İnternet, akıllı telefonlar ve sosyal medya; birbirimizle ve dış dünyayla etkileşme biçimlerimizi kökten değiştirdi. Bu dijital teknolojilerin ekrandan kopup reel dünyamıza daha da büyük ölçüde entegre olması halinde bizi nasıl bir dünya bekliyor?
İleri teknoloji endüstriyel robotlar, sürücüsüz arabalar ve akıllı kanser tarama makinelerinin bir rahatlık dünyasına işaret ettiğine şüphe yok. Fakat tüm bunlar, aynı zamanda bize rahatsızlık veren şeylerin ta kendisi değil mi? Zira, büyük ölçüde otomatize edilmiş bir dünyada insanların yerinin ne olacağı sorusuna yanıt vermek hiç de kolay değil. Acaba gerçekten bir gün o büyük hayalimizi, akıllı makinelerin mümkün kılabileceği özgürlük çağı hayalini gerçekleştirebilecek miyiz? Mevcut kurumlarımızı bu hayale uygun biçimde dönüştürebilecek miyiz? Yoksa zamanla bu hayalin aslında bir heyula olduğunu mu göreceğiz?
Güncel otomasyon söylemi tam da bu gibi soruları soruyor ve oldukça provokatif bir yanıta ulaşıyor: Bu söyleme göre kitlesel bir teknolojik işsizlik kapıda, küresel nüfusun büyük bir bölümü yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan ücretlerden mahrum kalacak, ve ortaya çıkacak bu durumla ancak evrensel temel gelir aracılığıyla baş edilebilir. Otomasyon kuramcılarının bu hikâyesi hakikaten de iddia ettikleri gibi doğru mu?
Otomasyon söyleminin bugün yeniden gün yüzüne çıkmasının altında reel küresel bir eğilim yatıyor: Çok fazla sayıda insan için çok az iş var. Kronik olarak düşük emek talebi; ekonomik bağlamda istihdamsız büyüme dönemleri, durgun ücretler ve vahşi bir güvencesizleşme olarak tezahür ediyor. Bu, aynı zamanda artan eşitsizlikle körüklenen siyasi gelişmelerde de görülebiliyor: Popülizmin yükselişi, plütokrasinin yükselişi ve denizaşırı bir dijital seçkinler topluğunun ortaya çıkışı buna örnek olarak verilebilir -ki bu seçkinler, roketle Mars’a kaçmaya harcadıkları çabayı, arkada alevlerin sardığı bir dünyaya hapsolacak dijital alt sınıfların hayatlarını iyileştirmeye harcamaya tenezzül bile etmiyor.
Kaliforniya’da başınızı bir tarafa çevirip Oakland’daki yoksul ve işsiz kitlelere, öteki tarafa çevirip Fremont’taki Tesla fabrikalarında ışıldayan robotlara baktığınızda, otomasyon kuramcılarının haklı olduğunu düşünmek işten bile değil. Ne var ki, bu tabloya sundukları açıklama -yani hızlı teknolojik gelişmelerin mevcut iş alanlarını yok ettiği iddiası-, en basit tabirle, yanlış.
İşgücü Talebi Kalıcı Olarak Daralmış Durumda
Otomasyon kuramcıları, bugün ABD ve Avrupa Birliği’nde müzmin bir emek talebi düşüklüğü olduğu konusunda haklı, ve bu durum Güney Afrika, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde daha da beter. Ancak meselenin kaynağı, otomasyon kuramcılarının öne sürdüklerinin neredeyse tam tersi. Aslına bakılırsa, günümüzde emek verimliliği artış oranları hızlı değil, aksine yavaşlıyor. Bu tabloya göre, normalde, piyasadaki emek talebi artıyor olmalıydı; fakat emek talebinin sabit kalışının sebebi, verimlilikteki bu yavaşlamayı gölgede bırakan başka bir trendin varlığı: Marksist iktisatçı Robert Brenner’ın “uzun süreli düşüş” [the long downturn] olarak adlandırdığı -ve sonradan anaakım iktisatçılar tarafından “kalıcı durgunluk” [secular stagnation] adı verilen- gidişat. Buna göre, ekonomiler 1970’lerin başından beri gittikçe yavaşlayan bir hızla büyüyor.
Peki bu uzun vadeli düşük emek talebinin sebebi ne mi? Onyıllar süren endüstriyel kapasite aşımının [overcapacity] imalata dayalı büyümenin mezarını kazmış olması ve bugüne dek imalata alternatif bir büyüme modeli ortaya konulamamış olması. Zaten bu alternatifin hizmet sektörünü oluşturan, yavaş büyümesi ve düşük verimliliğiyle meşhur faaliyetlerde bulunması da pek mümkün değil. Çünkü ekonomik büyüme hızı düştükçe yeni iş yaratma oranları azalır. Buradan hareketle, emek talebinin küresel olarak daralmasının sebebinin teknolojik gelişme temelli iş yıkımı [job destruction] değil, yavaş büyüme olduğu açıktır.
Otomasyon kuramcılarının karşımıza koyduğu tablodan birkaç adım uzaklaştığımızda, otomatize edilmiş göz kamaştıran fabrikalar ve pinpon oynayan ev robotlarıyla bezedikleri resmin ardında çökmeye yüz tutmuş bir altyapının, sanayisizleştirilmiş kentlerin, çalışmaktan bezmiş hemşirelerin, düşük maaşlara mahkûm edilen satış elemanlarının ve kârlı yatırım yapabileceği alanların giderek azaldığı koca bir finansallaşmış sermaye yığınının yattığını görebiliriz.
Hükümetler, gittikçe durgunlaşan ekonomilerini diriltmek amacıyla neredeyse elli yıldır vatandaşlarına kemer sıktırıyor; okullara, hastanelere, toplu taşıma şebekelerine ve sosyal yardım programlarına ayrılan fonu giderek daraltıyor. Dahası, hem hükümetler hem şirketler hem de haneler, çok düşük faiz oranlarıyla teşvik edilerek rekor miktarda borçların altına giriyor.
Düşük emek talebi, yavaş büyüme ve artan işsizlik gibi trendler dünya ekonomisini halihazırda korkunç bir duruma sürüklemişti. Ekonomi, bu vahim durumun içinde, tarihindeki en büyük zorluklardan biriyle karşı karşıya kaldı: Covid-19 krizi. Harabeye döndürülmüş sağlık sistemleri hastalara yeterli kaynakları temin edemedi; birçok çocuk için temel beslenme kaynağı, birçok aile için günlük çocuk bakımı sağlayan okullar kapandı. Ekonomi dibi görmüş durumda. Devasa nakdî ve mali yardım paketlerine rağmen zayıf ekonomilerin bu şoku hızlı bir biçimde atlatmaları oldukça zor görünüyor.
Yatırım Oranları Bu Kadar Düşükken Otomasyondan Korkmaya Hacet Yok
Tam da bu sebepten dolayı, pandemi kaynaklı bir otomasyon dalgasının kapıda olduğu kehanetleri kulağa inandırıcı gelmiyor. İş kaybına yol açan asıl sebebin teknolojik değişim olmamasına rağmen -en azından şu an değil- Martin Ford ve Carl Benedikt Frey gibi otomasyon kuramcıları, pandeminin daha otomatik bir geleceğe ilerleyişimizi hızlandıracağını öne sürüyor. Onlara göre kaybolan işler bir daha asla geri gelmeyecek; zira yemek, temizlik, geri dönüşüm, poşetleme ve bakıcılık yapabilen robotlar, insan muadillerinin aksine, Covid-19’a yakalanamazlar ve bunu başkalarına bulaştıramazlar.
Otomasyon kuramcıları, bu noktada yaygın otomasyon fikrinin teknik imkânlarıyla -ki bu teknik imkânların da gerçekçi olduğu tartışmalıdır- bunun ekonomik uygunluğunu birbirine karıştırıyor. Elbette bazı firmalar Covid-19 sebebiyle birtakım ileri teknoloji robotlara yatırım yapıyor. Walmart, ABD mağazalarında kullanmak üzere stok tarayabilme ve reyon temizleyebilme özelliklerine sahip sürücüsüz robotlar satın aldı. Çevrimiçi siparişlerin katlanarak artacağını öngören bazı perakende mağazaları, çalışanlarının siparişleri daha hızlı paketleyebilmesine yardım etmek için robotlu mikro sipariş karşılama merkezleri [micro-fulfillment center] kurmaya çalışıyor.
Ancak bu teknolojilerin kullanımı, yakın gelecekte yaygın bir hâl alacağa benzemiyor; bunların kullanıldığı yerler, aksine, karşımıza yalnızca birkaç istisnai örnek olarak çıkacak gibi görünüyor. Derin bir krizin ardından talebin hızlı bir şekilde artmasını bekleyemeyiz, bu sebeple krizin ardından büyük çaplı yatırım yapan şirketlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyecektir. Şirketler, yatırım yapmak yerine, ellerindeki üretim kapasitesiyle yetinecektirler: İşçi sayısını azaltacak, kalan işçiler için üretim hızını artıracak ve bu yolla üretim maliyetini düşürecektirler. Bunu öngörmek zor değil, zira geçen krizin ardından yaptıkları tam olarak buydu.
Mesele üzerine tartışma yürütenlerin birçoğu, sıklıkla otomasyonun 2010’larda hızlandığını varsayıyor ve geleceğe dair öngörülerini yanlış bir geçmiş algısına dayandırıyor. Aslına bakılırsa, 2010’larda böyle yatırımları söz konusu kılabilecek bir talep mevcut değildi. ABD bu yıllarda İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki tarihinin en düşük sermaye birikimi ve verimlilik artışı oranlarını gördü. Hâl böyle olunca, Covid-19’un bu trendlerin şiddetini ve derinliğini artırmaktan başka bir sonuca yol açmayacağı, 2020’lerin ise bir tur istihdamsız büyümeye daha sahne olacağı gayet açık.
İşler Otomasyonsuz da Yok Oluyor
Covid-19’un sebep olduğu ekonomik krizler, dünyanın dört bir yanında geri dönüşün zor olacağı bir işsizlik ve eksik istihdam sorunu yaratıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tespit ettiği rakamlara göre 2020 yılının yalnızca Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında dünyadaki toplam mesainin yüzde 14’ü yok oldu. Bu, 3,5 milyar insanın ait olduğu küresel iş gücünde yaklaşık 480 milyon tam zamanlı işe denk geliyor.
Pandemi sebebiyle ortaya çıkan bu ani sarsılma, iş ve çalışma bağlamında yaşanan uzun süreli dönüşümler dolayısıyla çok daha sert bir biçimde hissedildi. Bu uzun süreli dönüşümlerden biri, hizmet sektörünün geçtiğimiz elli yıl içerisinde yüksek gelirli ülkelerdeki istihdamın yüzde 70 ila 80, dünyadaki toplam istihdamın ise yüzde 50’sini teşkil eder hale gelmesi. Aslına bakılırsa hizmet işleri genellikle krizlerden en az etkilenen işler olur. Bir başka deyişle, normalde kriz süreçlerinde en büyük darbeyi araba ve bilgisayar gibi dayanıklı tüketim mallarına yapılan harcamalar alır, hizmet harcamalarında ise ciddi bir değişiklik görülmez. Ancak iktisatçı Gabrial Mathy’nin de öne sürdüğü üzere, salgına bağlı kapanmalar bunun tam tersi bir etki yarattı; kriz en ağır darbeyi hizmet işlerine indirdi.
Pandemi nedeniyle yaşanan krizde hizmet harcamalarının ani düşüşü, binlerce işçinin gelirinin de ani düşüşüne yol açtı. Tüketici talebindeki bu düşüş, bütün ekonomiyi etkisi altına aldı ve dünyanın dört bir yanında tüm işçiler için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Bu topyekûn yıkımdan en büyük payı alanlar kadınlar oldu; zira salgın, küresel olarak yoğunlukla kadınların istihdam edildiği, kapanmaların en çok etkilediği iş alanı olan perakende ticareti doğrudan vurdu. Kadınların keza salgının en sert biçimde yaşandığı sağlık alanında da yoğun istihdamı söz konusu. Dahası, salgının doğurduğu koşullarda elzem bir rol kazanan ücretsiz bakım işini de, şüphesiz, kadınlar üstlenmek zorunda kaldı. Bu yalnızca evdeki hasta ve yaşlı kişilerin değil, aynı zamanda geçen Mart’tan beri okula gidemeyen 1 milyar çocuğun bakımını da içeriyor.
Yukarıda belirtildiği üzere, artık ekonomide başı çekenin hizmet işleri olduğu bir dünyada yaşıyor olmamız, pandeminin yıkıcı sonuçlarını oldukça derinleştirdi. Tam da bu sebeple, ekonominin toparlanması tahmin edildiğinden daha uzun zaman alacak. Çünkü iktisatçı William Baumol’un 1960’larda ortaya koyduğu üzere, hizmet sektörü büyük ölçüde durgun bir sektördür. İmalat sanayi, altın çağında yüksek emek verimliliği artışına ve düşük fiyatlara dayalı dinamik bir genişleme tablosu sergilerken, hizmet sektörü söz konusu olduğunda böyle bir tablodan söz etmek mümkün değil. Bilakis, hizmetlere yönelik talep artışı, ancak başka ekonomik sektörlerdeki verimlilik artırıcı gelişmelerin hizmetlere yansımasıyla meydana gelir. Bu noktada, mevzubahis durgun hizmet sektörünün küresel genişlemesiyle ekonominin gittikçe durgunlaşan yapısı arasındaki doğrudan ilişkiyi ortaya koymak önemlidir.
ABD ve Birleşik Krallık’ta 1960’ların sonlarında başlayan ve ilerleyen yıllarda dünyanın geri kalanını etkisi altına alan sanayisizleştirme dalgasının ardından, bugüne dek, ekonomide sanayinin yerini alabilecek uygun bir başrol bulunamadı. Küresel ekonomi, sanayiye dayalı devasa büyüme motoru bozulduğundan beri bunu bir yenisiyle değiştirebilmiş değil.
Artan İşsizlik Ekonomik Eşitsizliği Derinleştirecek
Ekonomik büyüme motorunun gittikçe zayıflamasına rağmen, işçiler hala (hem pandemi sürecinde hem de sonrasında) geçinebilmenin bir yolunu bulmak durumundalar. Bu bağlamda mevcut işsizlik, zamanla eksik istihdama dönüşecek gibi görünüyor. Bir başka deyişle, işçiler gün geçtikçe normal miktarın altında ücret ödeyen işlerde, ya da bu işlerde normalden daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalacak; iş bulamayanlar ise kayıt dışı sektöre dümen kıracak, ya da iş gücünü tamamen terk edecekler.
Dünyanın dört bir yanında eksik istihdam edilen işçilerin büyük bir kısmı, tıpkı geçmiş krizlerde yaşandığı gibi, düşük ücretli hizmet işlerinde çalışmak zorunda kalacak. Zira emek verimliliği artış oranları sürekli düşük seyreden ve düşük ücretle işçi çalıştıran hizmet işleri, durgun ekonomilerde bir numaralı iş yaratma [job creation] alanı olmuştur. Bu tür hizmet işlerinde tüketicinin mal için ödediği nihai ücretin görece büyük bir kısmını işçinin ücreti oluşturur. Bu da hizmet temelli şirketlere, ürünlerine olan talebi ekonomideki genel emek verimliliği artışına göre, işçi ücretlerini kısarak, artırma imkânı sunar. Küresel kayıt dışı iş gücünün en büyük unsurlarından birini teşkil eden küçük ölçekli aile işletmeleri de büyük şirkerle yarışabilmek için buna benzer bir strateji uygularlar; kendi maaşlarını ellerinden geldiğince kısarlar.
İşsizlik arttıkça eşitsizlik derinleşecektir. Bugün de görüldüğü gibi çok sayıda insan, ücretlerinin artış oranı ortalamanın altında olan işlerde çalışmak zorunda kalıyor. İktisatçılar David Autor ve Anna Salomons’un da işaret ettiği üzere, “Toplu iş kayıpları; istihdam, çalışma saati ya da ücretlerde bir düşüşe neden olmak zorunda değil.” Bu, işçi sınıfının göreli olarak yoksullaştırılması şeklinde de tezahür edebilir. Zira, “işçilere ödenen toplam ücret -yani saat başı ücret ve toplam çalışma saatine göre hesaplanan gider- katma değerden daha yavaş yükseliyor.” Bu yoksullaştırma, G20 ülkelerinde son elli yılda emek gelirinin %9’unun sermayeye kayışında açıkça görülebilir. İşçilerin gelir payı, yalnızca 1980’den 2000’lerin ortalarına kadarki süreçte tüm dünyada %5 düşerken varlıklı sermaye sahipleri bu gelirin büyük bir kısmına el koymuş durumda.
Bolluk Ekonomisi
Yaşam, durgun ekonomilerde, yakın dönem distopya filmlerinde de sahnelendiği üzere, şiddetli bir güvencesizlik üzerinden tanımlanıyor -In Time [Zamana Karşı], Children of Men [Son Umut], Ready Player One [Başlat: Ready Player One] gibi filmlerin her birindeki ortak nokta, işlevini yitirmiş bir insanlık temsiliyle karşımıza çıkıyor olmaları-. Bu güvencesizliğin 2020 gibi kriz yıllarında çok daha beter bir hâl aldığı ise su götürmez bir gerçek. Birçok insan hayatını kıt kanaat, günü kurtarmaya çalışarak, tabiri caizse ölümden dakika çalarcasına sürdürürken en zengin sermaye sahipleri, bu süreçte o kadar büyük bir sermaye biriktirdiler ki neredeyse ölümsüz oldular desek yeridir.
İşte tam da bu yüzden bugünün otomasyon söylemi üzerine düşünmek çok büyük bir önem teşkil ediyor. Çünkü bu mesele, yalnızca kronik emek talebi düşüklüğünün hatalı açıklamalarıyla baş etmeyi değil, aynı zamanda dünyanın bu gibi kronik emek problemlerini ütopik bir çözüme yöneltebilmek için ipuçları üzerine düşünmeyi de kapsıyor. Otomasyon kuramcıları; küresel bir salgın, artan eşitsizlik, başıboş bir neoliberalizm, yeniden dirilen bir milliyetçilik ve iklim değişikliğiyle sarsılmakta olan bir dünyaya insanlık tarihinin bir sonraki aşamasına geçiyor olduğumuz tasavvurunu -ki bundan ne anlayacağımız bize kalmış- aşılıyor. Bu tasavvura göre teknoloji bize kendimizi keşfedebilmemiz ve arzularımızın peşinden gidebilmemiz için bir özgürlük tanıyor. Ancak tıpkı geçmişteki birçok ütopya için söz konusu olduğu gibi, bu tür tasavvurların da sahiplerinin teknolojik ve teknokratik fantazilerinden kurtarılıp yapıcı bir toplumsal dönüşüm getirebilecek araçlar olarak tahayyül edilmesi gerekiyor.
Bu noktada şunu ortaya koymak elzem: Otomasyon kuramcılarının işaret ettiği kıtlık sonrası toplumu [post-scarcity society] yaratmak, üretimin otomatikleştirilmesi hayali başarıya ulaşmasa da mümkün. Buradaki asıl mesele, “bolluk toplumu”nu nasıl tanımladığımızda yatıyor. Otomasyon söylemine göre bolluk, bir teknolojik eşiğin ötesinde yatıyor; ve bu söylem, mevzubahis teknolojik eşiğin bir gün daha yeni, daha ileri teknolojilerle aşılabileceğini iddia ediyor. Fakat bunların iddia ettiğinin aksine bolluk, teknik birtakım gelişmelerle ulaşılabilecek bir şey değildir. Bolluk, bilakis, ekolojik sürdürülebilirlik ilkesinin sınırları içerisinde, teknolojik atılımlara ihtiyacımız olmadan kurabileceğimiz farklı bir toplumsal ilişki biçimi olarak anlaşılmalıdır.
Bolluk dünyasında yaşamak demek, istisnasız olarak herkesin barınma, beslenme, giyim, temizlik, su, enerji, sağlık hizmeti, eğitim, çocuk/yaşlı bakımı ve toplu taşıma araçlarına ücretsiz ulaşabileceği bir dünyada yaşamak anlamına geliyor. Bu senaryoda insanların “Nasıl hayatta kalabilirim?” sorusu yerine “Hayatımı nasıl geçirebilirim?” sorusunu soracak olmalarını sağlayan şey, hayat’ın içerdiği sağlam güvencenin, yaşamı sürdürmeye yardımcı olacak gereklerin eksiksiz teminatının ta kendisi. Bu noktada yapmamız gereken şey, gelecekte meydana gelebilecek bir teknolojik değişimi beklemek yerine hayatlarımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan ve otomasyona da uğramayacak işlerimizin kontrolünü elimize almak.
Bunu bugün yapmak, geçmişe kıyasla, çok daha büyük bir aciliyet teşkil ediyor. Kıtlık sonrası dünyanın temellerini tam da Covid-19 krizinin ortasındayken -ve önümüzdeki yıllarda çok daha büyük bir iklim kriziyle burun buruna gelmek üzereyken- atmalıyız. Buna iş durumu fark etmeksizin herkesin temel tüketim malzemelerine ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak hizmetlere ulaşabilmesini sağlayarak başlayabiliriz.
Tek Çözüm Üretimi Demokratikleştirmek
Bolluk dünyasına ulaşabilmenin ana koşulu, üretimi kökten değiştirmek. Bugün, insanların işleri üzerinde neredeyse hiçbir kontrolü yok. Birçoklarının her gün kalkıp işe gitmesinin sebebi, bunu yapmazlarsa aç kalacak olmaları. İnsanların ihtiyaçlarının doğrudan karşılanabileceği bir dünyada işin de demokratikleşmesi gerekiyor. Yapılacak işin paylaşılması -elbette yatkınlık ve kabiliyete dayalı bir paylaşım da söz konusu olacak şekilde- her bireyden talep edilen zorunlu emeğin yükünü azaltacaktır. Bu aynı zamanda herkesin çok daha geniş bir boş zamana sahip olabileceği anlamına gelir. W.E.B. Du Bois’un bir zamanlar yaptığı hesaba göre “geleceğin endüstriyel demokrasisinde”, günde yalnızca “üç ila altı arası” saat çalışmak “yeterli olacak”tı, ve böylece geriye “dinlenmek, egzersiz yapmak, kitap okumak ve birtakım hobilerle ilgilenmek için bolca zaman” kalacaktı. Du Bois’a göre birilerinin sanatla uğraşabilmesi için başka insanların hayatlarını onlara “hizmet ederek” geçirmesi yerine, gelecekte hepimiz “sanatçı olacak ve hepimiz hizmet edecek”tik. Bu kıtlık sonrası dünya tasavvuru, “sosyalizm” ve “komünizm”in Stalinist merkez planlama ve sert sanayileşme ile özdeşleşmeden önce ihtiva ettiği tasavvurun ta kendisiydi.
Kıtlık sonrası topluma giden yol, bugün yatırım ve istihdam konusundaki kararları tekeline almış az sayıda aşırı zenginin oluşturduğu bir sınıf tarafından kapatılmış durumda – ve bunların ekonomiyi demokratikleştirmek gibi bir derdi de yok. Bu küçük seçkinler grubu, kırk yıldır siyasi partileri ve sendikaları yatırımlarını geri çekmekle tehdit ediyor, taleplerini uygulamaları yönünde baskı altında tutuyor. Bu talepler: daha esnek mevzuatlar, daha esnek iş kanunları, yavaş artan ücretler, -ekonomik kriz durumlarında- şirketler için oluşturulacak kurtarma paketleri ve kemer sıkma politikaları.
Bu varlıklı seçkinlerin belli bir kısmı, özellikle Silikon Vadisi’ndeki çevreler, evrensel temel gelir [ETG] gibi tasarıları destekliyor gibi görünse de, bunun tek sebebi ETG’nin yatırım ve istihdam kararları üzerindeki seçkin tekeline karşı bir tehdit teşkil etmiyor oluşu. ETG’nin kıtlık sonrası ekonomiye doğru giden bir yol oluşturabilmesi için otomasyon kuramcılarının en baştaki analizinin doğru olması gerekir; yani, bugünkü düşük emek talebinin üretimin hızlı bir biçimde otomatikleştirilmesinden kaynaklanıyor olması gerekir. Şayet gerçek bu olsaydı, toplumun karşısındaki asıl mesele bölüşümün düzenlenmesine ilişkin olurdu; bu durumda da artan gelir eşitsizliği daha çok ETG ödenerek çözülebilirdi.
Ancak düşük emek talebinin sebebi yukarıda belirtildiği gibi küresel kapasite aşımı ve daralmış yatırım ise, böyle bir bölüşüm mücadelesinin kısa süre içinde sıfır toplamlı bir çatışmaya dönüşeceği su götürmez. Üstelik bu, özgür bir geleceğe doğru giden yolu da kapatır. Ekonomiyi yatırımsızlıkla kaosa sürükleme gücünü elinde tutan seçkinlerin bu özgür geleceğe olan itirazını da göz önünde bulundurduğumuzda, bolluk toplumuna ulaşacak yolun üretimi topyekûn dönüştürmeyi hedefleyen toplumsal hareketler ve mücadelelerden geçtiği açık.
Çok sayıda insan halihazırda bu uzun vadeli düşük emek talebinin çeşitli semptomlarıyla savaşmakta. Artan gelir eşitsizliği, güvencesizlik, kemer sıkma tedbirleri, yoksul ve ayrımcılığa uğrayan toplulukların polis tarafından katledilmesini bu semptomlara örnek olarak sayabiliriz. Geçtiğimiz on yıl içerisinde tam altı kıtada muhtelif grev ve eylem dalgalarına tanıklık ettik: Bunlar, Çin ve Hong Kong’dan Irak ve Lübnan’a, Arjantin ve Şili’den Fransa ve Yunanistan’a, Avusturalya ve Endonezya’dan ABD’ye uzanan dalgalar oldu. Protestoların 2019’da yeniden patlak vermeye başladığını görmüştük; nitekim, 2020’de de bir kez daha büyük bir protesto dalgasıyla karşılaştık.
Bu semptomlara karşı verilen mücadelelerden doğan hareketlerin içinde yer almamız oldukça mühim. Kapitalist toplumların altyapılarının kolektif kontrole girdiği, iş’in yeniden düzenlenip yeniden bölüşüldüğü, kıtlığın malzeme ve hizmetlerin ücretsiz teminiyle son bulduğu, varoluşsal güvence ve özgürlük genişledikçe beşeri kapasitelerimizin de genişleyeceği daha güzel bir dünya yaratabilmek için bu mücadeleleri ileri taşımamız şart.
Üretimin ele geçirilmesi ve insan olmanın ne demek olduğuna dair yeni bir formun ortaya koyulabilmesi -yoksulluğun ve milyarderlerin olmadığı; yurtsuz göçmenlerin ve kampların olmadığı; hayatın angaryayla geçmediği; bir dakika dinlenmek bir yana dursun hayal kurmaya bile mecali kalmamış insanların olmadığı bir dünya yaratmak-, bu tarihi vazife, yalnızca hem kendi içimizde hem de beraberce bağlanacağımız bir örgütlü mücadele ile gerçekleştirilebilir.
Eğer bu hareketler başarısız olursa, muhtemelen elimizde mütevazı bir ETG’yi kabul etmekten başka bir seçenek olmaz – zaten hükümetler de ETG’yi mevcut krize karşı kullanmak için çeşitli denemelere girişmiş durumda. Ancak biz bu sınırlı hedef için değil, sürdürülebilir bir kıtlık sonrası gezegeni yaratmak için mücadele etmeliyiz.
Aaron Benanav, Berlin Humboldt Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı pozisyonunda çalışan bir iktisat tarihçisidir. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl küresel ekonomi tarihi, ekonomik gelişme, işgücü piyasası dinamikleri, işsizlik ve eşitsizlik gibi alanlarda çalışan Benanav’ın ilk kitabı Automation and the Future of Work, Kasım 2020’de Verso Books tarafından yayımlanmıştır.
*İlk olarak “A World Without Work?” başlığıyla Dissent Magazine’de yayımlanan Aaron Benanav’ın bu yazısı Özgür Umut Baz tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Tercümeye müsaade ettikleri için Aaron Benanav’a ve Dissent Magazine editörlerine teşekkür ederiz.