McKenzie Wark Capital is Dead [Sermaye Öldü] adlı kitabında şu soruyu ortaya atıyor: Ya artık kapitalizm değil de daha kötü bir dönemin içindeysek? Bu, anti-kapitalistleri kabullenmedikleri bir kapitalizme bağlılık hali ile yüzleşmeye zorlaması itibarıyla rahatsız edici ve kışkırtıcı bir soru. Kapitalizmden sonra komünizmin gelmesi gerekiyordu fakat durum böyle değil, o halde bu hala kapitalizmde olduğumuz anlamına gelmiyor mu? Sorgulanmadan bırakıldığında, bu varsayım siyasi bir analize ket vuracaktır. Eğer katı bir tarihsel determinizmi reddediyorsak, kapitalizmin niteliksel olarak farklı bir şeye dönüşme ihtimali üzerine düşünebilmeliyiz. Bu anlamda Wark’ın sorusu bir düşünce deneyine davet ediyor: bugün var olan hangi eğilimler kapitalizmin kendisini daha kötü bir şeye dönüştürdüğüne işaret ediyor?
Geçtiğimiz on yılda, aşırı eşitsizlik, yaygın güvencesizlik, tekel gücü ve devlet düzeyindeki değişimlerle ilişkili eğilimleri adlandırmak üzere ‘neofeodalizm’ kavramı ortaya çıktı. Liberteryen ekonomist Tyler Cowen’ın otomatize edilmiş küresel ekonomideki aşırı eşitsizliğin sürekliliği üzerine yaptığı vurgudan yola çıkan muhafazakâr coğrafyacı Joel Kotkin, ABD’nin geleceğini kitlesel bir serflik olarak tasvir ediyor. Mülksüz alt sınıflar, yüksek kazançlı grupların kişisel asistanlık, eğitmenlik, çocuk bakıcılığı, aşçılık, temizlikçilik vb. ihtiyaçlarına hizmet ederek yaşamlarını sürdürecekler. Neofeodal kabustan kaçınmanın tek yolu ise, banliyöde bir ev sahibi olarak şehrin curcunasından uzak yaşamak üzerine kurulu Amerikan yaşam tarzını olanaklı kılan (inşaat, emlak, petrol, gaz, otomobil ve kurumsal tarım ticareti gibi yüksek istihdam getiren) endüstrilerin sübvanse edilmesi ve serbestleştirilmesi ile mümkün olacak. Friedrich Hayek’in sosyalizm saldırısına musallat olan serflik hayaletinden farklı olarak Kotkin, kapitalizm içindeki düşmana işaret ediyor. Yüksek teknoloji, finans ve küreselleşme, “toplumsal geçişliliğin önünde yarattığı güçlü engeller ile, endüstriyel kapitalizmin karmakarışık zuhuruna nazaran feodal toplumsal yapıyı daha çok anımsatan yeni bir sosyal düzen” yaratıyor. Bu liberteryen/muhafazakâr hayalde, daha öncelerde komünizm tarafından işgal edilmekte olan düşman pozisyonunun yerini feodalizm alır. Merkezileşme tehdidi ve özel mülkiyete yönelik tehdit ise değişmeyen ideolojik unsurlardandır.
Bazı teknoloji yorumcuları, fosil yakıtları ve banliyöleri gündem etmeseler de teknolojinin çağdaş feodalleşme dönemindeki rolüne yönelik liberteryen/muhafazakâr eleştiriyi paylaşıyorlar. Halihazırda 2010 yılında bir teknoloji piri olan Jaron Lanier You Are Not a Gadget [Sen Bir Gadget Değilsin] başlıklı etkileyici kitabında internet döneminin serflerinin ve lordlarının ortaya çıkışını inceledi. Bu tema, iş çekmek isteyen umutsuz şehirler tarafından sağlanan vergi indirimleri, çalışanların ucuz emeği ve kullanıcıların ücretsiz emeği sayesinde şirket sahiplerinin daha zengin ve daha sömürücü hale gelmesiyle daha da önem kazanmaktadır. Apple, Facebook, Microsoft, Amazon ve Alphabet (Google’ın ana şirket adı) toplamda dünyadaki (ABD, Çin, Almanya ve Japonya hariç) çoğu ülkeden daha değerli. Bu teknoloji devlerinin veya derebeylerinin ekonomik ölçeği ve etkisi, çoğu (sözde) egemen devletinkinden daha büyüktür. Evgeny Morozov bu şirketlerin hakimiyetini “hiper-modern bir feodalizm biçimi” olarak tanımlıyor.
Albert-László Barabási neofeodalizmin temelini oluşturan süreçleri incelediği analizinde, özgür seçim, büyüme ve tercihi bağlılık ile nitelenen karmaşık ilişkilerin yapısını açıklamaktadır. Bunlar, insanların gönüllü olarak bağ kurabildikleri veya tercih yapabildikleri ağlardır. Site başına düşen bağlantı sayısı zamanla artarken insanlar bazı şeyleri diğer insanlar da beğendiği için beğenir (Örneğin Netflix’in öneri sistemi bu varsayımı temel almaktadır). Karmaşık ağlardaki bağlantı dağılımı, en popüler öğenin genellikle en popüler ikinci öğeden iki kat daha fazla erişime veya bağlantıya sahip olduğu bir güç yasasını izler. Bu da ikinci ile üçüncü arasındaki farktan başlayarak dağılım eğrisinin uzun kuyruğu boyunca aradaki fark önemsizleşene dek devam eder. Bu kazanan-hepsini-alır veya kazanan-en-çoğunu-alır etkisi dağılımın güç yasasını şekillendirir. En üstteki altta olanlardan önemli ölçüde daha fazla pay alır. Dağılımın aldığı şekil çan eğrisi değil, birkaç milyarder ile bir milyar güvencesiz işçiden oluşan uzunca bir kuyruktur. Karmaşık ağların kendisi yapıya dahil edilmenin de önünü açar. Örneğin ağda ne kadar çok öğe olursa, en üstte olanlar için o kadar büyük ödüller verilir. Ayrıca, ilgi çekmek, para ve iş gibi ağ formunda olan herhangi bir şeye yönelik rekabeti tetikler ve benzeri bir yoğunlaşmaya yol açar. Öyleyse, özgür seçim, büyüme ve tercihli bağlılığın sonucu üstte yer alanların alttakilerden çok daha fazla güç yasası dağılımlarına sahip olduğu bir hiyerarşi olur.
Güç yasası dağılımları kaçınılmaz değildirler, durdurulabilirler. Ancak bunun için politik bir irade ve onu uygulamak için kurumsal bir güç gerekir. Oysa 20. yüzyılın neoliberal politikaları, özgür seçim, büyüme ve tercihli bağlılığı kösteklemek yerine onu kolaylaştıracak koşullar yaratmaya çalışmıştır.
Quinn Slobodian The End of Empire and the Birth of Neoliberalism [Küreselciler: İmparatorluğun Sonu ve Neoliberalizmin Doğuşu] isimli eserinde küresel ticaretin ilerlemesi için ulus-devletlerin kendi ekonomileri üzerindeki otoritelerini baltalayan neoliberal stratejileri belgeliyor. Küresel Güney’in yeni post kolonyal uluslarının kendi doğal kaynakları üzerindeki egemenlik, istikrarlı emtia fiyatları, ulus ötesi şirketlerin düzenlenmesi ve tazminat gibi örgütlü taleplerinin tehdidi ile karşılaşan neoliberaller 1970’lerde “ulusal hükümetlerin otoritesini atlatmaya” çalıştılar. Kendileri demokratik kontrole bağışıklık kazanmış bir hale bürünürken, sermayenin hükümetleri disipline etmesine izin verecek olan çok düzeyli bir yaklaşımı, rekabetçi federalizmi savundular. Slobadian’ın incelediği neoliberal isimlerden Hans Willgerodt’un sözleriyle, yeni rekabetçi federalizm, devletin “egemenliğini aşağıya doğru federal yapılarla paylaşmasını ve yukarı doğru uluslararası bir yasal topluluğa bağlamasını” gerektiriyordu.
Albena Azmanova’nın Capitalism on Edge [Eşikteki Kapitalizm] eseri, neoliberalizmin kökenlerine odaklanmak yerine, onun pratikte hangi mekanizmalarla yeni bir güvencesizlik kapitalizmine yol açtığını gösteriyor. Serbestleşmeyi ve küresel serbest ticareti teşvik eden politikaların beklenmedik sonuçları oldu. Küresel pazar, “ticaret anlaşmaları yoluyla ulusötesi üretim ağlarına entegre edilmiş bir ulusal ekonomiler” sisteminden başkalaşmıştır. Bu tür ağların ulusal ekonomilere katkısının belirsiz olması nedeniyle, ulusal ekonomilerin rekabet gücünü korumak “en önemli politika sorunu” haline gelmişti. Bir devlet hedefi olarak rekabet ve büyümenin yerini rekabetçilik almış, bu da devletlerin, şartların eşit olduğu bir oyun sahasına ve tekellerin kaldırılmasına değil de, “küresel kâr için küresel rekabette en iyi performansı gösterecek ekonomik aktörlere” öncelik vermelerine yol açmıştı. Özel sektörün her zaman kamu fonlarından yararlandığını onaylayan Azmanova, kamu otoritesinin bu ayrıcalığa sahip olacak şirketleri seçmesinin kapitalizmin bir formuna ilişkin bir yenilik olduğunu vurguluyor. Devletler tekelleri parçalamak için müdahale etmez, onları yaratır ve ödüllendirirler.
Tekelleşme, şiddetli eşitsizlik ve devletin piyasaya tabi kılınması birikim modelini öylesine değiştirdi ki, artık birikim meta üretimi yoluyla olduğu kadar rant, borç ve zorlama yoluyla da gerçekleşmekte. Azmanova, -enerji, demiryolu ve genişbant gibi- rekabete karşı görece daha bağışıklı olan sektörlerin özelleştirilmesinin mülk sahiplerine “ayrıcalıklı bir rant statüsü” tayin ettiğine dikkat çekiyor. Küresel olarak, bilgi ve teknoloji endüstrilerinde fikri mülkiyet haklarından tahakkuk eden kira geliri, mal üretiminden elde edilen geliri aşmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde finansal hizmetlerin GSYİH’ye bulunduğu katkı imalat ürünlerininkinden daha fazladır. Sermaye üretime yeniden yatırılmaz; tüketilir ve rant olarak yeniden dağıtılır. Değer tayin etme süreçleri, fabrikanın çok ötesine taşarak gözetime, baskıya ve şiddete bağımlı olan karmaşık, spekülatif ve kararsız çevrelere yayılmıştır.
Kapitalizm kendini neofeodalizme dönüştürmektedir.
II.
Neofeodalizm, iletişime dayalı ve ağ tabanlı çağdaş kapitalizmin Avrupa feodalizminin tüm özelliklerini aynı şekilde yeniden ürettiği anlamına gelmez. Keza öyle de değil. Zaten, tarihçilerin başarıyla gösterdiği gibi, tek bir Avrupa feodalizmi fikri de bir kurmacadan ibaret. Kıtada farklı baskılara tepki olarak farklı feodalizmler gelişmiştir. Çağdaş kapitalizmi feodalleştirme eğilimleri, birbirine kenetlenmiş dört özelliğe sahip yeni bir sosyo-ekonomik yapıya işaret eder: parsellenmiş egemenlik, yeni lordlar ve serfler, yeni art bölgelerin (hinterland) ortaya çıkışı ve felaketçilik.
Parsellenmiş egemenlik
Perry Anderson ve Ellen Meiksins Wood gibi tarihçiler egemenliğin parsellenmesini Avrupa feodalizminin temel bir özelliği olarak sunuyorlar. Feodal toplum, Roma’nın imparatorluk yönetiminin “devlet fonksiyonlarının dikey ve yatay olarak parçalanmış ve birbirine yamanmış olduğu bir yargı düzlemine” yerini bırakması sonucu ortaya çıktı. Lordlar ve krallar, lordlar ve tebaaları arasındaki sözleşmeye dayalı ilişkiler de dahil olmak üzere çeşitli biçimler alan yerel düzenlemeler, bölgesel idareyi desteklemiş; tahkim, hukukun üstünlüğünün yerini almıştı. Yasallık ile yasadışılık arasındaki çizgi zayıflamıştı. Feodal beyler, kısmen yasal olan bir zorlama yoluyla (kısmen yasal çünkü lordlar hizmetlerindeki köylülere uygulanacak olan kanunlara kendileri karar veriyorlardı) köylülerden artık ürün elde ettiği için siyasi otorite ve ekonomik güç harmanlanmış oluyordu. Wood şöyle yazıyor: “Bunun sonucunda, emeğin özel sömürüsü, idare, yargılama ve yaptırım gibi kamusal rollerle birleşmişti.”
Neofeodalizm ile birlikte, toplumsalın dolaysız politik karakteri kendini yeniden ortaya koymaktadır. Küresel finans kuruluşları ve dijital teknoloji platformları, serveti en fakirden en zengine yeniden dağıtmak için borçlandırma mekanizmalarını kullanıyor. Ulus devletler belirli özel şirketleri destekleyip koruyor. Siyasi iktidar sadece vergilerle değil, para cezaları, hacizler, varlığa el koymalar, lisanslar, patentler, yargı yetkileri ve sınırlar vasıtasıyla; ekonomik iktidar ile birlikte ve ekonomik iktidar olarak tecelli ediyor. Aynı zamanda, ekonomik iktidar, muktedirlerini devlet hukukunun erişim alanından koruyor. Küresel servetin %10’u vergi kaçırmak için off-shore bankalarda istifleniyor. Şehirler veya devletler Apple, Amazon, Microsoft, Facebook ve Google/Alphabet gibi şirketlerle, aynı egemen devletlerle yaptıkları gibi, onların şartları çerçevesinde müzakere etmek, kendine çekmeye çalışmak ve onlarla işbirliği yapma gibisinden ilişkiler kuruyor. Nakit sıkıntısı çeken belediyeler, insanlardan para toplamak için özenle hazırlanmış para cezası sistemleri kullanıyorlar, ki bundan en olumsuz etkilenenler de yoksullar oluyor. Punishment Without Crime [Suçsuz Cezalandırma] adlı metninde Alexandra Natapoff, zaten halihazırda devasa boyutlarda olan ABD’deki hapishane sistemi içerisindeki kabahatlar kanununun dramatik kapsamını belgeliyor. Yoksullar, çoğunlukla beyaz olmayanlar, sahte suçlamalarla tutuklanıyor ve suçlamalara itiraz etmeleri durumunda maruz kalabilecekleri hapis cezalarından kaçınmak için suçlu olduklarını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Yalnızca savunmaları kayıtlara geçmekle kalmıyor, aynı zamanda ödemeyi kaçırmaları durumunda da daha fazla ücret ve para cezası ödemek durumunda kalıyorlar. Michael Brown’un öldürülmesini izleyen Missouri, Ferguson’daki ayaklanmaların ardından bu yasal yasadışılık ve adaletsiz adalet yönetimine kısaca bir göz attık: “Kentin belediye mahkemesi ve polis aygıtı düşük gelirli Afro-Amerikalılardan milyonlarca lira gelir elde ettiler.” Polise “gelir elde etmek için tutuklama ve mahkemeye sevk etmek” gibi talimatlar verildi. Dalkavuk feodal beyler gibi onlar da halkın ürettiği değere el koymak için zor kullandılar.
Yeni Lordlar ve Serfler
Feodal ilişkiler köylülerin efendiler tarafından doğrudan sömürülmesini sağlayan temel bir eşitsizlik ile tanımlanır. Perry Anderson, lord tarafından kontrol edilen su değirmenleri gibi sömürücü tekelleri konu ederken köylülerin kendi tohumlarını lordun değirmeninde bulundurmak ve aynı zamanda bu hizmet karşılığında para ödemek zorunda olduklarından bahseder. Böylece köylüler yalnızca sahip olmadıkları toprakları toprağı sürmekle kalmaz aynı zamanda feodal lordun, Marx’ın da dediği gibi, “üretim sürecinin ve tüm sosyal yaşam sürecinin yöneticisi ve ustası” olduğu koşullarda yaşarlar. Metaların üretimi yoluyla ücretli işçilerin yarattığı artı değer üzerinden kar elde eden kapitalistin aksine lord, tekelleşme, baskılama ve rant yoluyla değer üretir.
Dijital platformlar yeni su değirmenleri, onların sahibi olan milyarderler yeni lordlar ve binlerce işçileri ile milyarlarca kullanıcı ise yeni serflerdir. Teknoloji şirketleri, işgücünün nispeten küçük bir yüzdesini kullanıyor olmalarına rağmen sahip oldukları etki muazzam boyutlarda. Tüm endüstrileri verilerin toplanması, madenciliği ve dağıtımı etrafında yeniden şekillendirmiş durumdalar. Daha küçük işgücü, dijital teknolojinin neofeodalleşme eğiliminin bir göstergesidir. Sermaye birikimi meta üretimi ve ücretli emek yollarından daha ziyade hizmetler, kiralar, lisanslar, katılım ücretleri veya katılım maskesi altında ücretsiz yapılan işler ve doğal bir kaynak olarak ele alınan veriler aracılığıyla gerçekleşiyor. Platformlar kendilerini aracı olarak konumlandırır, kullanıcı faaliyetleri için zeminler oluşturur ve olası etkileşimlerin gerçekleşme koşullarını tayin ederler. Google, inanılmaz derecede yoğun ve hızla değişen bir bilgi ortamında enformasyona ulaşmayı mümkün kılar. Amazon, yerleşik ve bilinmeyen satıcıların ürünlerini kolayca bulmamıza, fiyatları karşılaştırmamıza ve alışveriş yapmamıza olanak tanır. Uber, birbirini tanımayan insanların sürüşlerini paylaşmalarını sağlar. Airbnb aynı şeyi evler ve daireler için yapar. Bunların tümü muazzam bir veri üretimi ve dolaşımı sayesinde mümkün olmaktadır. Platformlar sadece verilere dayanmaz, daha fazlasını da üretir. İnsanlar ne kadar fazla platform kullanırsa, bu platformlar o kadar etkili ve güçlü hale gelir ve nihayetinde parçası oldukları daha büyük ortamı dönüştürürler.
Platformlar üretilen değere iki farklı şekilde el koyar. Feodal dönemde serflerin su değirmenini kullanmaktan başka seçeneği yoktu. Platformlar ise (bankalar, kredi kartları, telefonlar ve yollar gibi) kendilerini temel ihtiyaç olarak sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bu platformların kullanımını sahipleri için veri üretecek şekilde tasarlıyorlar. Kullanıcılar yalnızca hizmet için ödeme yapmakla kalmıyor, zira platform bu hizmetin kullanılmasıyla oluşturulan verileri de topluyor. Bulut teknolojileri, feodal dönemde arazinin yaptığı gibi rant ve veri elde ediyor. Bunun en uç örnekleri geçiminden, eğitiminden ve çalışma araçlarından kendi başına sorumlu olan dış kaynaklı bir iş gücüne dayanarak mülk olmadan rant elde eden Uber ve Airbnb’. Birinin arabası kişisel ulaşım için değil, para kazanmak içindir. Birinin dairesi yaşanacak bir yer değil, kiraya verilecek bir şeydir. Kişisel mülkiyet, platform lordlarının sermaye ve veri birikimi için birer araç haline geldiğinden tüketim öğeleri birikim araçları olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Serfe dönüşme eğilimi, yani üretim araçlarına sahip olan ancak emeği platform sahibinin sermayesini arttırmaya yarayan birine dönüşüyor olmak neofeodalcedir.
Teknoloji devleri üretilen değere el koyar. Pek çok vergi talebi gibi, onlara uygulanan vergi muafiyetlerinde de fatura topluma kesilir. Onların varlığı kiraları ve emlak fiyatlarını arttırırken, uygun fiyatlı daireleri, küçük işletmeleri ve düşük gelirli insanları saf dışı bırakır. Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmine” yönelik çalışması, teknoloji feodalizminin bir başka boyutunu ortaya çıkarıyor ki o da askerlik hizmeti. Krallara bağlı lordlar gibi, Facebook ve Google da güçlü devletlerle işbirliği yapar ve bu devletlerin yasal olarak toplayamadıkları kimi bilgileri onlarla paylaşır. Genel olarak, ağ tabanlı teknolojilerin veri depolama mekanizmaları artık her alana nüfuz eden, müdahaleci ve kaçınılmaz bir hal almıştır. Yine de, şimdiki zaman tam anlamıyla bir serfler ve lordlar dönemi değildir. Bununla beraber, zenginler ve yoksullar arasındaki mesafe şirketleri, patronları ve efendileri koruyan bir hukuk mimarisinin yardımıyla giderek açılmakta, işçi sınıfı ve alt sınıflar giderek sıkışmakta ve yoksullaşmaktadır.
Yeni Art Bölgelerin [Hinterland] Ortaya Çıkışı
Neofeodalizmin üçüncü bir özelliği, canlı ve korunaklı merkezleri çevreleyen tarımsal ve ıssız art bölgelerden oluşan ve feodalizmi andıran bir mekânsallıktır. Bunu aynı zamanda şehir ve ülke, kentsel ve kırsal, kent komünleri ve çevredeki kırsal kesim arasındaki bir bölünme veya daha soyut olarak, dışarısı ile duvar örülmüş bir içerisi arasında neyin güvende neyin tehlikede, kimin refah içerisinde kimin tehlikede olduğunu belirleyen bir ayrım olarak da nitelendirebiliriz. Wood, orta çağ şehirlerinin en temelde “krallar, imparatorlar ve papalar için yürütülen ticaret ve finansal hizmetler aracılığıyla zenginleşmiş hakim sınıflardan” oluşan oligarşiler olduğunu söyler. “Kırsaldan şu veya bu şekilde servet elde ederek onun üzerinde kolektif bir hakimiyet kurdular.” Şehirlerin dışında, dayanılmaz koşullarla karşı karşıya kalarak yaşamak ve çalışmak için yeni yerler arayan ancak çoğu zaman çaresizce kalakalan göçebeler ve göçmenler vardı.
ABD hinterlantları, uzun süre kendilerinin ve çocuklarının hayatlarının gerçekten daha iyi olabileceği ümidiyle oyalanmış kapitalist bir geçmişin fantezilerinin yerleridir. Onları daha ucuz emek gücü için geride bırakan endüstriyel bir kapitalizmin kalıntıları arasında hinterlantlar neofeodalizmin yeni, yoğunlaşmış sömürüsü için olgunlaşmış durumdadır. Artık şeyleri yapmıyor olan hinterlantlardaki insanlar, depolar, çağrı merkezleri, dolar mağazaları ve fast food ile kendilerini idame ettiriyorlar. Phil A. Neel’in son kitabı Hinterland, Çin, Mısır, Ukrayna ve ABD arasındaki benzer örüntülerden söz ederken, hepsinde aşırı yüklenmenin eşiğinde terk edilmiş virane arazileri ve şehirleri olan bölgelerle karşılaşılabileceğini söylüyor
Siyasi olarak, hinterlantların çaresizliği şehirler dışındaki kişilerin, bazen çevresel sorunlar (hidrolik kırılma ve boru hattı mücadeleleri), bazen karalar (özelleştirme ve kamulaştırma), bazense hizmetlerin azaltılması (hastane ve okul kapanması) etrafında şekillenen hareketlerde kendini açıkça gösterir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki silah politikası hinterlantları kentlere karşı konumlandırmaktadır. Ayrıca kentler ve hinterlantlar arasındaki ayrımın şehirler içerisinde yeniden üretildiğini de söyleyebiliriz. Bu durum hem yoksul alanların terk edilmesi hem de kapitalist soylulaştırmanın toprak gaspı içinde yok edilmesinde kendini gösterir. San Francisco, Seattle, New York, Los Angeles örneklerini düşünürsek, bir şehir zenginleşirken giderek daha fazla insan evsizleşmektedir.
Toplumsal yeniden üretime artan ilgi hinterlantlaşmaya, yani yaşanabilir bir hayatın temel koşullarını yeniden üretme kapasitesinin yitimine karşılık gelmektedir. Bu durum, artan intihar oranları, anksiyete ve uyuşturucu bağımlılığı, azalan doğum oranları, düşük yaşam beklentisi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde psikotik bir toplumsal kendini yok etme hali olan toplu silahlı saldırılarda gözlenebilir. Bu, çöken altyapılar, içilemeyen sular ve nefes alınamayacak düzeyde havalarda da görülebilir. Hinterlantlar insanların vücutları ve kara parçaları üzerine yazılmaktadır. Hastane ve okulların kapanması ve temel hizmetlerin azalmasıyla hayat daha umutsuz ve belirsiz hale gelmekte.
Felâketçilik
Son olarak, neofeodalizm boğucu bir felaket hissiyatına bağlı olarak güvensizliği ve kaygıyı da beraberinde getiriyor. Güvensiz hissetmek içinse geçerli nedenler var. Son derece eşitsiz koşulların giderek arttığı ve ısınmakta olan bir gezegende, toplumsal artı değere kapitalistler tarafından el konulması felaketi apaçık ortadadır.
Apokaliptik bir güvensizlik halini bir arada tutan ve güçlendiren gevşek ve mistik bir neofeodal ideoloji, okült, tekno-pagan ve anti-modernliğin bağrında şekilleniyor gibi gözüküyor. Örnekler arasında Jordan Peterson’un mistik Jungculuğu ve Alexander Dugin’in Atlantis ve Hyperborea’sının mitik jeopolitiğini sayabiliriz. Keza PayPal’ın milyarder kurucusu Peter Thiel gibi özgürlüğün demokrasiyle bağdaşmadığını savunan, teknoloji sektöründeki neo-gericilerinin yükselişine de dikkat çekebiliriz. 2012’deki bir derste Thiel, feodalizm ile teknoloji start-upları arasındaki bağlantıyı açıklıyordu: “Hiçbir kurucu ya da CEO’nun mutlak gücü yoktur. Var olan durum daha ziyade arkaik bir feodal yapıya benzer. İnsanlar en tepedekileri her türlü güç ve yetenekle donatır ve daha sonra işler ters gittiğinde de, onları suçlarlar.” Diğer Silikon Vadisi kapitalistleriyle birlikte Thiel, servetini demokratik yaptırımlara karşı korumakla ilgilendiği için vergilendirmeden kaçmak adına denizde yaşam ve uzay kolonizasyonu gibi göç ve tecrit stratejilerini savunuyor. Aşırı kapitalizm neofeodalizmin radikal ademi merkeziyetçiliğine kadar uzanıyor.
Neofeodal yarılmanın diğer tarafındaki insanlar arasında ise, anksiyete ve güvensizlik hissiyatı; umutsuz ve bitimsiz bir ıstırabı yatıştırmak için kullanılan (uyuşturucu, alkol ve yiyecekler gibi) şeylerden daha az gündemdedir. Emily Guendelsberger, iş yerindeki sürekli teknolojik gözetimin neden olduğu stresi anlatırken, kotaları karşılayamayan, birkaç saniye geç kalan veya sıkça lavaboyu kullanan insanların işten atılma riskini örnek veriyor. “Depresyon ve anksiyete”, bunlar gibi tekrara dayalı, düşük kontrollü, yüksek stresli; teknolojik olarak gözetim altında olan bir çalışma biçimine bağlı işlerle doğrudan ilişkilidir. Ücret hırsızlığının yaygınlaşması sonucunda esnek ve değişken ödemeli diye alkışlanmakta olan belirsiz mesai saatleri, stresli ve hissizleştiricidir. Neofeodal felaket bireysel ölçekte gerçekleşebildiği gibi ailesel veya yerel de olabilir. Birkaç nesil daha bu toplumsal felaketleri yaşadığında ise iklim değişikliği konusunda harekete geçmek daha zor olacaktır.
III.
Bugünkü güvencesiz kapitalizmimizi post-kapitalist, neofeodal bir şey olarak düşünmenin ne gibi bir yararı vardır? Neofeodalizm hipotezi, Kotkin gibi muhafazakârlar için neyi savunmak istediklerini (karbon kapitalizmi ve Amerikan yaşam tarzı) ve kime karşı savaşmaları gerektiğini (orta sınıf üzerinden kendilerini zenginleştiren kapitalist elitlere, yani yeşilci ileri teknoloji girişimcileri ve onların finans alanındaki müttefikleri) belirlemelerine yardımcı oluyor. Neofeodalizm, kapitalist sınıfın fosil yakıtlar, gayrimenkul ve büyük tarım alanları gibi belirli bölümlerine yönelik işçi sınıfının desteğini sağlamayı hedefleyen bir teşhisin parçasıdır.
Sol görüşlüler için, neofeodalizm politik çatışmanın ilk elden neoliberalizmden kaynaklandığını anlamamızı sağlar. Bugünkü büyük karşılaşma demokrasi ve faşizm arasında değil. Bu formülasyon liberaller arasında popüler olmasına rağmen, finansörler, medya ve emlak grupları, karbon ve teknoloji milyarderleri gibi oligarkların gücü göz önüne alındığında pek de mantıklı görünmez. Günümüze yükselen faşizmin tehdit ettiği demokrasiler olarak bakmak küresel olarak şebekelenmiş iletişim kapitalizminin azdırdığıyaygın öfke ve hoşnutsuzluğa dikkat çevirmemizi engelliyor. Sağa yönelen politikleşmenin temelinde ekonomi yatmakta Karmaşık ağlar aşırı eşitsizliği ve kazananın payın hepsini veya en çoğunu kazandığı türden dağılımları üretiyor. Sağa yöneliş ise eşitsizliğin derinleşmesinin bir karşılığı olarak karşımıza çıkıyor. Solun zayıf olduğu veya ana akım medya ve kapitalist siyasi partiler tarafından siyasi görünürlüğünün engellendiği bir ortamda, halkın öfkesi sisteme saldırmaya istekli başka kesimler aracılığıyla ifade bulur. Şu anda, ‘bu başkaları’ aşırı sağcılar. Dolayısıyla neofeodalizm üzerine düşünmek bizi aşırı ekonomik eşitsizliğin siyasal toplum ve kurumlar üzerindeki etkisiyle yüzleşmeye zorlar. Milyonlarca insan iklim göçmenlerine dönüşürken ve beklentileri giderek zayıflayıp yalnızca hayatta kalma mücadelesi verirken, milyarderlerin trilyonlarca dolarlık servetleri ile satın aldıkları topraklarda kendilerini tecrit ettiği gerçeğini gündeme almamızı sağlar.
Neofeodalizm bahsi aynı zamanda emek ilişkilerindeki bir değişikliğe işaret eder. Sosyal demokrasi emek ve sermaye arasındaki bir uzlaşmaya dayanıyordu. Küresel Kuzey’in çoğunda örgütlü emek bir parça iyi yaşam standardı karşılığında işbirliğine açık bir işçi sınıfı sunuyordu. Emeğin yenilgisi ve bunu müteakiben refah devletinin parçalanması, kapitalist sömürü ile uzlaşmayı hedefleyen bir stratejinin iflas ettiğini kanıtlamış olmalı. Yine de bazı sosyalistler, sanki kapitalistler stok yapmayı üretimden daha cazip kılan piyasa mantığına tabi değillermiş de yalnızca incelik olsun diye teslim oluyorlarmış gibi daha kibar ve daha uysal bir kapitalizm umutlarını sürdürüyorlar. Neofeodal hipotez bize kapitalizmin sürdürülmesi üzerine kurulacak olan herhangi bir emek mücadelesinin başarısızlığa uğrayacağını gösteriyor. Kapitalizm ise çoktan daha kötü bir şey haline geldi.
Küresel Kuzey’in hizmet ağırlıklı ekonomilerinde çoğunluk hizmet sektöründe çalışmaktadır. Bazıları için telefonlarının, bisikletlerinin, arabalarının ve evlerinin kişisel mülk olarak karakterlerini kaybederek üretim araçlarına veya rant elde etme araçlarına dönüştürüldüğü bir tablo mevcut. Başkalarının sahip olduğu platformlara bağlı olan tüketim kalemleri ve hayatın sürdürülmesi için gerekli olan araçlar artık platform sahiplerinin birikiminin birer aracı. Çoğumuz, yalnızca yüksek kazançlıların ihtiyaçlarına hizmet ederek hayatta kalabilen mülksüz bir alt sınıfı oluşturuyoruz. Bureau of Labor Statistics tarafından yayımlanan bir rapor, önümüzdeki 10 yıl içinde en fazla artacak iş alanının sağlık sektörü değil, insanlara banyo yaptırmak ve onları temizlemek gibi bakımları üstlenecek olan kişisel bakım yardımcılığı olacağını belirtiyor. Yönetici sınıfın (temizleyiciler, aşçılar, bakkallar, kasiyerler, teslimatçılar, depo personeli ve diğerlerinden oluşan) muazzam bir hizmet sektörüne bağımlı olması, işçilerin güçlerini yönlendirebilecekleri zayıf noktalar ile yeni mücadele alanlarına işaret ediyor. Hemşireler, Amazon işçileri ve diğerlerinin grevleri, varlıklıların hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları araçlara erişimlerini engelleyerek onların kendilerine muhtaç olduğu gerçeğini hedef alıyor. Eğer kapitalist dönemdeki emek mücadeleleri üretim meselesine öncelik verdiyse neofeodalizm döneminde ise hizmet meselesine önem veriyor.
Son olarak, neofeodalizm çağdaş solun temel bir zayıflığını tespit etmemize olanak sağlıyor. En çok geçerliliği olan sol fikirler, neofeodalizme karşı koymaktan ziyade onu onaylayan fikirlerdir. Yerelcilik parselleşmeyi teşvik eder. Teknoloji ve platform yaklaşımları hiyerarşiyi ve eşitsizliği pekiştirir. Belediyecilik, hinterlantlaşma ile bağlantılı olarak kent-kır ayrımını doğrular. Geçim ve hayatta kalmaya yönelik vurgular, köy ekonomilerinin gezegenin sadece kentlerde yaşayan yarısı için değil (Kuzey Amerikalıların yüzde 82’si ve Avrupalıların yüzde 74’ü), aynı zamanda iklim değişikliği, savaş ve ticari arazi hırsızlığı nedeniyle yerinden edilen milyonlar için de mantıklı olabileceğini ileri sürer. Öte yandan hinterlantlarda yaşayanların pek çoğu, tarımsal işle hayatta kalamayacakları politik, kültürel, ekonomik ve iklimsel koşullarla karşı karşıyadır. Evrensel Temel Gelir savunulamaz bir ‘hayatta kalma’ yaklaşımıdır. Bu yaklaşım hinterlantlardaki insanların hayatlarını ancak idame ettirebilecekleri, şehirdeki insanların ise ev sahiplerine teslim etmelerine zar zor yetecek bir gelir vaat etmektedir. Felaketçilik umut etmenin ve çabalamanın önümüzdeki birkaç yüz yıl önemli değilmişçesine aşağılandığı moda bir negatiflik yaratır.
Hepsi bir arada düşünüldüğünde, güncel sol fikirler geçimlik tarım ve el emeği peynir üretimi yapan küçük gruplar önermektedirler. Bu, belki de şehirlerin uç bölgelerinde hayatını sürdürmeye çalışan kapalı yerleşimlerin, kent bostanlarının ya da drone’la çalışan teknoloji işçilerinin deneyimliyor oldukları şeylerdir. Bu tür gruplar yaşamlarını müşterek bir şekilde yeniden üretir ancak yeniden ürettikleri müşterekler zorunlu olarak küçük, yerel ve sayıları zorunlu olarak sınırlı olduğu ölçüde münhasır ve özlemleri yaygın olmaktan ziyade kültürel olarak spesifik olduğu içinse elittir.
Düşük ücretli veya ücretsiz emekle uğraşan insanlardan oluşan çok uluslu bir işçi sınıfının kurtuluşuna demirlemiş bir bakış açısının aksine neofeodalizmin popüler sol tekrarları bir işçi sınıfı göremez. Mevzubahis iş olup da sol kesimden bazıları “postwork hayalini” benimsememiz gerektiğini sürdüğünde, bu bir çeşit ‘maddi olmayan emeği’, risk barındırmayan romantik tarım ya da teknoloji işlerini akla getiriyor. Şimdiye kadar, çağrı merkezinde çalışanların maruz kaldığı ağır ve sıkıcı çalışma biçimi ve bunun yanı sıra Facebook gibi sitelerdeki yasadışı, rahatsız edici içeriklerin gözetimi için gösterilen emeğin travma tetikleyici karakteri “maddi olmayan emek” fikrinin yetersizliğinin reddedilemez olduğunu göstermiş olmalı. Postwork tahayyülünün de, toplumsal yeniden üretim ve bunun için gerekli olan envai çeşit emeği, altyapının üretimini ve devamlılığını ve bunun temelini oluşturan devlet organizasyonunu yok saydığı benzer bir şekilde görünür olmalıdır.
Neofeodal hipotez böylece popüler sol fikirlerin hem cazibesini hem de zayıflığını görmemize olanak tanır. Cazip gelmelerinin sebebi baskın bir duyguya hitap etmelerindendir. Bu baskın his neofeodalizm eğilimlerinin bir ifadesi olduğu içinse zayıflar.
Tıpkı kapitalizm altında feodal ilişkiler nasıl devam ediyorsa, neofeodalizm altında da kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri devam eder. Aradaki fark ise kamulaştırma, tahakküm ve zor gücü gibi kapitalist olmayan unsurların işgücü piyasasında serbest ve eşit aktörlerin ancak bir kurguda bir araya gelebileceğini düşündürecek kadar güçlenmiş olmasıdır. Bu rant ve borç birikiminin kârdan daha fazla olduğu ve böylelikle bir işin ücret ilişkisini giderek aşmakta olduğu anlamına gelir. Peki kapitalizm küresel olduğunda ne olur? Dijital ağlar ve kişiselleştirilmiş kitlesel medya aracılığıyla insan yaşamının özelliklerini üreterek, kapatarak ve “kazarak” kendi içine kapanır. Bu kendi kendini yeme hali, yeni lordlar ve yeni serfler, yani muazzam servetler karşısında aşırı bir eşitsizlik durumu yaratır. Ve bu eşitsizlik, parsellenmiş egemenlik tarafından güvence altına alınırken çoğunluk ise hinterlantlarda başıboş dolaşmakta ve giderek ruhsuzlaşmaktadır.
*Jodi Dean’in 12 Mayıs 2020 tarihinde Los Angeles Review of Books’ta yayımlanan “Neofeudalism: The End of Capitalism?” başlıklı yazısı Hazal Göçmen tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir. Kaynak: lareviewofbooks.org/article/neofeudalism-the-end-of-capitalism/