Toni Negri’de beni etkileyen ilk şey, cömertliğiydi. Tanıştığımız ilk andan itibaren entelektüel açıdan beni ciddiye aldığını göstermiş ve bana eşit olduğumuzu hissettirmişti. Başta bu eşitlik teklifini benimsemekte zorlansam da nihayetinde işbirliğimizin temeli haline gelecek bu teklif konusunda Toni yeterince ısrarcı davrandı. Ortaklaşa yazmanın büyüsünün ancak özel bir eşitlik ilişkisine dayalı olabileceğine ikna olmuştum. Benim açımdan Toni’nin sekseninci doğum gününü kutlamanın en iyi yolu, bu cilt bağlamında, onunla karşılaşmamız ve işbirliğimizin esası üzerine düşünmek olacaktır.
Toni ile 14 yıllık sürgün hayatının üçüncü yılında, 1986 yazının Paris’inde tanıştık. Baruch Spinoza üzerine yazdığı Yaban Kuraldışılık[1] başlıklı kitabıyla ilgili tercüme sorunlarını ele almak üzere bir hafta sürecek bir ziyarette bulundum. Bu süre içerisinde birkaç kez bir araya geldik ve bu buluşmaların bir noktasında, Paris’e taşınmak konusunda ne düşündüğümü sordu. Böylelikle her hafta bir araya gelebileceğimizi, Luxembourg bahçelerinde yürüyüp felsefe üzerine sohbet edebileceğimizi önerdiğini anımsıyorum. Bu fikir bana oldukça cazip gelmişti. O sıralarda lisansüstü eğitimimi sürdürdüğüm Seattle’a dönüp doktora sınavlarımı tamamladım ve ertesi yaz herhangi bir finansman, burs, iş ya da kalacak yer olmadan Paris’e taşındım. Toni’nin ve İtalyan sürgün çevresinin yardımları sayesinde, yaşamımı mutlu bir şekilde sürdürmenin bir yolunu bulmuştum.
Toni’nin ilk işbirliği teklifi, oldukça beklenmedik bir biçimde, Paris’teki ikametimin ilk yılında geldi. ABD’deki Polygrapgh dergisi için Karl Marx üzerine hazırladığı bir makaleye katkı sunmamı istemişti; fakat basitçe makaleyi tercüme etmemi istemek yerine, birlikte yazmayı teklif ediyordu. O yıllarda Marx’ın çalışmaları (ve neredeyse diğer her şey!) üzerine yeterli bilgiden yoksun olduğumun farkında olduğumdan, bu teklifi geri çevirdim. Sonuçta, Toni “Marx Üzerine Yirmi Tez”[2] başlıklı makalesini İtalyanca kaleme aldı ve ben de İngilizceye tercüme ettim.
O sıralarda ABD’deki doktora tezimi yazmaya daha yeni başlamıştım fakat Fransa’da haftalık yirmi saatlik çalışma hakkına resmen sahip olabilmek adına Paris VIII Üniversitesi’ne siyaset bilimi öğrencisi olarak kaydoldum. Aşağı yukarı yüksek lisans derecesine denk düşen DEA derecesini alıp danışmanım Jean-Marie Vincent’in de desteğiyle doktora programına (troisième cycle) başladım. Toni de Paris VIII’de, aynı bölümde misafir hoca olarak ders veriyordu ancak hiçbir zaman onun öğrencisi olmadım ve hiçbir dersine katılmadım. Yine de, sürekli olarak benim için yeni olanaklar sunmaya devam ediyordu.
Sonradan Futur Antérieur adını alacak yeni bir dergi kurmak üzere tartışmalar başladığında, Vincent ile birlikte bu çalışmanın merkezinde yer alan Toni, Maurizio Lazzarato’yu ve beni küçük editöryel kolektiflerine katılmaya davet etti. Bu derginin editöryel toplantıları ortak çalışma adına benim açımdan son derece öğretici olmuştu. Toni’nin ise zaten bu konuda engin bir tecrübesi vardı. Ben Paris’e gelmeden önce Félix Guattari ile birlikte bir kitap yazmışlardı. Fakat sanıyorum ki Toni’ye birlikte çalışmayı asıl öğreten, onun 1960’larda ve 70’lerde İtalya’da yayımlanan politik dergilerdeki maceralarıydı. Sonraki yıllarda bizim kitap projelerimizde geliştirdiğimiz birlikte çalışma biçiminin temelini de, bana sorarsanız, bu politik dergilerde geliştirilen yöntemler oluşturuyor.
1990 dolaylarında ABD’deki doktoramı tamamladığımda, Toni başka bir ortak yazı projesi daha teklif etti ve bu kez ben de kabul ettim. Minnesota Üniversitesi Yayınları’ndan Terry Cochran adında bir editör, Toni’nin 1960 ve 1970’li yıllarda devlet üzerine yazdığı makaleleri İngilizce bir antolojide toplamak istiyordu. Toni, böyle bir derlemenin artık güncelliğini yitirmiş olabileceği endişesiyle, eski makalelerinin yanı sıra devlete ilişkin güncel meseleleri ele alacağımız bir bölümü birlikte baştan yazmayı önerdi. Sonuçta ortaya çıkan kitap, Dionysos’un Emeği[3], pek az işbirliği içeriyordu: Kitabın İngilizce baskısının yarısından fazlasını o yazmıştı. (Toni’nin eski makalelerinin hâlihazırda basılmış olduğu İtalya gibi diğer ülkelerde ise bu kitap yalnızca bizim ortak çalışmamızdan oluşuyor.) Böylelikle, kısmi ve ilk işbirliği deneyimiz olan Dionysos’un Emeği, gelecekteki çalışmalarımız için bir basamak görevi görecekti. Yayınevine kitap kapağında isimlerimizin nasıl yer alacağına ilişkin bir şeyler söylenmesi gerektiğinde, ben işbirliğimizin kısmiliğini ima etmenin çeşitli yollarını düşünmeye koyuldum. Esasen benim aklımdan geçen, “Antonio Negri, Michael Hardt’ın katkılarıyla” gibi bir şeydi. Fakat Toni bu kitabın ikimize ait olduğu ve isimlerimizin de alfabetik sırayla, eşit bir biçimde sıralanması gerektiği konusunda ısrarcı oldu.
Bu kitabın yarattığı memnuniyetle, çok geçmeden yeni bir işe giriştik. Fırsat yine evvela Toni’nin önüne gelmiş ve o da benimle paylaşmıştı. Önde gelen Fransız yayınevlerinden birinin editörü, Toni’den bir siyaset teorisi kılavuzu hazırlamasını istiyordu. Tam proje üzerine tartışmaya; taslak metinler hazırlamaya başlamıştık ki bir yıl içerisinde söz konusu Fransız yayınevinin sunduğu fırsat uçup gitti. Biz yine de bu projeyi ders kitabını andıran niteliklerinden arındırarak üzerine çalışmaya devam ettik ve neticede İmparatorluk[4] kitabı ortaya çıkmış oldu. Bu, gerçek anlamda birlikte çalışma fırsatını yakaladığımız ilk kitabımızdı. O zamandan beri de sürekli olarak birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Çoğu zaman, dostluğumuzun da ikimiz arasında hep var olan bu kitap projeleri üzerine inşa olduğunu düşünürüm.
***
Geliştirdiğimiz birlikte yazma yöntemi, bahsettiğim üzere, bazı siyasi dergilerin editör kolektiflerine özgü kimi pratiklere, özellikle de benim “görevlendirme” modeli olarak andığım bir modele dayanıyordu. Bu modelde esas düşünsel faaliyet kolektifin yürüttüğü tartışmalara dayalıdır. Ayrıntılı argümanlar beraberce ele alınır ve her bir makale ile derginin ilgili sayısının tamamı için kapsamlı bir çerçeve çizilir. Ancak o zaman, masanın etrafındaki kolektif üyeleri arasında görevlendirmeler yapılır: X üzerine sen bir makale yazarsın, Y üzerine olanı ben, Z üzerine olanı da o yazar, vesaire. Böylece makalelerden herhangi bir tanesini kaleme alıyor olmak alelade bir görev gibi gelir, çünkü yapacağın iş yalnızca kolektifin halihazırda ortaya koyduğu bir fikri ve argümanı kağıda aktarmaktır. Pek çok siyasi dergi ve gazetedeki makalelerin imzasız olarak yayımlanmasının ardında yatan mantık da işte budur. Söz konusu görevlendirme yöntemi, yazı yazmanın işbirliğine dayalı (ve yarı-anonim) doğasını teşkil eder.
Toni ve ben de kitaplarımızı yazarken benzer bir süreci takip ediyoruz. Fikirlerimizi ortaya seriyor ve uzunca bir süre argümanlar üzerine tartışıyoruz. Bir taslak yazma, onu genişletme ve geliştirme süreci bu tartışmayı sürdürmenin bir vesilesi haline geliyor. Birlikte çalışmanın bu aşaması kimi zaman bir masanın etrafında, kimi zaman telefonda, bazen de e-posta yoluyla gerçekleşiyor. Ne zaman ki taslak metnin tamamlanmak üzere olduğunu hisseder ve kitabın her bir bölümünün temel argümanları üzerinde netleşirsek, o zaman yazmaya girişiyoruz. İşte bu noktada da görevlendirmelere başlıyoruz. Klavye başına geçip birlikte yazmak yerine görevlerimizi kendi başımıza tamamlıyoruz.
Daha önce de söylediğim gibi görevlendirme yöntemi, düşünsel yaratıcılığın aslen tartışma evresinde gerçekleştiğine ve yazım işinin neredeyse mekanikleşmiş olduğuna dair bir izlenim uyandırıyor. Elbette, bu intiba, yazma tıkanıklığının üstesinden gelmeye yardımcı olabilecek bir güce de sahip: “ne söyleneceği zaten belli, sen sadece yaz.” Fakat tüm yazarlar bilir ki yaratıcılığın önemli bir kısmı, belki de başlıcası, yazma sürecinin tam da kendisinde gerçekleşir. Üzerinize düşen kısmı kağıda dökmek istediğinizde, size verilen görev ne kadar açık olursa olsun her zaman beklenmedik engellerle ve aynı zamanda da yepyeni imkânlarla karşılaşabilirsiniz. Yazma sürecinde en muhteşem mükafatlar (ve de eziyetler) yazmanın sürekli olarak yaratıcı çözümler gerektirmesinden kaynaklanır.
Yazma sürecinin böylesine önemli olmasından dolayı, görevlerimizi ayrı ayrı icra ediyor olmak projemizin işbirliğine dayalı doğasına zarar verme riskini de beraberinde getiriyor. Gerçekten de, her bir bölümü tamamen ayrı ayrı kaleme alsak, kitap basitçe tek yazarlı makalelerin bir derlemesi olurdu. Yazma işinin ortaklaşa karakterini sürdürebilmek için, öncelikle, görevlendirmelerin oldukça kısa ve bazen de birkaç sayfadan ibaret olması önemlidir. İkinci olarak, taslaklar beraberce gözden geçirilmelidir. Taslaklar üzerinde tartıştıktan sonra genellikle birbirimizin çalışmalarını düzeltir, eklemeler yapar ve tekrar geri göndeririz. Bu süreç bazen öylesine uzar ki ikimiz de ilk taslağı kimin hazırladığını bile hatırlayamaz hale geliriz.
2006 yılında, Toni ile birlikte Venedik’te birkaç ay geçirme fırsatı yakaladığımızda, böylesi bir süreç için ideal koşulları bulmuştuk. Ortak Zenginlik[5] kitabımızın taslağını Venedik’e gelmeden önce çoktan hazırlamış olduğumuzdan, ikimiz de yazmaya başlamak için hazırdık. Her sabah buluşup görevlendirmeler yapıyor, akşamına da eve gidip ayrı ayrı yazıyorduk. Sonraki sabah yeniden buluşup taslakları birlikte okuyor, birbirimizin yazdıkları üzerine tartışıp gerekli düzenlemelere karar veriyor; akşam için yeni görevlendirmeler yapıyorduk. Metnin iskeletini tamamlayıp ilk taslağı elimize alana dek bu görevlendirme ve düzeltme döngüsünü takip ettik. Daha sonrasında ise, kitap yayına hazır olana kadar, bu müsveddeleri düzenlemek için iki yıl daha harcadık.
***
Birlikte yazmanın temel sırrı, neticede ortaya çıkan metnin yazarların kendi başlarına üretebileceklerinin toplamından çok daha öteye geçebilmesinde yatıyor. Çalışma süreci elbette bileşik bir araştırma –beraberce ve ayrı ayrı olarak okunan kitapların, girişilen sohbetlerin bir toplamı– üzerine kurulu. Ancak argümanlara karar verme ve de özellikle yazma sürecinde bir çeşit simyacılık vuku buluyor ve Marx’ın bizzat işbirliğinden doğmakta olduğunu söylediği üretici gücü andıran bir şekilde, yeni bir element meydana geliyor. Marx bu durumu izah ederken[6], işçilerin planlanmış bir şekilde birbirleriyle işbirliği yaptıklarında, birer birey olmalarından ileri gelen engellerden sıyrılıp bir tür olmanın getirdiği yeteneklerini hayata geçirdiklerinden bahseder. Birlikte yazarken de bireyselliğin engellerini geride bırakıyor olmak özgürleştirici hissettirir ve de ayrı ayrı katkılarımızın basit bir toplamından daha farklı ve daha fazla olan yepyeni bir şey keşfediyor olmak adeta bir büyüymüş gibi gelir. Ortaklaşa çalışmanın kerameti, işte böyle bir fazlanın üretilmesidir.
İşbirliğinin üretici gücü yalnızca argümanın içeriğinde değil, aynı zamanda yazının tonunda ve stilinde de kendini gösterir. Ortak çalışan diğer birçok ikilide olduğu gibi, birlikte yazdığımız metinler tek başımıza yazdıklarımızı pek de andırmıyor. Bu, seslerimizin birbiri ardına sıralandığı ya da muntazam bir biçimde birbirine karıştığı anlamına gelmiyor. Daha ziyade, görünen o ki ortak işlerimiz aynı zamanda hem bizimle hem de bizden ayrı duran üçüncü bir ses üretiyor. İşte bu yeni ses de bahsettiğim simyanın bir işareti.
Bu yeni sesin duyulmasına izin vermek için ortaklaşa yazma sürecine girdiğinizde bazı şeyleri akışına bırakmalısınız. Böylesi bir işbirliği, yalnızca bazı insanlara bahşedilmiş özel bir hüner gerektirdiği için değil; özveriye, özene, sabıra ve cömertliğe ihtiyaç duyduğu için enderdir. Her şeyden önce, yazarken kendi sözcüklerinize ve kendinize özgü formülasyonlara sıkı sıkıya bağlı kalamazsınız. Karşınızdakinin kendini ifade etme biçimini kavramalı ve buna uyum sağlamalısınız. Açıkçası, işin püf noktası genelde birbirinizin sözcüklerine açık kalmayı sürdürürken aynı zamanda üretilen metni istikrarlı ve uyumlu bir şekilde kurgulayabilmektedir. Her ne kadar çelişkili gibi görünse de Toni ile farklı dilleri konuşuyor olmamızın bu uyumu yakalamak konusunda bize yardımcı olduğu kanısındayım. Tartışmalarımız sırasında İtalyanca konuşuyoruz ama taslaklarımızı kendi dillerimizde, yani İtalyanca ve İngilizce yazıyoruz. Bu dil farkı bir açıklık yaratıyor ve ikimize de birer özerklik alanı sunuyor. Dahası, tartışmalarda ve kafamızın içinde sürekli olarak çeviri yapmak durumunda kalmak, birbirimizin sözcükleri ile daha yakından ilişki kurarak onları bilfiil kendi sözcüklerimiz haline getirmemizi sağlıyor. Düzeltilerimizi genelde İtalyanca ve İngilizce karışık bir şekilde yazıyor ve düzeltme süreci boyunca uyumlu bir bütün oluşturmak üzere ikimiz de çaba göstermek durumunda oluyoruz. Taslağımızın dilinin tek biçimli bir hale gelmesi ise ancak son aşamada mümkün oluyor, ki genelde İngilizce yazdığımızdan bu benim sorumluluğumda oluyor.
Fikirsel düzlemde, işbirliğinin gücünün etkisini göstermesi için daha da büyük bir çaba gerekiyor. Burada mevzubahis ikimizin de paylaşmadığı fikirleri ortadan kaldırmak değil. Kati anlaşmazlıklarla görece daha seyrek karşılaşıyoruz ve bu anlaşmazlıkları gidermek pek de zor olmuyor. Aslında esas mesele, birbirimizin fikirleriyle içli dışlı olmanın ve bu fikirleri geliştirmenin yollarını bulmak (ve tabi bu da dil sorunundan bağımsız değil). İçimizden birinin, bir diğerimizin verdiği bir dersi duyduğu ya da yazdığı bir makaleyi okuduğu ve “bu üzerine birlikte çalışabileceğim bir şey” diye içinden geçirdiği birçok örnek aklıma geliyor. Birimiz böyle düşündüğünde, söz konusu fikri veya argümanı iyice özümsedikten sonra; onu geliştirir, eklemeler yapar ve geri gönderir. Bu açıdan bakıldığında birlikte yazma işi daimi ve karşılıklı bir intihalden ibaretmiş gibi gelebilir. Ancak ben buna pek katılmıyorum. Marx’ın Pierre-Joseph Proudhon’a olan cevabında[7] belirttiği gibi, hırsızlık mefhumu her durumda, onu önceleyen ve bir bakıma doğallaştırılmış bir mülkiyet kavramını varsayar. Buna karşılık, entelektüel işbirliği süreci kendi aramızda kullanacağımız tüm fikirlerin açıkça erişilebildiği; fikirlerin bir sahibi olmaksızın bize ait olduğu bir alan açıyor. Belki de birlikte yazmanın zaman zaman oldukça büyülü hissettiriyor olmasının sebebi de budur. Zira bu süreç içerisinde fikirler birer mülk olmaktan çıkar ve gerçek birer müşterek haline gelirler. Böylece bireyselliğimizin ve mülkiyetin kısıtlamalarından kurtulur ve daha geniş, daha zengin bir üretici ilişki kurarız. Kendi fikirlerinizi özgürce kullanıma sunmak ve karşınızdakinin fikirleriyle de (onlara herhangi bir mülkiyet atfetmeden) kendi fikirlerinizmiş gibi ilişkilenmek, beraberce yazmanın temel bir kaidesidir.
Tabii, ortak yazarların eşit olması katkılarının da aynı ölçüde olacağı anlamına gelmiyor. Ayrıca bu, farklılıklarınızı tamamen bir kenara bırakmanız ya da masaya aynı unsurları getiriyormuş gibi davranmanızı da gerektirmez. Gerçek şu ki farklı bilgi birikimleri, yetenekler, stiller ve mizaçlar, işbirliği sürecindeki fazlanın üretilmesi için elzemdir. Farklılıklarınızı kabullenmeli ve bunların özgürce ifade edilmesine imkan tanımalısınız. Ne var ki farkları ölçüp biçerek kendinizi dengeli bir gün sonu raporuna inandırmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Yazım sürecindeki eşitlik, bir açıdan da bu tür hesaplamaların artık sizin için bir şey ifade etmediği anlamını taşır.
Ama yine de bu durum herhangi biriyle başarılı bir biçimde işbirliği yapabileceğiniz anlamına gelmiyor. Bunu sınamanın tek yolu son derece Spinozacı bir soruyu sormaktan geçer: O insanın varlığı ve onunla olan etkileşiminiz sizin düşünme kudretinizi arttırıyor mu? Ne yazık ki insanlarla olan karşılaşmalarımızın birçoğu (hatta büyük çoğunluğu?) aslında bizim düşünme kudretimizi, dünyayı anlama yetimizi ve de makul argümanlar oluşturma ve kavram üretme kapasitemizi azaltıyor. Kudretinizi arttıran bir karşılaşmaya tesadüf ettiğinizde, peşini bırakmayın ve onu yeşertmeye bakın. Bu, gerçek bir lütuftur. Birlikte çalışmaya dayalı yazma sürecinde aslolan eşitlik, ikinizin de bu karşılaşma neticesinde eşit olarak düşünme ve yazma kudretinizin arttığını duyumsamanızdır.
Ayrıca yazma ilişkisindeki eşitlik duygusu ve arzusunun kimi zaman üretici, kimi zamansa aksi etkileri olan bir özveriyi daimi kıldığını düşünüyorum. Toni ile işbirliğimizde genel itibarıyla kanıksanmış bir eşitlik ilişkisi olmasına rağmen ikimiz de çoğu kez üretime ayak uyduramayacak olmaktan çekinir bir haldeyiz. Ben görevlerimizi tamamlamaya dair birbirimize verdiğimiz üstü kapalı taahhütleri karşılamak konusunda güçlü bir sorumluluk hissediyorum. Örneğin, daha önce de bahsettiğim, Ortak Zenginlik kitabımızın taslağını hazırlama sürecinde Toni’nin her öğleden sonra kendi beş sayfasını yazacağını biliyordum. Bu yüzden her ne kadar ders vermekten kaynaklanan sorumluluklarım ve başka işlerim de olsa, ben de kendi kısmımı gelecek sabahtan önce tamamlamanın bir yolunu bulmalıydım. Benim gecenin geç saatlerinde çalışmayı sürdürmemi sağlayan tek şey işbirliği sürecindeki bu son teslim tarihleriydi. Kitabın taslağını çıkarmakta olduğumuz sıralar, bir noktada partnerim, Toni’nin beni çok fazla zorladığından dert yanmıştı ve yine o sıralar, Toni’nin partneri de benim onu çok fazla zorladığımı söylüyordu. Her ikimiz de bu beraberce üretme sürecine kapılmış gidiyorduk.
***
Ne yazık ki beşeri ve niteliksel sosyal bilimlerde ortaklaşa çalışmaya dayalı yazılar oldukça nadir. Elbette akla hemen Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno, Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Marx ve Friedrich Engels gibi bir dizi ünlü yazar ikilisi geliyor. Ama genel itibarıyla birlikte araştırma ve yazma pratikleri, laboratuvarlarda işbirliği yapmaya ve ortak eserler yayımlamaya alışmış bilimcilere bırakılmış. Tabi ben sosyal, kültürel ve siyasal kuramcıların pozitif bilimcilerin izlediği modeli izlemeleri gerektiğini savunacak değilim. Zira onların ortak çalışma tarzları çok daha farklı ve bana kalırsa daha az etkili. Bilimsel laboratuvarlardaki birlikte çalışma süreçleri, Taylorist bir fabrikadaki üretimi andıran hiyerarşik iş bölümleri ile tanımlanır ve bu hiyerarşiler, yayımlanan eserlere, baş araştırmacının araştırmaya olan katkılarına bakılmaksızın en başta yer aldığı yazar sıralamalarına da yansır. Böyle bir işbirliği şemasının, tıpkı endüstriyel bir fabrikadaki işçilerin işbirliğinde de olduğu gibi, laboratuvar ekibinin üyelerinin tek başlarına yaratabileceklerinin toplamından daha fazlasına tekabül eden bir üretici güç oluşturabileceğine şüphe yok. Ama bana öyle geliyor ki, hiyerarşik ilişkiler bu işbirliği sonucunda oluşabilecek fazlayı ciddi bir biçimde sınırlandırıyor.
Diğer yanda, eşit bir bağlamda gerçekleşen ve müşterek bir alan yaratan bir birlikte yazma sürecinin simyevi ve dönüştürücü özellikleri bütünüyle farklı, daha muazzam kudretler sunar. Böylesi bir karşılaşmanın gerçekleşmesi için bireyselliğin getirdiği engellerden sıyrılmaya istek göstermeli ve tekrar Marx’ın ifadesine geri dönecek olursak, ortaya koyacağınız özgür ve eşit alanda beraberce düşünebilmek ve beraberce yazabilmek için kendi kelimelerinizin ve fikirlerinizin mülkiyetinden feragat etmelisiniz. Birlikte yazabilmek için gerekli özveri ve özel şartlar düşünüldüğünde, bunun pek sıklıkla gerçekleşmiyor olması belki de şaşırtıcı değildir. Buna karşılık, Toni ile olan deneyimimizde edindiklerimizin tüm bu zorluklar yanında kıyas kabul etmez bir şekilde muazzam olduğunu söyleyebilirim.
*İlk olarak Genre dergisinin, sekseninci doğum günü vesilesiyle Antonio Negri onuruna hazırladığı 46(2) sayısında “How to write with four hands?” başlığıyla yayımlanan bu metin, yazarının da izniyle, Fahir Yumuk ve Halil Can İnce tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Metnin tercümesine müsaade ettiği için Michael Hardt’a teşekkür ederiz.
Metnin orijinali için bkz: Michael Hardt; How to Write with Four Hands. Genre 1 July 2013; 46 (2): 175–182. doi: https://doi.org/10.1215/00166928-2088007
[1] Negri, Antonio. 1991. The Savage Anomaly: The Power of Spinoza’s Metaphysics and Politics. Translated by Michael Hardt. Minneapolis: University of Minnesota Press.
[2] Negri, Antonio. 1992. “Twenty Theses on Marx: Interpretation of the Class Situation Today.” Translated by Michael Hardt. Polygraph 5: 136 – 70.
[3] Hardt, Michael, and Antonio Negri. 1994. Labor of Dionysus: A Critique of the State-Form. Minneapolis: University of Minnesota Press.
[4] Hardt, Michael, and Antonio Negri. 2000. Empire. Cambridge, MA: Harvard University Press.
[5] Hardt, Michael, and Antonio Negri. 2009. Commonwealth. Cambridge, MA: Belknap Press of Harvard University Press.
[6] Marx, Karl. 1977. Capital. Vol. 1. Translated by Ben Fowkes. New York: Vintage.
[7] Marx, Karl. 1975. “Letter to J. B. Schweitzer, 24 January 1865.” In Selected Correspondence of Karl Marx and Friedrich Engels, translated by I. Lasker, edited by S. W. Ryazanskaya, 3rd ed., 142 – 48. Moscow: Progress.