//

Gelecek ve Sol

Göran Therborn’un 2024 Şubatı’nda New Left Review’da yayımlanan, kendisinin 2022’de yayımladığı bir yazıya Oliver Eagleton’ın yine aynı platformda getirdiği eleştirilere yanıt niteliğindeki bu makalesi, kendisine Eagleton tarafından yöneltilen “20. yüzyılın ufkuyla sınırlı kalma” eleştirisini, bir süredir çizdiği “kötümser” dünya analizini ekoloji, yeni jeopolitik çelişkiler ve eşitsizlikler üzerinden yeniden bir değerlendirmeye tabi tutarak yanıtlıyor. Kendi teorik konumlanışını Marksizm Artı (Marxism Plus) olarak konumlandıran Therborn’un bu yazısı, 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl toplumsal formasyonları arasında kurduğu bağ ile günceli yakalamak anlamında önemli.

Vasily Kandinsky, "Yellow Accompaniment”, 1924.

Böyle zamanlarda, Oliver Eagleton’ınki gibi bir makalenin ortaya çıkması bir umut ışığı veriyor.[1] Benim çalışmalarıma yönelik eleştirisi hem tarihselliğin bilincinde hem de eski kuşağın çoğu zaman pek de başarılı olmayan çabalarına karşı cömert; etkileyici bir kararlılıkla ve önümüzdeki arazinin karmaşıklığına dair bilgili bir kavrayışla yeni yolları belirliyor. Solda umut verici yeni bir kuşak şimdiden ortaya çıkmakta. Eagleton yazısında hem teori hem de politikayla ilgili önemli meseleleri gündeme getiriyor ve ben de bunlara sırayla yanıt vereceğim.

Ancak önce meselenin kısaca üstünden geçelim. “Dünya ve Sol” başlıklı yazımda, 1870’ten sonra bir yüzyıl boyunca toplumsal ilerlemeyi yönlendirmeye yardımcı olan büyük diyalektik süreçlerin, kapitalizmin neoliberal küreselleşme olarak bilinen güçlü saldırısıyla kısmen yenilgiye uğratılarak durduğunu ileri sürmüştüm. 21. yüzyılda ortaya çıkan yeni sol artık sermayenin saldırısının toksik etkileriyle (yükselen eşitsizlik, iklim kaosu ve imparatorluklar arası rekabet) karşı karşıyaydı. Bu eğilimler, ilk insani gelişme için bile diyalektik bir yön sunmuyordu. ‘Dünya ve Sol’ yeni solda ortaya çıkan alternatif küreselciler, iklim hareketi, yerli ve köylü hareketleri, gecekondu sakinleri, feministler, sendikacılar; Arap dünyasındaki kentsel ayaklanmalar, Latin Amerika’nın pembe dalgası, Latin Avrupa’nın indignados hareketi, Anglofon[2] demokratik sosyalistler, gibi biçimleri ve repertuarı inceledi ve yeni solun karşı karşıya olduğu toplumsal, ekolojik ve jeopolitik zorluklar ışığında onun zayıf ve güçlü yanlarını değerlendirmeye çalıştı.

Eagleton yanıtında, Marksizmin yeni çağda geçerliliğini koruyup korumayacağına dair belirsizliğin ortasında, yüzyılın dönümünde “angaje bir bakış açısından fildişi kulesine yerleşen bir bakış açısına doğru” bir kayma olduğunu kaydederek, çalışmalarımın ve düşünsel tertibatımın tarihini özetlemiş.[3] Bilim, Sınıf ve Toplum [Science, Class and Society] (1976) adlı kitabımdan yola çıkarak, 20. yüzyılın büyük toplumsal diyalektiğinin durduğu ya da “Marksist diyalektiğin aşıldığı” iddiasını sorgulamış. “Emeğin ileri yürüyüşü”nün durması, daha ileri diyalektik süreçlerin ortaya çıkmasını engellemedi: “ekoloji, jeopolitik, eşitsizlik” üçlüsü, Marx’ın analiz ettiği üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerle karşılaştırılabilir sistemik çelişkiler barındırıyor olabilir mi? Eagleton’a göre, “fosil sermayenin yükselişi ve iklim çöküşünün geri tepmesi tam anlamıyla bir diyalektik oluşturmaktadır” – “sistemin ‘kalkınmacı mantığı’ kendi kendini altüst etmektedir.”[4] Dahası, iklim krizinin diyalektiğinin jeopolitik dinamiğe bağlı olduğunu savunmuştur: “İkisi birbirinden ayrılmaz ve eş belirleyicidir”, ABD hegemonyasının yükselişi ve 1945’ten sonra petrole dayalı bir dünya ekonomisine geçiş birbirini karşılıklı olarak güçlendirirken, 1970’lerden itibaren finansın serbestleştirilmesi ve küresel imalatın düzenlenmesi, her ne kadar Çin’in dünyanın karbon püskürten atölyesine dönüşerek ABD’nin jeopolitik üstünlüğüne potansiyel rakip olarak yükselişinin yolunu açıyor olsa da, “fosil sermaye tarihinde hem emperyal matrisi hem de onun faal temellerini güçlendiren bir başka dönüm noktası” oluşturdu.[5]

Eagleton, bu gidişatı “fosil destekli üretim güçlerinin Amerikan tahakküm ilişkileriyle çelişkiye girdiği içsel bir diyalektik” olarak tanımlamazsak başka nasıl tanımlayabiliriz diye sorar.[6] Kendisi, eşitsizliğin aynı diyalektik yapıya sahip olmayabileceğini, çünkü ezilen halkların yöneticilerine karşı ayaklanmasının kaçınılmaz olmadığını kabul etmiş; ancak çevresel çöküşün ve jeopolitik gerilimin etkileri göz önüne alındığında, bu antagonizmaların yoğunlaşmasını beklemek için her türlü neden vardı. Eagleton, bu yapısal eğilimlerin ilerici bir karaktere sahip olmadığı konusuna katılıyor: “Bu ikilikler özgürleşmenin habercisi olmaktan ziyade, farklı yıkıcı güçleri karşı karşıya getirmektedir.” 21. yüzyıl, umut dolu, geleceğe yönelik bir diyalektikten, milliyetçi sağın popüler hoşnutsuzluğun başlıca faydalanıcısı olduğu daha karanlık bir diyalektiğe doğru geçişe işaret ediyordu. Ancak sol, gerçek bir alternatif sunabilecek tek akım olarak -bu kez tarihin diyalektik dinamikleriyle birlikte çalışmak yerine onlara karşı çalışarak ve yaşayan bir kaynak olarak kendi geçmişinden yararlanarak- kendini hâlâ yeniden temellendirebilir.[7]

Teorik Sorunlar

Bu kısa özetten bile Eagleton’ın makalesinin büyük ve düşündürücü bir makale olduğu ve daha geniş tartışmaları teşvik edeceği anlaşılacaktır. Anladığım kadarıyla Eagleton’ın teorik eleştirisi karakteristik olarak iki temel soruya odaklanıyor: Marksizmin günümüzdeki analitik ve politik geçerliliği ve diyalektiğin çağdaş gücü. Marx ve Marksizm ile olan ilişkim gençliğimden bu yana kesinlikle değişti. 1960’lar ve 70’lerde “Marksist üçleme” [Marxist trilogy] eserlerim[8] üzerinde çalışırken amacım, alandan yeni düşünceleri dahil ederken, en azından ilerici akademisyenler için tarihsel materyalizmi sosyal bilim haline getirmekti. Geriye dönüp baktığımda bu proje elbette gerçekçi değildi: Yerleşik akademik kurumların sınırlarıyla, ama aynı zamanda ve daha da önemlisi klasik 19. yüzyıl Marksizminin sınırlamalarıyla karşı karşıyaydı.

Ancak Marksizmden Post-Marksizme? [From Marxism to Post-Marxism?] eserimin[9] başlığındaki soru işaretini korurdum. Daha geniş anlamda, Marx’ın özgürleştirici aklına, tarihsel materyalizme ve toplumsal diyalektiği genel olarak analizin yönlendiricisi olarak alan sorgulamalara devam eden bir bağlılık anlamında konumumu Marksizm Artı olarak özetleyebilirim. “Artı” aynı zamanda Marksizmi uygulanması gereken bir el kitabı olarak görmeyi reddetmek ve bunun yerine onu, uygun görüldüğünde diğer analitik yaklaşımlara açık olmanın yanı sıra politik ve entelektüel bir bağlılık olarak görmek anlamına da gelir. Buna bir örnek olarak, yaşamsal olanakların dağılımı olarak anlaşılan eşitsizlik üzerine yaptığım son çalışmam ve aktivizmim verilebilir; bu, akademisyen Marx’ın asla ilgilenmediği bir konu; eşitsizlik kapitalizmin zorunlu bir sonucuydu ve onunla birlikte yok olacaktı.[10]

Eşitsizliğin önemi sosyalizmden uzaklaşmamızla birlikte artmış ve finansal krizden bu yana bu olguya yönelik akademik ve sivil ilgi yükselmiştir. “Eşitsizlik” aynı zamanda klasik Marksizmin önemini hiçbir zaman kabul etmediği bir normlar meselesidir. Marx’ın, zamanının liberal ideologlarının normlara ve haklara başvurmasına karşı bazı iyi argümanları vardı. Ancak Auschwitz ve Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerden sonra “insan hakları”, ABD ve AB tarafından jeopolitik olarak silahlandırılacak kadar güçlü bir normatif argüman haline geldi. Güney Afrika’da ırk ayrımcılığının [Apartheid] sonunu hazırlayan 1973’teki büyük Durban grevi, “insan onuru” talebi tarafından yönlendirilmişti.[11] Benzer şekilde, Cinsiyet ile Güç Arasında [Between Sex and Power] için cinsiyet-toplumsal cinsiyet-aile yapıları üzerine ve Güç Şehirleri[Cities of Power] için diğerlerinin yanı sıra, aile hukuku ve kentsel sembolizm hakkındaki merakımdan hareketle, yapılı çevre ile yönetim biçimleri arasındaki ilişkiler üzerine yürüttüğüm araştırmalarda, kapitalizm hakkındaki derslerini aklımda tutsam da Marksist yörüngenin dışında gezinmeyi tercih ettim. Ancak Marx her zaman Marx-izmden daha büyüktü ve benim için Genç Marx’ın “insanın alçaltılmış, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu tüm ilişkileri yerle bir etmek” şeklindeki “kesin buyruğu” [categorical imperative] geçerli bir yol gösterici rehber olmaya devam ediyor.[12]

Şimdi Eagleton’ın diğer teorik suçlamasına dönelim: diyalektik meselesi. Eagleton toplumsal çelişkilerin kokusunu alma konusunda sağlam bir içgüdüye sahip ve ikimiz de diyalektiğe felsefi bir seminerin konusu olarak değil, bir politik analiz aracı olarak bakıyoruz. Her ne kadar ikimiz de diyalektiğin dünyanın çelişkileri ve çatışmalarıyla ilgili olduğu konusunda hemfikir olsak da görünüşe göre ona dair farklı anlayışlarla hareket ediyoruz. Bana göre, diyalektiği kavramsal bir araç olarak kullanmanın en ilginç -ve sosyolojik ve politik açıdan en verimli- yolu diyalektik süreçlerin araştırılması ve analiz edilmesidir; yani, gelişimsel mantığı, sistemin temel bileşenleri arasındaki ilişkileri -klasik Marksizm bu bağlamda “bütünlük” ve “karşıtların birliği”nden söz ederdi- işleyişine zarar verecek şekilde değiştiren bir sosyal sistemin, kendi kendini yok etme eğilimleridir.

Marx ve Engels bu kavramı kapitalizm analizlerinde bu şekilde kullanmışlardı. Bu tür iki diyalektik süreç tespit ettiler. Bunlardan ilki, üretici güçlerin giderek artan toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki yapısal çelişkiydi; bu çelişki yapısal uyumsuzluklara ve oradan da ekonomik, toplumsal ve politik krizlere yol açıyordu. İkincisi, proletaryanın “sayıları sürekli artan ve kapitalist üretim sürecinin mekanizması tarafından eğitilen, birleşen ve örgütlenen bir sınıf”[13] olarak büyümesinden kaynaklanan toplumsal veya sınıfsal bir çelişkiydi.

Her iki eğilim de 1870’ten 1970’e kadarki yüzyıllık süreçte vücut buldu. Yapısal çelişki, gelişmiş kapitalist ekonomilerde kamu koordinasyonunun (veya düzenlemesinin) ve kamu mülkiyetinin artan rolünde ve altyapı, ulaşım, eğitim ve bilim için devlet finansmanının genişlemesinde kendini gösterdi. Ancak bu diyalektik hiçbir zaman kapitalizmin krizine yol açmaya yaklaşmadı. Sermaye ve kapitalist devletler, ABD askeri-sanayi kompleksi belki de en başarılı örnek olmak üzere, bu eğilimle başa çıkmanın yollarını geliştirdiler.

Gerçi sınıfının boyut, yoğunlaşma, uyum ve özerklik açısından büyüme eğilimi de 1970’lerde kapitalist merkezde doruğa ulaşarak gerçekleşmişti. O zamana kadar işgücü, işyeri ve yurttaşlık haklarında önemli ilerlemeler kaydetmiş ve toplumun genelinde geniş bir etkiye sahip olmuştu. Elbette bu diyalektik esas olarak en yoğun sanayileşmiş toplumlarda işledi, ancak işçi hareketleri kapitalist dünyanın her yerinde ortaya çıktı ve büyüdü. 1970’lerde Avrupa işçi sınıfı iki reformist sosyalist proje üretti: İsveç’teki ücretli emekçilerin fonlarına yönelik Meidner Planı ve Fransa’daki PS-PCF’nin Ortak Programı. Ancak burjuva direnişiyle -İsveç’te parlamento içi direniş, Fransa’da ise piyasa temelli (sermaye kaçışı)- ilk karşılaştıkları anda her ikisi de savaşmadan teslim oldular. Her iki süreç de Marx ve Engels’in etkileyici bir ileri görüşlülükle tasavvur ettiği, kapitalizmin esnekliğini ve adapte olma yeteneğini hesaba katmamıştı.

Ben, sömürgeciliğin son aşamasından itibaren daha büyük bir diyalektiğin geliştiğini ve dekolonizasyon sürecinin güçlenmesine yardımcı olduğunu ileri sürdüm. Bu aşama -kapitalist-kalkınmacı sömürgecilik- sömürgeciliğin daha önceki biçimlerinin ardından ortaya çıktı: fetih ve yağma, plantasyon köleliği, zorla çalıştırma. Temel fikir, emperyal sermaye birikimi için koloniyi geliştirmekti; bu da iki dil bilen ve (biraz) modern eğitim almış yerli bir madun kadro gerektiriyordu. Halklarını bağımsızlığa yönlendiren sömürge karşıtı aydınlar, bu sömürgeleştirilmiş, modernleştirilmiş madunlar katmanı içinden çıktı. Sömürge kadroları olarak aldıkları eğitim, sanayi işçilerinin fabrika eğitimiyle çarpıcı bir benzerlik taşıyordu.[14]

Bu geniş ve dünyayı değiştiren diyalektik süreçler artık sona ermiş ya da marjinalleşmiş durumdalar. Filistin’in önemli bir istisna teşkil etmesi dışında, en azından biçimsel anlamda dekolonizasyon sağlandı. Marx’ın analizinin merkezine koyduğu, üretici güçlerin toplumsal karakteri ile özel üretim ilişkileri arasındaki yapısal çelişki, son elli yılda özel sermaye birikiminin muazzam boyutlara ulaşmasıyla etkisiz hale getirilmiş bulunuyor. Toplumsal diyalektik -giderek daha uyumlu bir endüstriyel işçi sınıfının yükselişi- Küresel Kuzey’de sanayisizleşme, hizmet sektörünün genişlemesi ve finansal dönüş nedeniyle bozuldu. Güney’deki sanayileşme emek için olanaklar yaratmaya devam etti, ancak Kuzey’in tarihsel gelişimine kıyasla çok daha düşük bir endüstriyel istihdam oranıyla duraklıyor, hatta gerilemeye başlıyor. Doğu Asya bir süreliğine istisna gibi göründü; ancak Çin’de bile sanayi istihdamı işgücünün %30’unun altına düşmüş, gelişen hizmet sektörünün gölgesinde kalarak işgücünün neredeyse %50’sini oluşturur hale gelmiştir.

20. yüzyılın dünyayı şekillendiren ancak sınırları belirlenmiş diyalektik süreçlerinin bu arka planı karşısında, Eagleton’ın 21. yüzyılın diyalektiğini neyin oluşturabileceğine dair spekülatif inşasına şüpheyle yaklaşmaya devam ediyorum. “Fosil sermayenin yükselişi ve iklim çöküşünün geri tepmesinin bir diyalektik oluşturduğu” konusunda hemfikir olabiliriz, ancak bence “tam anlamıyla” değil.[15] Sanırım bunu daha ziyade iki sistemin, kapitalist ekonomi ve küresel ekolojinin çarpışması olarak görebiliriz. Hangi yorumu seçtiğimiz çok önemli mi? Çağdaş jeopolitikte kurucu bir diyalektik bulma konusunda Eagleton’ı takip etmek daha zordur. Eagleton, iklim krizi ve büyük güç çatışmasının jeopolitik dinamikleri yalnızca “eşit derecede diyalektik süreçler” değil, aynı zamanda “iç içe geçmiş”, “ayrılmaz ve eş belirleyici” süreçlerdir, diye yazıyor.[16] Ancak Eagleton’ın buradaki hamlesi, dolar, petrol ve askeri ağırlığın maddi ve tarihsel karşılıklı ilişkilerini açıklığa kavuşturmaktan ziyade kafa karıştıran bir birleşimini içeriyor gibi görünüyor. Eagleton, “ABD’nin 2. Dünya Savaşı sırasında petrol kökenli değişime yaptığı yatırımın, ülkenin savaş sonrasında devletlerarası sistem üzerinde kontrol sahibi olmasını sağladığını” öne sürüyor. Eagleton, Adam Hanieh’in Amerikan hegemonyasının pekişmesi, petrol merkezli bir küresel enerji rejimine geçiş ve plastiklerin yükselişi arasında “karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir ilişki” gören NLR’de yayımlanan “Petrokimya İmparatorluğu” [Petrochemical Empire] başlıklı makalesine dayanarak şöyle yazıyor:

Amerika’nın küresel likidite kaynağı olarak statüsü, küresel üretimin örgütleyici merkezi olarak rolü ve buna eşlik eden senyörlük ayrıcalıkları, onun petrol hammaddesine dayanıyordu… Üretici güçlerin petrole dayalı gelişimi, Amerika’nın egemen olduğu asimetrik üretim ilişkilerini sağlamlaştırdı.[17]

Eagleton’a göre, 1970’lere gelindiğinde, Almanya ve Japonya’nın artan rekabetiyle birlikte, bu durum aşırı kapasite ve düşen kâr oranları sorunlarına yol açarak hem finansal spekülasyona geçişi hem de yerli üretimi teşvik etmekten yurtdışında daha ucuz işgücü aramaya doğru “emperyal stratejide bir dönüşü” gerekli kılmıştır:

Bu dış kaynak kullanımı operasyonu, Doğu’da kömürle çalışan yeni bir süper güç için gerekli koşulları yarattı. Çin’in yüksek hızlı büyümesi daha sonra uluslararası sistemde uyumsuz bir aktör olarak ortaya çıkmasını sağladı… Halen inatçı durgunluktan ve zayıflamış devlet kapasitesinden mustarip olan ABD, bu durumu kendi egemen otoritesine bir müdahale olarak görmeye başladı ve agresif bir ekonomik çevreleme ve askeri kuşatma programıyla karşılık verdi.[18]

Eagleton’a göre bu, “fosil destekli üretim güçlerinin Amerikan tahakküm ilişkileriyle çelişkiye girdiği” içsel diyalektiği göstermektedir. Ancak Eagleton burada ampirik olarak sınırlandırılmış ve tanımlanabilir bir sosyal süreci adlandırmak yerine diyalektiğe metafor olarak başvurma riski altında olabilir. “Fosil sermaye” önemli bir fikirdir, ancak sermaye fosil yakıtlarla ayakta durmaz ya da düşmez ve “fosil kapitalizm” genel olarak kapitalizmi temsil edemez. Aslına bakılırsa metaforun aşırılığı, dünya hakimiyeti mücadelesine ilişkin bakış açımızı daraltmaya hizmet edebilir. Amerika’nın küresel gücünün, politik-diplomatik ittifak sisteminin temelini oluşturan geniş bir kaynak ve kapasite -ekonomik, askeri, bilimsel-teknolojik- tabanına dayandığı anlaşılmalıdır. ABD’nin dünya hakimiyetinin Kuzey Atlantik tahtına oturması, sanayileşmekte olan kıta devletinin kişi başına düşen gayrisafi milli hasılada İngiltere’yi geride bıraktığı 19. yüzyılın sonlarına doğru zaten ayyuka çıkmıştı. Tarihe bakıldığında, 2. Dünya Savaşı taç giyme töreniydi, çünkü ABD savaştan sadece zarar görmemiş değil, aynı zamanda zenginleşmiş tek savaşan güç olarak çıktı; Hiroşima’nın bombalanması tacın yerleştirilmesiydi. (SSCB 2. Dünya Savaşı’ndan ikinci süper güç olarak çıktı ancak gerçekte olduğundan çok daha güçlü görünüşü bir aldatmacaydı. Savaşta muazzam nüfus kaybına uğramıştı ve batı şehirleri şiddetli Nazi saldırılarıyla harap olmuştu; 1945’in Minsk’i, 2024’ün Gazze’sine benziyordu).

Eagleton’un eşitsizliği ele alış biçimine de tamamen ikna olmadım. Her ne kadar “ezilen halkların yöneticilerine karşı ayaklanmasının tarihsel bir kaçınılmazlık olmadığını” düşünse de -zaten ampirik bir diyalektik materyalist tarihsel kaçınılmazlığa başvurmaktan kaçınmak isteyecektir- yine de kendisi, “servet eşitsizliklerinin geçen yüzyıldakiler kadar keskin ve ikili sınıf karşıtlığı biçimleri üretebileceğine inanmak için her türlü nedeni” bulmaktadır. Onun olasılıkçı sonucuna tamamen katılıyorum, ancak diyalektik süreç nedeniyle değil. 21. yüzyılın popüler sınıfları daha önceki dönemlerdekilere kıyasla daha az hürmetkârlar; ancak çağdaş kapitalizmde dezavantajlıların tarafında daha fazla birlik ve güç yaratma yönünde fark edilebilir çok az eğilim var gibi görünüyor.

Politik Öncelikler

Bu yoldaşça bir tartışma; Eagleton ve ben temelde politik olarak hemfikiriz ve tartışmamız kendimizi bu dünyanın karmaşası içinde konumlandırmanın ve onu değiştirmenin en iyi yolu hakkında. Sanırım ikimiz de cevapları kesin olarak bildiğimizi iddia etmiyoruz; ikimiz de fikirleri deniyoruz. Görünüşe göre 21. yüzyıl dünyasının sol için üç büyük sorun teşkil ettiği konusunda hemfikiriz: birincisi, iklim değişikliği ve gezegenimizin geleceği; ikincisi, dünya hakimiyetinin baskın oyunu olarak emperyal jeopolitiğin kapitalist küreselleşmenin yerini alması; ve üçüncüsü, en göze çarpan şekilde gelir ve servette, ancak son zamanlarda ılımlı olsa bile eğitime erişim, yaşam beklentisi ve varoluşsal tanınma ve saygıda kalıcı eşitsizliğin neden olduğu, insan yaşamlarının korkunç şekilde bozulması.

Riskler büyük. İklim değişikliğine ilişkin politikalar gezegenin yaşanabilirliğini belirleyebilir. Emperyal jeopolitikte, İspanya ve Portekiz Krallarından ABD Başkanına kadar, Kuzey Atlantik’in beyaz Hıristiyan yönetici sınıflarını temsil eden Avro-Amerikan bir hanedanın beş yüz yıllık dünya egemenliği sorgulanmakta. 20. yüzyılın sınıf ve toplumsal cinsiyet eşitliklerinin tarihsel bir sapma olduğu ortaya çıkacak ve yaklaşık 1980’de başlayan neoliberal tersine dönüş, sendikalar, işçi partileri, feminist ve anti-emperyalist hareketlerin önündeki kasvetli dünyayı yeniden diriltebilecek mi? Bu üç meselenin birbiriyle ilişkisini kurmaya çalışmadan önce, her birinin kendine özgü politik sorunlarını ortaya koymak faydalı olabilir.

Ekoloji. İklim acil durumu kapitalizmin en kötü krizi ve tarihindeki en büyük meydan okumadır; insanlığın geleceği tehlikede olabilir. Küresel ısınma aynı zamanda söz konusu adaletsizliklere karşı küresel öfkenin de odak noktasıdır, çünkü yaklaşan felaketi üretmekten sorumlu olanlar -tarihsel olarak Sanayi Devrimi’nin Kuzey Atlantik kapitalistleri; şu anda, tüketici ve mülk sahibi üreticiler olarak sera gazı emisyonlarının neredeyse %50’sini oluşturan dünya nüfusunun en üst %10’u- bundan kaçmak için en iyi sosyo-coğrafi şansa sahip olanlardır. Bir anlamda iklim krizi sol için büyük bir fırsattır: büyük bir sosyo-ekonomik dönüşüm gerektirdiği açıktır, küresel yeniden dağıtımcı adaletle ilgili bariz sorunları gündeme getirmektedir ve kapitalizmin ideolojik kozunu -diğer tüm sistemlerden daha fazla ekonomik büyüme ve refah üretme iddiasını- geçersiz kılacak basit ve somut bir fikir sunmaktadır. Yeni koz, sürdürülebilir gezegen ekonomisine duyulan ihtiyaçtır. Sol için soru şu: Bu fırsat kaçırılacak mı? Kesinlikle kaçırılabilir ama kaçmamalı.

Çevre grupları ve kararlı bilim insanları sayesinde iklim krizi konusunda dünya çapında etkileyici bir farkındalık var, ancak sol politik güçler bizleri bekleyen görevlere kıyasla çok küçük. Bildiğim kadarıyla, ön saflarda yer alan büyük bir sol parti ya da sol hükümet yok; Alman Yeşilleri kesinlikle böyle sayılmaz. Kolombiya’da Gustavo Petro’nun belki de kısa vadede en çok umut vaat eden koalisyonu çoktan parçalandı ve durdu. Bunun yerine, dünya iklim sahnesine “yeşil kapitalizm” çeşitleri -elektrikli araçlar, hidrojen gazı kullanılarak yapılan çelik, karbon yakalama projeleri ve çok daha fazlası- hakimdir; bazıları dürüst, diğerleri ise fosil yakıt kapitalizminin hala genişlemekte olan biçimlerini yeşile boyamaktalar. “Yeşil kapitalizmin” bazı türleri, İsveç’in kuzeyinde bile pil fabrikaları ve lityum madenlerinde, Siyah Sanayi Devrimi’ni anımsatan çalışma koşulları yaratıyor.

Orta vadede, iklim değişikliğinden kaynaklanan yıkıcı iklim koşulları şüphesiz daha da kötüleşecek. Yeşil kapitalizm, çıplak bir imparatora dönüşebilir. O zaman, Eagleton ve benim ileriye dönük korkuyla seferberlik olarak adlandırdığımız -geçmiş demokratik ve eşitlikçi mücadelelerin yeniden canlandırılması yoluyla seferberlikten yeni bir güç alan- uğrak ortaya çıkabilir ve bu olduğunda fırsat kaçırılmamalıdır.[19] Solun programında, yaşamsal imkanların yeniden dağıtılması ve savunmasız bölgeler ile insanlar için özel koruma, merkezî bir yer tutmalıdır. Ancak iklim sorununun küresel karakteri onu jeopolitik gelişmelere de bağımlı kılmaktadır.

Jeopolitik. Emperyal jeopolitik acımasız, alaycı ve ikiyüzlü bir oyundur -idealist olma eğilimindeki sol oyuncular için iyi bir oyun değildir. Şiddet ve yalanla karakterize edilen jeopolitik çatışmalar, uydurdukları iyilik ve kötülük masallarıyla da solu bölme eğilimindedir. Bu durum, 1914 yazında Avrupa işçi hareketlerinin neredeyse tamamının ulusal savaş çığırtkanlarının yanında yer almasıyla açıkça görülmüştü. Yakın zamanda Ukrayna ve Gazze savaşları nedeniyle yaşanan bölünmelerde yeniden ortaya çıktı. Eagleton ve ben, solun oyundaki jeopolitik rakiplerden herhangi biriyle aynı safta yer alması için bir neden olmadığı konusunda hemfikiriz. Ancak solun daha uzun vadeli perspektiflerini netleştirmemiz gerekiyor. Bu da 21. yüzyıl solunun şimdiye kadar kaçınma eğiliminde olduğu soruların cevaplarını düşünmek anlamına geliyor. Kapitalist sömürü ve ayrıcalığın nihai siperi hangi güçtür? Hangi dünya güçleri kümesi adil bir küresel sosyo-ekolojik dönüşümü en az zorlaştırır? Hangi güç 21. yüzyılda en temel insan haklarını -barış içinde yaşama hakkını- en çok ihlal eden güç olmuştur?

Kuzey Amerika ve Batı Avrupa gibi en ayrıcalıklı %10’luk kesimi temsil eden devletlerin gücünün, geri kalan %90’lık kesimi temsil eden güçlü devletler tarafından sınırlandırıldığı çok kutuplu bir dünya, iklim krizinden küresel ve sosyal açıdan adil bir çıkış yolu için en iyi şansı sunacak gibi görünüyor. Çok kutuplu bir dünya aynı zamanda daha fazla sayıda sosyal seçeneğe sahip bir dünya olabilir çünkü ne Çin ne de Hindistan, ABD’nin dünyanın geri kalanını kendi müritleri haline getirmeye yönelik Hıristiyan misyonerlik dürtüsüne sahip. Muhtemelen Çin Komünist Partisi, jeopolitik olarak kapitalist bir ekonomik savaş ve “yaptırım” dünyasında Çin için bir gelecek olmadığını anladıktan sonra “sosyalist bir yola” bile dönebilir.[20] Ancak, 500 yıllık Batılı dünya imparatorları hanedanının barışçıl bir şekilde tahttan çekilmesi ihtimali oldukça zayıf olarak değerlendirilmelidir. Barışçıl bir geçiş olasılığı önemli ölçüde Batı’daki sola bağlı olabilir. Eagleton’ın kuşağının ders, ilham ve güç alabileceği mücadele, ABD’nin Vietnam savaşına karşı yürütülen harekettir.

Eşitsizlik. Dünyadaki eşitsizlik giderek daha fazla ulus-içi hale gelmektedir. Dünya Eşitsizlik Veri Tabanına göre, 2000 yılından kısa bir süre sonra ülke içi ekonomik eşitsizlik ülkeler arası eşitsizliği geride bırakmıştır.[21] Bu durum, toplumların sömürgecilik ve onun kalıcı mirasları tarafından çeşitli şekillerde parçalandığı Küresel Güney’de, eşitlik için herhangi bir sürekli gücün önünü kesecek noktaya kadar, en korkunç halini almış durumda. Dünyanın en eşitsiz ekonomileri, Güney Afrika’dan Zambiya’ya kadar, Güney Afrika’daki eski yerleşimci kolonileri ve İspanyol imparatorluk yerleşimlerinin kraliyet merkezleri olan Meksika ve Peru’dur.[22] Görünürde yoksulları ve sefil durumdakileri güçlendirme eğiliminde olan diyalektik bir rüzgâr yok. Ancak Küresel Güney’in büyük bölümünde çekişme alanları var ve daha fazla uysallık beklemek için hiçbir neden yok; tam tersine, yeni sosyal medya karşılaştırmalı iletişime yardımcı oluyor. Kayıt dışı çalışanlar güvenli sosyal haklardan ve işyeri haklarından yoksundur, ancak sokak satıcıları gibi bazıları örgütlüdür. Eksik olan militanlık değil, programlar, dönüşümcü beceriler, demokratik olarak hesap verebilir politik liderlik ve idari kapasitedir.

Dünya ekonomisinde, devletler arasında 21. yüzyılın ilk yirmi yılına damgasını vuran birbirini yakalama eğilimi pandemiden bu yana azaldı ve uluslararası eşitlikçi beklentiler artık kasvetli bir hâl aldı. Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin hiçbirine -sıfır açlık, sıfır aşırı yoksulluk ve benzeri- amaçlandığı gibi 2030 yılına kadar ulaşılamayacak. Ölçeğin diğer ucunda, Bloomberg Milyarder Endeksi balon gibi şişiyor ve sera gazı emisyonları azaltılmak yerine artıyor.[23] Bununla birlikte, jeopolitik rekabetler Güney ülkeleri için yeni fırsatlar da sunabilir; hem AB hem de ABD, kalkınma desteği konusunda Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile rekabet etme planlarını açıkladılar.

Radikal Sağ

Eagleton, solun geleceğine ilişkin ciddi bir tartışmanın, Avrupa ve ABD’de “neoliberalizme yönelik popüler hoşnutsuzluğun başlıca faydalanıcısı” olan radikal sağın yükselişine analitik bir dikkat göstermesi gerektiğini doğru bir şekilde vurguluyor.[24] Ben, başarısızlıkları ve yenilgileri de dahil olmak üzere solu anlamakla çok daha fazla ilgilendiğim için ihmal suçunu kabul ediyorum. Eagleton’ın “sağın yükselişinin altında yatan mantığı” yakalamayı amaçlayan analizi, bunu, toplumsal ilerleme umudu olmaksızın durgun kapitalist ekonomileri yönetmeye mahkûm olan ana akım liberalizmin sıkıntılarıyla ilişkilendiriyor. Ona göre yeni sağlar, ikiyüzlülükleri hariç, neoliberal merkez sol ile aynı politikaları –“ülkesini yatırımcılara satmak için seferber edilen ulusal şovenizm”- izliyorlar. Bu da yeni sağların, liberal ideolojinin, kamusal yaşamdaki “ısrarlı hegemonik statüsünün” faydalarından ve aynı zamanda bu ideolojiye yönelik hayal kırıklıklarından yararlanmalarını sağlıyor. Ancak “milliyetçi politikacılar” göreve geldiklerinde ‘“küreselci” selefleriyle olan devamlılıklarına ihanet ederler: şirket çıkarlarına aynı sadakat, pas kuşağı[25] halklarını göz ardı ederek ve Amerikan imparatorluğuna itaat ederek.”[26]

Sağın yükselişinin tek bir “temel mantığının” izini sürmek yerine, konfigürasyonlarını düşünerek başlamak istiyorum. En yaygın mobilizasyon konusu, 1970’ten bu yana uluslararası düzeyde üç katına çıkan göçün tetiklediği etnik-milliyetçilik olmuştur.[27] Bu artış, dünyada barış ve ekonomik güvenlik bölgeleri ile saldırı altındaki ya da kargaşa ve sefalet içindeki bölgeler arasında artan kutuplaşmayı yansıtmaktadır. Dışlayıcı etno-milliyetçilik aynı zamanda dini azınlıklara -Hindistan ve Avrupa’daki Müslümanlar; Endonezya’daki Hıristiyanlar-, İspanya’daki Katalanlar ve Basklar gibi kültürel azınlıklara ya da Şili’deki Mapuche, Yeni Zelanda’daki Maoriler gibi yerli azınlıklara karşı da yönelebilir. Her inançtan köktendinciliğin, neredeyse bir din olarak, şaşırtıcı bir şekilde yeniden canlanması, “toplumsal cinsiyet ideolojisine”, kürtaja ve eşcinsel haklarına karşı militan bir tepki gösteren radikal sağ için şok birlikleri sağlamıştır ki bu sonuncusu, 20. yüzyıl eşitlemesinin neoliberalizmden az ya da çok etkilenmeden kurtulan birkaç alanından biridir.

Yeni radikal sağın ortaya çıkışının konjonktürel arka planında elbette neoliberalizmin zaferi yatmaktadır. Tipik toplumsal tabanı, kapitalist küreselleşmenin “kaybedenleri”, ulusal nüfusun ekonomik ve kültürel açıdan dezavantajlı kesimlerinden gelir; bu kesimler genellikle bölgesel yoğunlaşmalarda -Fransa, Almanya, ABD ve İngiltere’nin sanayisizleşmiş bölgelerinde- ya da Şili, Hindistan ve İspanya’da olduğu gibi etnik veya etno-dilsel bölünmenin fay hatları boyunca bulunurlar. Birçok ülkede sol bir zamanlar bu insanları temsil ediyordu, ancak 1980’lerin sonlarına doğru morali bozulmuş, yönünü kaybetmiş, ezilmiş ya da kendini imha etme sürecine girmişti. Merkez sollar -eski Avrupa sosyal demokrat partileri, ABD liberalizmi, Hindistan Kongresi- neoliberalizmi sözde insani bir yüzle benimsemiş ve kısa bir süre için orta sınıf seçmen popülaritesinin tadını çıkarmıştı. Ancak merkez, oynayacak hiçbir toplumsal rolleri ve seçim alternatifleri olmadığı düşünülen “kaybedenlere” olan ilgisini kaybetmiş ve onları terk etmişti. Radikal sağ, açık olan hayal kırıklığı ve kızgınlık kapısını zorluyordu.

Ancak ortada radikal bir sağ olsa da -ki buna “popülist” demek halka hakaret olur- bu sağın “aşırı” ya da faşist olduğu söylenemez. Fratelli d’Italia ve liderleri Giorgia Meloni bile politikalarının çoğunu Thatcher’a borçludur ve İtalya’nın “büyük” olduğu bir döneme başkanlık ettiği için ona hayranlık duysalar da neredeyse hiçbirini Mussolini’ye borçlu değildir. Eagleton’ın da belirttiği gibi, yeni sağın politika önerilerinin hepsi liberal ekonomi ve liberal politika parametreleri dahilindedir ki zaten bu da yeterince kötü olabilir. Şimdilerde, AB ve NATO’yu, en fazla küçük niteliklerle kucaklıyor ve Avusturyalı FPÖ, Fransız National Rally ve İsveç Demokratları gibi açık Nazi ve anti-Semitik kökenleri olan partiler artık Siyonizm yanlısı pozisyonlar alıyorlar. Geleneksel sağ ile yeni radikal sağ kaynaşma sürecindeler.

Rasyonel Umutlar

Tüm bunlara ek olarak, neoliberal ekonominin, Asya ve Afrika’da (radikal bir şekilde eşitsiz) ekonomik büyümeyi ateşlemiş olması nedeniyle Güney’de belirli bir çekiciliğe sahip olduğu gerçeği -Latin Amerika’da, çoğunlukla Şili ve Peru ile sınırlı olmak üzere, yüksek sosyal maliyetle- Eagleton ve benim paylaştığımız, günümüze dair kasvetli bir tabloya yol açıyor. Ancak ikimiz de teslim olmayacağız ve böyle bir pozisyonun rasyonelliği için iki argümanla sonuca varacağım. Birincisi, politik konjonktürler ve bunların odaklandığı konular dalgalar halinde hareket etme eğilimindedirler ve nadiren on yıldan uzun, bazen de daha kısa sürerler. Mevcut dalga sona erecek ve yeni bir dalga yükselecektir. Bu arada, yüzyılın belirleyici meseleleri varlığını sürdürecektir. Onları üstlenmeye hazır olmalıyız.

İkincisi, gelecek, diyalektiğin ortaya çıkmasından ziyade tartışmasız bir umut meselesi haline gelmiştir. Bugünlerde Ernst Bloch’un Umut İlkesi [The Principle of Hope] adlı kitabını okuyorum. Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’yle [Dialectic of Enlightenment] aynı dönemde, sürgündeki bir başka Alman-Yahudi Marksist filozof tarafından yazılan Bloch’un eserinin teması ve tonu, Frankfurt Okulu düşünürlerinin ortaya koyduğu, kendi kendini yok eden Aydınlanmanın otopsisiyle dramatik bir tezat oluşturuyor. Bu nedenle Umut İlkesi, karanlık zamanlarımızda daha yararlı bir entelektüel araç sunabilir. (Gerçi Adorno ve Horkheimer bile 1944’te, başarılması gereken görevin “geçmişin umutlarının kurtarılması” olduğunu söyleyebiliyorlardı).[28] Bloch’a göre umut korkudan üstündür, çünkü ne pasiftir ne de “hiçliğe kilitlenmiştir”. Umut aktiftir, dışa dönüktür ve geleceğe yöneliktir; daha iyi bir yaşamı hedefler. “İnsanlar hiç yılmadan bunun hayalini kurmuşlardır” diye yazar Bloch, “mümkün olabilecek daha iyi bir yaşamın hayalini.”[29] İki ciltlik çalışması -İngilizcesi üç cilttir- “beklenti duygularını”, “beklentisel bilinci” ve ütopyacı hayal gücünün karakterini inceler; bir yanda hüsnükuruntu, “zayıflatıcı kaçışçılık” ve “aşırı duygusal hikayeler”, diğer yanda ise “katılımcı akıl” ile zenginleştirilmiş gündüz düşleri arasında ayrım yapar.

Bloch için umut, büyütülebilen ve eğitilebilen, docta spes ya da begriffene Hoffnung olarak geliştirilebilen bir duygu ya da yetidir: “eğitilmiş umut”. Bloch’un, Platon ve Augustine, Fourier ve Weitling’in çalışmalarında incelediği sosyal, teknolojik ve dini ütopyalar, bölümlerinin onda dokuzunu geleceğin ideal durumuna ayırırken, “ona giden yol gizli kalır”. Marx bunun yerine, Bloch’un “umudun süreç bilgisiyle birliği” olarak adlandırdığı durum -ya da umut ve diyalektik diyebiliriz- aracılığıyla ileriye doğru bir yol keşfetmek için günümüzün “işleyen eğilimlerinden” yola çıkar. Bloch için bu “somut bir hayal”, “süreçle dolayımlanmış bir ütopya”dır. İkisi arasındaki denge önemlidir: idealist bulut oluşumlarına karşı verilen bilimsel mücadelenin ütopik “ateş sütununu” söndürmesine izin verilmemelidir.[30] İnsanların hala daha iyi bir yaşam hayalleri var ve toplumsal değişim umudu da burada yatıyor. Bu hayaller farklı yönlere işaret edebilir, ancak ezilenlerin ve dezavantajlı durumda olanların -ve diğer pek çok kişinin- deneyimlerine dayanarak daha iyi bir yaşamın eşitlikçi, barışçıl ve demokratik bir dünya gerektirdiğine karar vermesi ihtimali hâlâ yüksek.


[1] Oliver Eagleton, “Therborn’s World-Casting”, NLR 144, Kasım–Aralık 2023, bundan sonra kısaca, TWC.

[2] Ç.N.: Anglofon, ana dili İngilizce olan kişi anlamına gelir.

[3] TWC, s. 50, 53. Eagleton’ın sunumuna küçük bir değişiklik eklemek isterim. Politik oluşumum çok erken yaşlardan itibaren anti-emperyalistti. Babam, Nazi karşıtı, Anglo-Amerikan bakış açısıyla dış meselelere büyük ilgi duyardı. Onunla ilk politik tartışmam 1950 sonbaharında, dokuz yaşındayken oldu: Amerikalıların Pasifik’in öte tarafında bulunan Kore’de neden savaş yürüttüğünü anlayamıyordum. İlk bilinçli sömürge karşıtı duruşum ise, dört yıl sonra, radyodan takip ettiğim Vietnam’ın kuşatılması ve Dien-Bien-Phu’daki Fransız kalesinin ele geçirilmesiyle tahkim edilmiş oldu. Kısa bir süre sonra Cezayir Bağımsızlık Savaşı geldi. Bu, benim reşit olduğum dönemin dünya-politik bağlamıydı.

[4] TWC, s. 59, 60.

[5] TWC, s. 60, 61.

[6] TWC, s. 61.

[7] TWC, s. 63-7.

[8] Sırasıyla: Therborn, Science, Class and Society: On the Formation of Sociology and Historical Materialism, Londra ve New York 1976; What Does the Ruling Class Do When It Rules?: State Apparatuses and State Power under Feudalism, Capitalism and Socialism, Londra ve New York 1978; The Ideology of Power and the Power of Ideology, Londra ve New York 1980.

[9] Therborn, From Marxism to Post-Marxism?, Londra ve New York 2008.

[10] Karl Marx, “Critique of the Gotha Programme”, Marx and Engels Collected Works, cilt 24, Londra 2010, s. 87–8, 92; bundan sonra kısaca, MECW.

[11] Buraya Güney Afrika emek araştırmalarının duayeni Eddie Webster’ın ‘“Exodus Without a Map’: What Happened to the Durban Movement?”, (South African History Online, Eylül 2022) çalışmasını mutlaka eklemeliyim.

[12] Marx, “Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Law: Introduction”, MECW, cilt 3, s. 182.

[13] Marx, Capital: Volume I, çev. Ben Fowkes, Londra 1976, s. 931.

[14]Dünya ve Sol’da [The World and the Left] belirttiğim gibi, sömürgecilik tarihi ile emek tarihinin karşılaştırılmasını, Benedict Anderson’ın Endonezya’daki sömürgecilik karşıtı aydınların oluşumuna ilişkin muhteşem analizine borçluyuz. Bkz.: Therborn, “Dünya ve Sol”, NLR 137, Eylül–Ekim 2022; Benedict Anderson, Hayali Cemaatler [Imagined Communities], Londra ve New York 2016 [1983], yedinci bölüm.

[15] TWC, s. 59.

[16] TWC, s. 60-61.

[17] TWC, s. 60-61.

[18] TWC, s. 60–61. Eagleton’un iddiaları beni ikna etmese de bu konudaki kaynağının iş dünyası tarihi ile Marksizm’in verimli birleşimini büyüleyici buldum. Bkz.: Adam Hanieh, “Petrochemical Empire: The Geopolitics of Fossil-Fuelled Production”, NLR 130, Temmuz-Ağustos 2021, s. 25-51.

[19] The Ideology of Power and the Power of Ideology, s. 121-3; TWC, s. 65-66.

[20] Bugün Çin’de üniversitelerin Marksizm bölümleri ve çeşitli dergiler eliyle, Marksizm ve sosyalizm üzerine canlı pek çok entelektüel tartışma yürütülüyor. Bunların en önemlilerinden biri olan Wenhua-Zonghang’a thetricontinental.org adresinden İngilizce olarak erişilebilir.

[21] Lucas Chancel and Thomas Piketty, “Global Income Inequality, 1820-2020: The Persistence and Mutation of Extreme Inequality”, World Inequality Lab Working Paper, Aralık 2021, Figür 4.

[22] Ölçü, en zengin yüzde onun milli gelirden aldığı paydır. Dünya Eşitsizliği Veri Tabanının İnteraktif Haritasına çevrimiçi bakılabilir.

[23] “The Sustainable Development Goals Report Special Edition: 2023”, United Nations, Temmuz 2023, s. 29.

[24] TWC, s. 63.

[25] Ç.N.: Pas Kuşağı, New York’tan Orta Batı’ya kadar bir zamanlar imalatın hâkim olduğu coğrafi bölgeyi ifade eder. Pas Kuşağı, adını, endüstriyel gerilemeyle karşı karşıya olan ve hava koşullarına maruz kalmaktan dolayı paslanan terk edilmiş fabrikalardan almıştır.

[26] TWC, s. 63-4.

[27] “Interactive World Migration Report 2022”, IOM UN Migration, Aralık 2021.

[28] Theodor Adorno and Max Horkheimer, Dialectic of Enlightenment, Londra ve New York 1997, s. xv.

[29] Ernst Bloch, The Principle of Hope, Volume One, Cambridge MA 1986, çev. Neville Plaice, Stephen Plaice ve Paul Knight, s. 3; orijinal baskı adı: Das Prinzip Hoffnung, Frankfurt am Main 1959.

[30] Bloch, The Principle of Hope, Volume Two, s. 620-23.


*Gören Therborn’un New Left Review’da yayımlanan bu yazısını Candaş Ayan çevirdi.