemi örneğinde olduğu gibi toplumların genelini ilgilendiren sorunlar karşısında yeni roller üstlenmeleri gerektiğine yönelik çağrıların da artmasına yol açmıştır. Pandeminin yanı sıra artan çevre ve iklim krizine Ukrayna Savaşı ve yükselen enflasyon gibi yeni sorunların eklenmesiyle meydana geldiği iddia edilen çoklu kriz veya mega tehditler karşısında merkez bankalarının fiyat istikrarı ve finansal istikrar hedeflerinin ötesine geçerek yeni roller üstlenmesi gerektiği farklı disiplinlerden sosyal bilimciler tarafından dillendirilmeye başlanmıştır. Merkez bankalarının 2008 ve Covid-19 krizleri müdahaleleri göz önüne alındığında artması beklenen kriz yönetimi rollerini, bu müdahaleler 2008 öncesi merkez bankacılığıyla en azından teori ve uygulama bakımından çelişir görünse de tarihsel olarak sahip oldukları ikili doğalarının gereğini ihmal etmeden değerlendirmek mantıklı olacaktır. Çünkü aslında merkez bankaları finansal piyasalarda güven eksikliğini gidermeye yönelik müdahalede bulundukları ölçüde merkez bankalarının kriz müdahaleleriyle finansallaşmanın temel mantığı sürdürülmektedir. Finansal sistemin dönüştüğü bir süreçte para politikasının aktarım mekanizmasının farklı kanallarının işleyişinin finansal piyasalarla iç içe geçmiş bulunduğu düşünüldüğünde merkez bankalarının kriz müdahalelerinin de bu doğrultuda dönüşüme uğraması şaşırtıcı değildir. Dahası finansal sistem kendi içinde dönüştüğü ve para politikası aktarım mekanizması artık sadece bankalar üzerinden değil, gölge bankacılık olarak tabir edilen banka-dışı finansal kurumlar üzerinden de işlediği için merkez bankaları artık son çare kredi mercii olmaktan ziyade son çare piyasa yapıcı (market-maker of last resort) olarak hareket etmektedirler. Dolayısıyla dönüşen kriz müdahaleleriyle merkez bankaları düzenleyemedikleri ve denetleyemedikleri finansal kuruluşların risklerini kendi bilançolarına aktarıp toplumsallaştırırken, bu kuruluşların merkez bankası parası ve teminatına ulaşmasına da imkân vermiş olmaktadır.
Gölge bankacılık uygulamalarının yükselişi sadece merkez bankasının dönüşen kriz müdahaleleriyle değil, merkez bankası bağımsızlığı çerçevesinde para ve maliye politikaları arasında öngörülen kesin ayrımı bulanıklaştırdığı için de 2008 öncesi merkez bankacılığı pratiğiyle uyumsuz görünmektedir. Başka bir ifadeyle, gölge bankacılık uygulamalarında kullanılan teminatların genellikle hükümet bonoları ve devlet iç borçlanma araçları olması sebebiyle merkez bankalarının 2008 sonrası dönüşen kriz müdahalelerinin hükümet borcunun finansmanıyla da yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla gölge bankacılık faaliyetleri bir yandan hükümet borcunu finanse edip para politikası aktarım mekanizmasını geliştirirken, diğer yandan varlık fiyatlarının da yükselmesine yol açmaktadır.[5] Bu sebeple merkez bankalarının fiyat istikrarı ve finansal istikrar ötesinde artması beklenen kriz yönetimi rolleri tartışması, özellikle gölge bankacılık faaliyetleri ile finansal sermayenin merkez bankaları ve hükümetler karşısında devşirdiği iddia edilen finansın alt yapısal iktidarı (infrastructural power of finance)[6] tartışmaları ile iç içe geçmektedir. Buna göre, finansallaşma ve gölge bankacılık faaliyetleri sonucu artan finansal hakimiyet sebebiyle merkez bankaları sadece hükümetlerden değil, finans sektörünün kendisinden de bağımsız olmalıdır.
Finansallaşmış kapitalist sistem içerisinde merkez bankalarının rolü artık çok daha kritik hale gelmişken, merkez bankalarından politik, ekonomik ve ekolojik krizler karşısında da yeni roller üstlenmeleri beklenmektedir. Hatta merkez bankalarının özellikle küresel ısınma kaynaklı yaşanabilecek ekolojik sorunlar karşısında finansal yeşil dönüşüme öncülük etmesi ve yeşil kalkınmayı desteklemesi beklenmekte,[7] yeşil merkez bankacılığı tartışmaları farklı disiplinlerden sosyal bilimciler tarafından tartışılmaktadır. Ancak bu tartışmaların büyük çoğunluğu hem merkez bankacılığının kriz yönetimindeki geleneksel olarak yerine getirdiği rolü hem de merkez bankalarının finansal sektörle tarihsel olarak aralarında bulunan organik bağını göz ardı etmektedir. Geleneksel merkez bankacılığı uygulaması merkez bankası bağımsızlığı çerçevesinde düşünüldüğü ölçüde merkez bankalarının kriz yönetimindeki rollerinin 2008 krizinden sonra ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Oysa daha önce de bahsedildiği gibi merkez bankası bağımsızlığının kendisi de enflasyonla mücadele kapsamında bir kriz yönetim stratejisi olarak gerekçelendirilip uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla merkez bankaları, 2008 krizi öncesinde olduğu gibi kriz sonrası dönemde de devlet-finans bağı içerisinde kurumsal bir düzenleme (institutional fix) olarak faaliyet göstermektedirler. Bu yüzden merkez bankaları arkalarındaki devlet desteğinin yanı sıra her zaman bankaların bankası olarak hareket ettikleri için kendi içinde dönüşmüş olsa da finansal sistemin karşılaştığı sorunlarla ilgilenmeye devam ederek 2008 öncesi döneme göre çok daha açık bir şekilde finansal piyasanın işleyişini düzenlemeye yönelik müdahalelerde bulunmaktadırlar. Özellikle gelişmiş ülke merkez bankalarının 2008 krizi sırasında “batmak için çok büyük” (too-big-to-fail) olarak adlandırılan ve batarlarsa büyük teminat hasarına yol açabilecek finansal kuruluşları kurtarmaya yönelik müdahaleleri, merkez bankaları ile finansal sistem arasındaki ilişkiyle birlikte devlet-finans bağının da daha görünür hale gelmesine yol açmıştır. Dolayısıyla 2008 ve Covid-19 krizleri sonrası artan finansal hegemonya[8] göz önüne alındığında merkez bankalarının finansallaşmış kapitalist sistem içerisindeki rolü çok daha mühim hale gelmiştir.
Merkez bankalarının kriz yönetiminde artması gereken rolleri ve bu rollerin merkez bankası bağımsızlığıyla uyumsuzluğu ortaya çıktığı ölçüde merkez bankacılığı uygulamalarının enflasyonla mücadele etme nosyonunun ötesinde genişlemesi ve sadece gölge bankacılık faaliyetleri bağlamında maliye politikalarıyla iç içe geçmesi değil özellikle yeşil dönüşüm açısından ciddiye alınması gereken sanayi politikaları gibi diğer ekonomi politikası alanlarıyla da eşzamanlı düşünülmesi gerekmektedir. Pandemi sonrası dönemde ortaya çıkan yüksek enflasyon ortamının parasal sistemin kendisinden ziyade, çoklu kriz ortamının fiyat sistemi üzerindeki etkisinden kaynaklandığı düşünüldüğünde merkez bankalarından beklenen kriz yönetimi rolünün birbiriyle iç içe geçmiş farklı çıkarlar ve diğer politikalar bağlamında ilişkisel bir biçimde düşünülmesi gerekliliğini ortaya koyar niteliktedir. Dahası, merkez bankacılığı uygulamaları ve para politikasının formülasyonu siyasi olandan soyutlanarak teknik bir alan olarak gösterilmek istense de merkez bankalarının finansal sermaye yararına müdahalede bulunması ve bu müdahalelerden toplumların genelinin etkilenmesi sebebiyle merkez bankacılığının sınıf mücadelesi içinde yer aldığı unutulmamalıdır.
Sonuç
Devletin ekonomiye müdahale biçimleri ve kapitalist birikim sürecinde karşılaşılan krizlere verilen yanıtlar doğrultusunda dönüşen merkez bankalarının rolüne ilişkin tartışma her zaman devletin rolüne ilişkin bir tartışmayı işaret etmektedir. Bu sebeple merkez bankacılığı açısından yürütülecek her tartışma, devletin ekonomideki rolü ve stratejik tercihleri doğrultusunda şekillenen farklı müdahale biçimleri ve devlet ile piyasa arasındaki güç dengesinde yaşanan değişim üzerinden ele alınmalıdır. Dolayısıyla merkez bankalarının 2008 ve Covid-19 krizleri müdahalelerinin ötesinde kriz yönetimindeki rollerini artan finansallaşma sonucu yükselen finansal hegemonyayla ilişkisi üzerinden incelemek gerekir. Bunu yaparken, merkez bankalarının tarihsel olarak sahip oldukları kriz yönetimi rolleri ve devlet-finans bağı açısından yerine getirdikleri rol ihmal edilmemelidir.
Merkez bankalarının finansal sermaye yararına müdahale bulundukları için finansal sektörden de bağımsız olması gerektiği tartışmasının merkez bankalarının kriz yönetimindeki rolleri üzerine yürütülen tartışmayla iç içe geçmesi özel olarak finansal piyasalar ile merkez bankasını genel olarak ise devlet ile piyasaları birbirinden ayrı varlıklar olarak ele almayı gerektirmemelidir. Bir başka ifadeyle merkez bankaları eleştirel siyasal iktisat perspektifinden merkez bankalarının kuruluşundan bu yana yerine getirdikleri rollere de atıfla ilişkisel bir biçimde değerlendirilmelidir. Aksi takdirde, merkez bankalarının kriz müdahaleleri finansallaşmanın genel mantığını sürdürdüğü ölçüde, küresel kapitalist işleyiş içerisinde onu dönüştüren ve var olan kriz eğilimlerini aşmaya yarayan bir kriz yönetim stratejisinin parçası olmaya devam edecektir.
[1] Harvey, D. (2011). The Rise of Neoliberalism and the Riddle of Capital. Capital and its discontents: conversations with radical thinkers in a time of tumult, Sasha Lilley (ed.), Oakland: PM Press.
[2] Painceira, J. P. (2022). Financialisation in emerging economies: changes in central banking, Routledge.
[3] Jessop, B. (2006). Spatial Fixes, Temporal Fixes, and Spatio-Temporal Fixes, David Harvey: A Critical Reader, N. Castree ve D. Gregory (ed.), Oxford: Blackwell, s. 142–66.
[4] Fontan, C., & L. Larue (2021). Central Banking. The Routledge handbook of critical finance studies, C. Borch ve R. Wosnitzer (ed.), Routledge.
[5] Dönmez, P., & D. Karas (2024). Crises of Authoritarian Financialization: Monetary Policy in Hungary and Türkiye in the Polycrisis. Central Banking in a Post-Pandemic World: Challenges, Opportunities, and Dilemmas, Mustafa Yağcı (ed.), Routledge.
[6] Braun, B., & Gabor, D. (2020). Central banking, shadow banking, and infrastructural power. The Routledge International Handbook of Financialization, P. Mader, D. Mertens, ve N. van der Zwan (ed.), New York: Routledge; Gabor, D. (2021). Revolution without revolutionaries: Interrogating the return of monetary financing, Berlin: Finanzwende & Heinrich Böll Stiftung. DOI: 10.31219/osf.io/ja9bk
[7] Dikau, S., & U. Volz (2021). Central bank mandates, sustainability objectives and the promotion of green finance. Ecological Economics, 184.
[8] Durand, C. (2022). The end of financial hegemony. New Left Review, 138.