Sosyolojiden Sosyalizme: Behice Boran’ın düşünsel yolculuğu

Türkiye’nin ilk kadın sosyalist milletvekili olmasının yanında ilk kadın siyasal parti genel başkanı ve ilk kadın sosyoloğu olma niteliklerini taşıyan Behice Boran, aynı zamanda Marksizm bilgisini Türkiye formasyon çözümlemeleriyle birleştirebilen ender sosyalistlerden. Gerek siyasal gerek kuramsal çalışmalarıyla Türkiye'de sosyalist mücadelenin önde gelen isimlerinden. Onun sosyolojik çalışmaları ile Marksist kuramsal çalışmaları arasındaki ilişkiyi ele aldığı yazısında Ezgi Günok, Boran'ın düşünsel seyrinin izini sürüyor.

Türkiye'nin ilk kadın sosyalist milletvekili Behice Boran

Behice Boran, Türkiye’nin ilk kadın sosyalist milletvekili, ilk kadın siyasal parti genel başkanı ve ilk kadın sosyoloğu olma niteliklerinin yanı sıra, Marksizm bilgisini Türkiye formasyon çözümlemeleriyle birleştirebilen ender sosyalistlerden biri olması bakımından Türkiye siyasi ve fikir hayatında önemli bir yer tutar. Behice Boran’ın sosyolojik ve kuramsal çalışmaları arasında Eşitsiz ve Bileşik Gelişme yasası temelinde bir köprü kurmayı hedefleyen bu yazı iki bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde Boran’ın 1945’te yayınlanan Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki adlı eseri incelenecek ve bu eserin Sosyalist Devrim tezinin temelini oluşturan Eşitsiz ve Bileşik Gelişme fikrine öncülük etmek açısından olduğu kadar, Türkiye’de yeni bir sosyoloji anlayışının oluşmasında da önemli olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Çalışmanın ikinci bölümü ise, Boran’ın Sosyalist Devrim tezini en bütünlüklü haliyle ortaya koyduğu eseri olan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları‘nın incelenmesine ayrılmıştır.

Bir Akademisyen-Sosyolog olarak Behice Boran

1910 yılında Bursa’da dünyaya gelen Behice Boran, Michigan Üniversitesi’nde sosyoloji doktorasını tamamlamasının ardından Türkiye’ye dönmüş ve 1939’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne doçent olarak atanmıştır. Üniversiteyle ilişkisinin kesildiği 1948 yılına dek köy/kırsal yapı ve kent sosyolojisine ilişkin araştırmalar yapmış; çeşitli dergilerde siyaset, sosyoloji, sanat ve edebiyat alanlarında sayısız yazı kaleme almıştır.

Behice Boran’ın dokuz yıllık akademisyenlik hayatı boyunca yürüttüğü çalışmaların “Türkiye’de mevcut sosyolojiden farklı bir sosyoloji anlayışını başlattığı ve gelişmesine öncülük yaptığı” su götürmez bir gerçektir[i]. Boran, dönemin Türkiye’sinde hâkim olan ve bir toplumda ortak olan değerleri/inançları toplumu açıklamakta kullanılacak biricik veri kabul eden Fransız sosyolojisinin yanı sıra; bilimin karşısına tinselliği koyarak tarihselcilikten kopamayan Alman sosyoloji geleneğini ve “sistemi verili kabul etmek ve değişmeyi sadece belirli kurumsal alanlarla sınırlı olarak görmek” hasebiyle “sosyolojiyi siyaset dışı tutan”[ii] Amerikan sosyolojisini eleştirmiştir. Bu eleştirilerin temelinde dönemin sosyolojik yaklaşımlarına ortak bir zemin oluşturan “tabii bilim-manevi bilim” ayrımının reddi yatmaktadır. Boran, toplumsal gerçekliğin tüm özgünlüğüne rağmen “kendine has bir determinizm” sergilediğini; bu düzenliliklerin evrensel bilgisine ulaşmanın doğru bir metodoloji ile mümkün olduğunu; yani sosyolojinin “müsbet bir bilim” olduğunu öne sürer. Zira, “sosyal kıymetlerin bilinmesi ve dış tabiat alemindeki olayların bilinmesi arasında… bilme süreci bakımından bir keyfiyet farkı yoktur”[iii]. Ayrıca, “insan hareketlerini izah için başvurulan kıymetler kendileri izaha muhtaç olaylardır ve bunların izahı fertlerin dışına çıkıp cemiyetteki reel münasebetler sistemini, cemiyet yapısını tetkik ederek yapılabilir”[iv]. Sosyal kıymetlerin üzerinde yükseldiği bu yapı, doğal olanla toplumsal olanın “karşılıklı ve dinamik” ilişkisinden müteşekkildir ve bu sebeple sürekli bir değişim içindedir. Dolayısıyla, bu yapının tetkiki pozitivizmin önerdiği “tek taraflı nedensellik görüşü” ile değil, ilişkisel bir perspektif ile mümkün olabilir. Bir toplum, kendisine mündemiç ekonomik, politik ve sosyal kurumların tamamının yanı sıra, bu kurumlar arasındaki ilişkiyi de kapsadığı için toplumsal değişimi, bu kurumların münferit değişimlerine indirgemek hatalıdır. Toplumsal değişim, toplumun bütününün yapısal olarak değişmesidir[v]. Burada altı çizilmesi gereken nokta toplumsal değişmenin varlığını kabul etmenin cemiyetlerin değişiminde bir “ereklilik” olduğu anlamına gelmediği; değişimin zorunlu bir istikameti olduğu savının “müsbet ilim görüşüne mugayir” olduğudur[vi].

Toplumsal yapıyı ve bu yapının diyalektik hareketini merkeze alan bu sosyoloji yaklaşımının Marksist bir perspektife yaslandığına şüphe yoktur; ancak sosyolog Boran’ın Marksizm ile kurduğu ilişkinin doğru tayin edilmesi, onun bilimsel ve siyasi kimliğinin birbirine karıştırılmaması açısından elzemdir. Öncelikle, Boran’ın DTCF sosyoloji kürsüsünde geçirdiği yıllar “sosyolojinin burjuva ideolojisi kategorisine dahil edilerek akademik ve düşünsel yaşamdan çıkarıldığı” Stalin dönemine tekabül etmektedir. Dolayısıyla, Boran’ın bir sosyolog olarak tuttuğu bilimsel konumun, üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi’nin fikirleri ışığında geliştiğini söylemek mümkün değildir. Bilakis, Behice Boran, Marksist sosyolog kimliğini “sosyolojinin Marksizmin karşısına konulduğu yıllarda” geliştirmiştir[vii]. İkinci olarak, kendisinin de ifade ettiği gibi, Marksizmle yeni tanışmış genç bir sosyoloji doktoru olarak Türkiye’ye döndüğünde toplumsal yapıyı tarihsel materyalist bir perspektifle çözümleyecek ve “somut sorunlara Marksist çözümler” getirecek bir yetkinlikte değildir[viii]. Üstelik, bu dönemde, Türkiye toplumunun yapıları üzerine yapılmış kapsamlı bir somut araştırma da bulunmamaktadır. Demek ki, Boran’ın, Sosyalist Devrim tezinde olgunlaşacak olan fikirlere “Marksizm içi tartışmaları takip ederek ve Marksist kaynakların içinden geçerek ulaştığını söyleyemeyiz”. Aksine, Sosyalist Devrim tezine, “sosyoloji içi tartışmalar ve sosyolojik araştırmalar” ile oluşturduğu birikimin içinden “doğallıkla” ulaşmıştır[ix]. Bir başka deyişle, Boran’ın bilimsel konumu “salt siyasi görüşlerin güdülenmesiyle” konuşlanmamış; onun “toplumsal bilimler alanındaki formülasyonlarını besleyen toplumculuğu değil, toplumsal bilimler alanında tuttuğu konum” olmuştur[x].

1945 tarihli Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki Boran’ın Eşitsiz ve Bileşik Gelişme fikrine en yaklaştığı sosyolojik çalışması olarak görülebilir. İktisadi temel ve ekolojik mevki farklarının toplumsal değişimde nasıl bir rol oynadığı sorusunu ampirik çalışmalardan elde edilen bulgulara dayanarak yanıtlamayı hedefleyen bu kitapta, Manisa’nın farklı ekolojik konumlara ve farklı ekonomik temellere sahip olan iki köy tipi seçilir ve bu köylerin toplumsal yapılarının evrimi karşılaştırmalı olarak ele alınır. Birinci grupta şehre yakın, ana yollar üzerinde kurulu ve bereketli toprakların bulunduğu ova köyleri; ikinci grupta ise şehre uzak, sapa yerlerde kurulu ve bereketsiz toprakların bulunduğu dağ köyleri incelenir. Araştırmanın sonunda iki köy tipinin de kendine yeterliliklerini kaybederek dışa açıldıkları; fakat dağ köylerinde değişimin, ova köylerine kıyasla, daha yavaş ve dar kapsamlı olduğu sonucuna varılır. Alanında bir öncü sayılan bu çalışmanın Türkiye akademisi içindeki öneminin tespiti ancak, bu yazının sınırlarını aşan, ayrıntılı bir analiz ile mümkün olabilir. Biz, yine de eserin özgünlüğünü kavramak açısından elzem olan iki noktayı vurgulamakla yetinelim.

Behice Boran

Birinci nokta, kitabın alelumum sosyoloji alanında ve bilhassa da köy araştırmaları konusunda Türkiye’de yarattığı kırılmaya ilişkindir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, saha araştırması tekniğine dayanan bir ampirik çalışma, toplumun temel sorunlarını soyut düzeyde çözmeyi hedefleyen ve bu sebeple de felsefeden kopamayan bir sosyoloji yaklaşımının hâkim olduğu yıllarda başlı başına bir yeniliktir[xi]. Bununla birlikte, kitabın esas çığır açıcı niteliği teori ile pratiğin birliğini kurmasında; ampirik gerçekliğe evrensel bilim metodu aracılığıyla yaklaşmasında yatar. Boran, “Problem ve Metod” tartışmasına ayırdığı proloğun daha ilk cümlelerinde bu araştırmanın dönemin köycülük çalışmalarından bir kopuş teşkil ettiğini müjdeler: Bu araştırmada aydınlatılmak istenen konu “bir köydeki hayat şartları ve tarzı değil”, belirli bir toplumsal yapıyı oluşturan “fonksiyonel birimlerin”, yani kurumların, arasındaki ilişkilerin incelenmesidir. Bu açıdan, mesele “sosyolojik bir problemdir. Bu problem köy için de, şehir için de; Türkiye için olduğu kadar Amerika ve Çin için de varittir”[xii]. Kurumlar, belirli bir süreklilik ve düzen arz eden insan ilişkileri sistemleridir. İnsan ilişkileri sistemleri mekân ve zamandan bağımsız olarak, yani soyutlama düzeyinde, ikiye ayrılır: birincisi toplum ve tabiat ilişkilerinin insanlar arasında doğurduğu ilişkiler sistemidir; ikincisi ise, insanların kendi aralarında kurdukları ilişkiler sistemidir. Toplum yapısını teşkil eden tüm müesseseler birbiriyle bağlantılı bir bütün oluşturduğundan bu iki sistem arasında karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır. Ancak, “bütünün parçaları arasında karşılıklı tesirler bağının olması, parçaların hepsinin aynı ağırlıkta, aynı ehemmiyette olması demek değildir”[xiii]. Biyolojik ihtiyaçların tatmini temel bir zaruret arz ettiğinden insanın doğayla kurduğu ilişki her toplumun temelini oluşturur; bu sebeple de sosyal yapı çözümlemeleri birinci tip müesseselerden başlamalıdır.

Bu metodolojik çerçeve içinde saha araştırmasına başlamak için, belirli mekân ve zaman şartları altında yaşayan bir nüfusun nitelik ve niceliği; bu nüfusun kendi ihtiyaçları için işlettiği doğal kaynaklar ve üzerinde oturduğu toprak parçasının coğrafi koşulları; kaynaklarını işletmekte kullandığı araçlar, yani teknoloji olmak üzere üç veriden yola çıkılması gerekir. Bu veriler ışığında, üretimin nasıl örgütlendiği; bu örgütlenmenin yarattığı iş bölümü ve mülkiyet ilişkileri; bu farklılaşmanın sonucunda oluşan sosyal tabakalar ele alınmalıdır. Toplumsal kurumlar ve sosyal değerlerin analizi ise ancak bu aşamalar tamamlandıktan; yani toplumdaki üretim ve bölüşüm ilişkileri incelendikten sonra yapılabilir.

Ne var ki, ele alınan topluluğun yapısını çözümlemek için kendi iç dinamiklerine bakmak yeterli değildir; zira hiçbir topluluk diğer topluluklardan mutlak surette izole olamaz. Bir topluluğun diğer topluluklarla olan münasebetinin nitelik ve niceliği iki iç dinamik tarafından belirlenir. Birincisi, tetkik edilen cemiyetin ekolojik pozisyonudur. Bu pozisyon, coğrafi mevkii ve şartların yanı sıra ulaşım ve haberleşme sistemlerine erişimi kapsar. Diğer tüm durumlar sabitken, bir liman kentinin diğer toplumlarla ekonomik ve kültürel etkileşime girmeye, dağlar arasında kalan bir köyden daha açık olması kuvvetle muhtemeldir. İkincisi, topluluğun iktisadi temeline, yani geçimini sağlayan temel ekonomik faaliyete ilişkindir. Ekolojik pozisyon ve iktisadi temel arasında karşılıklı bir etkileşimden söz etmek gerekir. Örneğin, bir topluluğun iktisadi temelinin ziraat, madencilik veya kerestecilik olması coğrafi şartlar tarafından belirlenirken, bu iktisadi temel pazara bağlanma ihtiyacı doğurarak yeni yollar yapılmasına vesile olabilir. Öte yandan, dış dinamiklerin, toplumsal yapının iç örgütlenmesinde etkiler yaratması de söz konusudur. Nispeten kapalı bir toplumsal yapı kendi ekolojik pozisyonu ve iktisadi şartlarının tayin ettiği doğrultuda ilerlerken, dışarıdan gelen etkiler toplumun değişim hızını ve istikametini değiştirebilir.

Boran için sosyoloji toplumu dönüştürmenin bilimidir; böyle bir bilim de bütüncül ve tarihsel bir perspektifle, toplumsal değişme ekseninde somut yapılara yönelmekle mümkün olur.

İç ve dış dinamikler arasında işleyen bu diyalektik sürece koşut bir başka süreç de ele alınan toplumsal birim (köy, kasaba, şehir) ve bu birimin parçası olduğu bütün (ülke, dünya sistemi) arasında işler. Bütün ve parça arasındaki ilişkiselliğin doğru yorumlanabilmesi için analiz birimini teşkil eden topluluğu cemiyetler-arası münasebetler sistemi içine oturtmak gerekir. Bu da ancak ele alınan birimlerin iktisadi temellerine ve ekolojik pozisyonlarına referansla yeniden tanımlanmasıyla mümkün olur. “Şehirle köy birbirinden asıl nüfus adedine göre değil, fonksiyonel farklara göre ayrılır”[xiv]. Köy başlıca iktisadi dayanağı tarımsal üretim olan topluluktur; şehrin iktisadi temelini ise büyük ölçüde ticaret ve sanayi oluşturur. Köyler ve şehirler ekolojik şartları bakımından da farklılaşır. “Şehirler yolların, taşıma ve haberleşme vasıtalarının toplandığı merkezlerdir… Bunun için şehirler, iç sosyal hareketlerin (nüfus, eşya, haberler, modalar, fikir cereyanları ilh.) toplandığı veya belirdiği ve oradan etrafa dağıldığı ‘toplama ve dağıtma’ merkezlerdir”[xv]. Köyler birbirleriyle doğrudan değil, şehrin ulaşım ve haberleşme araçları, ticari ve mali kurumları dolayımıyla temas kurar. Aynı şekilde dış ülkelerle olan ekonomik, siyasi, kültürel ilişkilerde de şehirler bağlantı noktalarıdır. Bu sebeplerden ötürü şehirler, topluluklar arası ilişkiler sisteminde hâkim konumdadır. Bir başka ifadeyle, şehirlerin bütünü, yani ülkenin gelişmişlik seviyesini, belirleme gücü köyler ve kasabalardan daha yüksektir. Öbür taraftan, genel toplum yapısı da parçalar üzerinde etkilidir. Örneğin, “Amerika Birleşik Devletleri Cumhuriyetleri gibi ileri teknikli kapitalist bir cemiyetin şehir-köy münasebetleri, mekânda nüfusun aldığı şekil bizim memleketimizdeki şehir-köy durumundan ve münasebetlerinde, nüfusun mekandaki taazzuvdan farklıdır”[xvi].

Köy ve kent arasında kurulan düalizmi reddederek köyden hareketle toplumsal bütüne ışık tutmayı amaçlayan bu araştırmanın klasik bir köy monografisi olmadığı açıktır. Yöntem konusunda yürütülen bu tartışma tek başına ele alındığında bile, Behice Boran’ın tarihsel-maddeci görüşe dayanan bu eserinin Türkiye’deki sosyoloji anlayışında nasıl bir kırılma yarattığı açıkça görülür. Boran, bir tarafta, “saha araştırmalarını küçümseyen” Durkheim-Gökalp çizgisine karşı toplumun teorik düzeyde tahlil edilemeyeceğini, toplumu oluşturan somut koşullara yönelmek gerektiğini göstermiş; alan araştırması verisine dayalı sosyolojinin kurumsallaşmasına yaptığı katkılarla akademide bir dönüm noktası yaratmıştır. Diğer tarafta ise, Le Play-Fındıkoğlu çizgisinin kuramsız ampirizmine karşı teorinin önemini savunmuş; yerel olanın özgüllüğünün ancak bilimin nesnel ölçütleriyle anlaşılabileceğini ve kavramsal bir bütünselliğe oturtulmayan somut saptamaların olgular yığını olmaktan öteye gidemeyeceğini ileri sürmüştür. Boran için sosyoloji toplumu dönüştürmenin bilimidir; böyle bir bilim de bütüncül ve tarihsel bir perspektifle, toplumsal değişme ekseninde somut yapılara yönelmekle mümkün olur.

Vurgulamak istediğimiz ikinci nokta, araştırmanın bulgularına ilişkindir. Boran, bu çalışmada köylerin kasabanın geçirdiği safhalardan birer birer geçerek evrimleşmediğini, köylerin kasabadaki değişme sırasını “kısaltarak, atlamalar yaparak” geçirdiğini gözlemler[xvii]. Bu gözlem neticesinde, Boran, geride olanın ilerde olanın seviyesine onunla aynı evrelerden geçmeksizin ulaşabileceği; bununla beraber bazı durumlarda da eski biçimlerin yeni biçimlerle birlikte varlığını sürdürebileceği kanısına varır. Yani eşitsiz gelişme bütünün bazı parçalarının geride kalmasına sebep olurken, birleşik gelişme de geride olana yolu kısaltma imkânı verir. Öte yandan da değişim eskinin tasfiyesinden ibaret lineer bir çizgi olarak değil; eskiyle yeninin somut koşulların belirlediği şekilde eklemlenmesiyle oluşur. Gökhan Atılgan, araştırmanın bir toplumun tüm birimlerinin birleşik olarak, fakat eşitsiz bir biçimde geliştiği sonucunun, Boran’ı Sosyalist Devrim tezinin temelini oluşturan Eşitsiz ve Bileşik Gelişme yasasına götürmüş olduğuna dikkat çeker. Bu çalışmada “devrim stratejisiyle ilgili bir bağlam olmadığı gibi emperyalizm ve azgelişmişlik üzerine de neredeyse tek bir söz bulunmaz. Fakat toplumların gelişimine bakıştaki temel mantık ve çerçeve açısından Boran’ın tezleri, Eşitsiz ve Bileşik Gelişme Yasası ile uyum gösterir”[xviii]. Böylece, Boran, Mihri Belli tarafından savunulan aşamalı devrim anlayışından ve ereksel tarih görüşünden farklı bir yön çizmeye henüz 1940’lı yıllarda başlar ve azgelişmiş ülkelerin demokratik görevler ile sosyalist görevlerin iç içe geçtiği bir devrimle araya aşamalar, kesintiler koymaksızın sosyalizme ulaşabileceğini savunan Sosyalist Devrim tezinin temellerini öğretim üyeliği döneminde atmış olur.

Bir Kuramcı-Siyasetçi olarak Behice Boran

Behice Boran’ın bir sosyolog olarak geliştirdiği bu tarih görüşüne siyasi bir içerik kazandırması bir siyasetçi ve kuramcı olarak tarih sahnesine çıktığı 1960’lı yıllara tekabül eder. Boran’ın sosyoloji biliminden, bir bilim ve ideoloji olarak sosyalizm eksenine doğru kaydığı bu yıllarda geliştirdiği fikirler, Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Cahit Tanyol, Fethi Naci, Mihri Belli, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer ve Mehmet Ali Aybar gibi dönemin önde gelen sosyalist aydınlarıyla girdiği tartışmalar içinde şekillenmiştir. Boran, Yön-MDD ve Aybar-ATÜT tezlerine karşı sunduğu Sosyalist Devrim tezini en bütünlüklü haliyle 1968 yılında yayımlanan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları başlıklı kitabında ortaya koyar.

Kitap, dönemin akademik modasına uygun bir şekilde, toplumun güncel sorunlarını doğru tespit edebilmenin ve bu sorunlara doğru çözümler getirebilmenin yolunun Türkiye tarihinin çözümlenmesinden geçtiği argümanıyla açılır. Boran, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin, kültürel değerlerin dönüşümü üzerinden anlaşılamayacağını; zira meselenin “belli bir toplum yapısından bir başka toplum yapısına doğru değişme”[xix] olduğunu ifade eder. Toplumsal değişme gelişigüzel bir oluş değildir, belli bir determinizmi vardır. Siyasal eylem, ancak, toplumsal gidişe bu doğrultuda müdahale ederse başarıya ulaşır. İşte bu sebeple, bir devrim stratejisi oluşturmadan önce, Türkiye toplumunun evriminin tarihsel doğrultusunu saptamak icap eder. Bu da toplumsal yapının incelenmesiyle mümkün olur. “Meseleleri toplum yapısı açısından görmek demek, onlara, üretim güçleri, ilişkileri ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sosyal sınıflar açısından bakmak demektir. Batılılaşma, modernleşme, ilericilik, gericilik kavramları ve sorunları bu açıdan ele alınıp incelendiği zaman gerçek bir muhteva kazanır ve rayına oturur”[xx]. Bu “çok karmaşık ve hareketli somut gerçekler”in incelenmesinde başvurulacak yöntem, Boran’ın sosyoloji araştırmalarında geliştirdiği diyalektik yöntem ile büyük benzerlikler taşır. Gerçeğe önce bir “ilk yaklaşma” yapılarak en temel, zorunlu ilişkilerin ortaya konduğu bir model yaratılmalı; sonra da ikinci bir yaklaşma ile bu model kurulurken “usulen bir kenara itilen” somut şartlar devreye sokulmalıdır. Yereldeki özgüllükler ancak, toplumların objektif gelişme kanunları perspektifinden ele alındığında meydana çıkar.

Boran, Osmanlı Devleti’nin toplumsal yapısına “ilk yaklaşmasını” yapacağı modeli oluşturmak üzere feodalizmi nesnel ölçütlere göre tanımlar: Feodal toplumlarda “temel servet şekli toprak, temel üretim tarımdır ve temel gelir şekli de ranttır”[xxi]. Toprakta tam mülkiyet hakkı yoktur, mülkiyet bir haklar hiyerarşisi halinde toprağa bağlı serfler ve derebeyleri arasında kademe kademe parçalanmıştır. Bu nitelikler, emeğin toprağa bağlı olduğu Osmanlı toplumunda da mevcut olduğun göre bu toplum düzenini feodalizm olarak tanımlamak gerekir. Osmanlı toplumunun Batı toplumlarından bir farkı olduğu aşikardır, ancak bu fark üretim emeğinin niteliğinden değil, Batı’dakinin aksine merkezi otoritenin güçlü olmasından ve bu gücün beylerin toprak sahibi olarak özerkleşmesini engelleyip memur statüsünde kalmalarını sağlamasından ileri gelir. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu, Batı toplumlarındaki “mahalli derebeyliklerin” aksine bir “merkezi feodalite” örneği oluşturur.

Behice Boran

Bu özgüllük aynı zamanda, Osmanlı toplumunun kapitalistleşme sürecini Batı’dakinden farklı olarak deneyimlemesinin de altında yatan nedendir. Batı’da 11. Yüzyıl itibarıyla ticaretin hızla artışı mal talebinde bir artışa sebep olmuş, üretimi arttırma ve çeşitlendirme ihtiyacı organik enerjiden (insan ve hayvan gücü) inorganik enerjiye yapılan sıçramayı doğurarak sanayi devrimini yaratmıştır. Bu sistem içinde, toplumun içsel gelişimleri sonucu güçlenen burjuvazi, feodal toplum yapılarını kendi sınıf çıkarına uygun şekilde düzenlemiştir. Avrupa’da kapitalizmin ilk safhasının geliştiği bu dönemde, tüm enerjisiyle merkezi feodal bir imparatorluk kurmakta olan Osmanlı toplumu ise bir “anakronizm” teşkil etmektedir. Coğrafi keşifler sonucu Avrupa okyanuslar aşırı ticarete yönelmeseydi ve Osmanlı toprakları ticari merkez olma konumunu kaybetmeseydi, “komşu Avrupa’da yer almakta olan değişimlerin belki de etkisinde kalır ve dışla olan ilişkiler sonucu içte de aynı yönde gelişmeler baş gösterebilirdi”. Fakat, deniz aşırı ticaretin gelişimi Anadolu’daki büyük ticaret ve el sanayi merkezlerini zamanla söndürdü ve Osmanlı Devleti ekonomik gerileme sürecine girdi. Bu süreç, Batı’nın İmparatorluğu hammadde kaynağı ve pazar olarak açmak üzere zorlamasıyla geri dönülmez bir hal aldı. Osmanlı toplumu 18. Yüzyıldan itibaren “yapısında içten bir değişme olmaksızın, dıştan zorlamalar karşısında ayakta durabilmek için” bir değişim sürecine girdi. Batılılaşma, baskının ilk ve en belirgin şekilde hissedildiği noktadan, yani ordudan başladı. Orduya “sevk ve idare ve teknik personeli yetiştirmek gereği eğitimde yeni kurumların açılmasına sebep oldu…Yine askeri ihtiyaçları karşılamak üzere devlet, sanayi işletmeleri kurdu. Batı devletleriyle temaslarda devlet teşkilâtını ve kadrosunu yenileştirmek ihtiyacı duyulunca eğitimi modernleştirmek ve yeni okullar açmak hareketi askeri alanın dışına taştı… Dış baskılar ve etkiler ekonominin üzerinde de kendini hissettirince bu defa devlet ekonomi alanında da teşebbüsü ele aldı”. Kısaca, Osmanlı İmparatorluğunda toplumsal değişme toplumun üst yapısında başladığı için, toplumun değişmesi “yukardan aşağıya, tepeden inme olmuş ve bu değişmede devlet ve onu somutta temsil eden askeri-sivil kadrolar önemli rol oynamışlardır”[xxii].

Tepeden inme reformlar üst yapıyı değiştirmekle sınırlı kaldığı ve feodal ilişkiler tasfiye edilemediği için toplumsal dönüşüm çelişkili bir şekilde yaşandı; ticaret ve sanayi sermayesini geliştirmeye yönelik kabul edilen özel mülkiyet hakları tarımdaki üst sınıfları güçlendirdi. Feodalizmin büyük ölçüde tasfiyesi ise, dışa dönük yönüyle “antiemperyalist bir savaş”, içe dönük yönüyle “azgelişmiş ülkelere özgü bir burjuva ihtilali” olan Kurtuluş Savaşı sonunda gerçekleşebildi[xxiii]. Kurtuluş Savaşı esnasında halk kitlelerinin asker-sivil yönetici kadro önderliğinde harekete geçirilmesi mümkün olduysa da savaş sona erince, savaş koşullarında kurulan ittifak sona erdi. Halk kitleleri ülkenin kaderini tayin etmede önemli bir unsur olmaktan çıktı; küçük burjuvaziye mensup yönetici kadro devletin dizginlerini tek başına elinde tutan egemen bir tabaka haline geldi. Savaş ekonomisi içinde palazlanan burjuvazi ve büyük toprak sahipleri de bu yönetici kadro etrafında kümelendi. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın yegâne yolu olarak formüle edilen kapitalistleşme hedefine ulaşmak için önce liberalizm denendi, bu rejimin dayanacağı toplumsal sınıflar henüz güçlenmemiş olduğundan hürriyetçilik, yeniliklerden hoşnutsuz toprak ağaları, kasaba eşrafı ve küçük burjuvazinin elinde bir irtica aletine dönüştü. Bunun üzerine, 1930-45 arası muhalefet yasaklandı, liberal politikaların yerini devlet eliyle sanayileşmeyi teşvik eden politikalar aldı. Sanayileşmenin yükünü emekçi kitlelere yıkan bu devletçi politikaların hedefinde irtica kadar, hatta ondan da fazla, işçi hareketleri yer aldı.

İkinci Dünya Savaşı “Türk toplumunu etkilemekte gecikmedi. Bu etki her şeyden önce dış ticarette kendisini gösterdi. İthal malları darlığı içte istifçiliğe, vurgunculuğa ve bazı malların yerli imaline yol açtı. Emlak, arsa spekülasyonu aldı yürüdü. Böylece burjuvazide bir sermaye birikimi, palazlanma oldu”[xxiv]. Savaştan sonra CHP, palazlanan bu burjuvazinin yarattığı iç baskılar ve yeni dünya düzeninin yarattığı dış baskılar sonucunda çok partili düzene geçmek mecburiyetinde kaldı. Liberal bir ekonomi taraftarı olan Demokrat Parti, “palazlanmış olan burjuvazi ile toprak ağalarının, kasaba eşrafının devleti doğrudan doğruya kendi ellerine geçirmeleri, bürokratik tabakayı ikinci plana iterek ona üstün bir duruma gelmeleri çabasını ifade ediyordu”[xxv]. Sol kanattan yoksun olan bu demokrasi örneğinde DP’nin CHP karşısında kazandığı zaferi bir karşı-devrim[xxvi] olarak adlandırmak mümkün değilse de halkın “oy hakkını ciddiye alıp ona sahip çıkması ve kendini ezen, horlayan, dertlerine çare bulmayan bir devlet yönetiminin temsilcisi ve sorumlusu olarak gördüğü CHP’yi alaşağı etmesi politik alanda devrimci bir davranıştı”[xxvii].

1950-60 arasında toplumsal yapıda “güçlenen şehir burjuvazisi ve burjuvalaşan büyük toprak sahipleri”nin egemen hale gelişi toplumsal güçler dengesinde bir değişimin habercisiydi. Tarım kredileri ve makineleşme toprak ağalarını, dış krediler ve devlet ihaleleri üretici olmayan yerli burjuvaziyi zenginleştirirken, memur tabakası hem itibar hem reel gelir bakımından düşüşe geçti. Değişen bu iç dengeler ve yabancı sermayeyle ortaklaşma sonucunda gelen zenginleşme, Türkiye’nin dış siyasetinde de değişimlere sebep oldu. “Memleketi kendi gücüyle sanayileştirip kalkındıramayan burjuvazi ve sanayileşme ile esasen ilgisi bulunmayan toprak ağaları, kendilerine dışta destek arıyorlar ve bunun için de memleketi yabancıların askeri, siyasi, iktisadi nüfuzlarına açmakta, yabancı sermaye ve şirketleri memlekete davet etmekte, dış politikada Batılıların, özellikle Amerika’nın çizgisini izlemekte ve Türk silahlı kuvvetlerini NATO -aslında Amerika- komutanlığına bağlamakta tereddüt etmiyorlardı”[xxviii]. Milli burjuvazi yerine komprador bir sanayici kesimin yükselişine sebep olan bu politikalar, Türkiye burjuvazisini tarihsel misyonunu gerçekleştirmekten alıkoyarak ülkeyi teknoloji, sanayileşme, tarımda modernleşme alanlarında dışa bağımlı hale getirdi. Kısaca, Türkiye emperyalizmle iş birliğine dışsal baskıların, askeri veya iktisadi zorunlulukların bir sonucu olarak değil, egemen sınıfların politik tercihinin bir sonucu olarak yöneldi.

27 Mayıs darbesi, burjuvazinin tarihsel görevini, yani memleketi sanayileştirme ve toprak reformuyla tarımı modernleştirme işini yerine getiremeyip, toplumu yönetmekte acze düştüğü ve alt sınıfların da iktidara namzet hale gelmemiş olduğu bir tarihsel uğrakta ordu müdahalesiyle iktidardan indirilmesinden ibaretti. Devleti, komprador burjuvazi ve toprak ağaları karşısında tekrardan hâkim kılmayı amaçlayan bu müdahalenin sosyalist düşünce ve eylemin özgürce gelişeceği bir ortam yarattığı doğru olsa da bu müdahalenin toplum yapısında köklü bir değişiklik yaratmadığı açıktı. ‘Halka rağmen halkçılık’ görüşünü savunan ve iktidarını yalnız silah gücüne dayandıran darbecilerin, ülkenin kapitalist-emperyalist toplumların sömürüsü altında gelişen bağımlı ekonomisine ve bu ekonominin iç içe geçirdiği dış ve iç sömürü sistemlerine bir çare bulamadığı, 1965 seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere, ayan beyan ortadadır. Ekonomik-siyasi bağımsızlığın gerçekleştirilmesini, “yerli komprador (aracı) burjuvaziden, toprak ağalarından ya da milli bağımsızlıktan yana olsalar dahi burjuva ideolojisi çerçevesi dışına çıkamamış ara tabakalardan beklemek ham hayaldir…Kurtuluş…iktidarın sınıf muhtevasının değişmesine bağlıdır”[xxix]

Boran’a göre, sosyalizm hem bir toplum bilim hem de bir ideolojidir. Sosyalizm insan toplumlarının gelişme çizgisinde bir aşamayı gösterirken bir toplum bilimdir, ama öngörülen sosyalist düzenin işçi sınıfının yararına olduğunu açıklayan bir sosyal değerler sistemi olarak bir ideoloji niteliği kazanır.

Emperyalizmin içsel sınıf yapısının bir ürünü olması, Boran için, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist mücadeleden ayrılamayacağının bir kanıtıdır. Bir başka deyişle, Türkiye’de milli bağımsızlık mücadelesi ve sosyalizm mücadelesi bir ve aynı şeydir. Ayrıca dış sömürünün yerli egemen sınıflar aracılığıyla sürdürülmesi ve bütün emekçi sınıfların bu sömürü altında oluşu Türkiye’de esas kutuplaşmanın, tüm egemen sınıflar ile tüm emekçi sınıflar arasında olmasına neden olmuştur. Yine de Boran için, kapitalist yapıdan sosyalist yapıya geçişte öncü rol işçi sınıfına aittir. Bunun sebebi, işçi sınıfının dolaysız bir sömürü̈ ilişkisi içinde olması sebebiyle “bütün emekçi sınıflar içinde toplu ve örgütlü mücadeleye en yatkın sınıf” olması ve kentlerde toplanmış olması sebebiyle, köy ve küçük kasaba emekçilerine nazaran, toplumsal etkilere ve yeniliklere daha açık olmasıdır. Boran bu noktada, hem emekçilerin mevcut düzen koşullarında sınıfsal bir bilinç edinemeyeceklerini düşünen Yön-MDD çizgisinden[xxx], hem de işçi sınıfının sınıf bilincini kapitalist üretim süreci içinde kendiliğinden geliştireceğine inanan Aybar’dan[xxxi] ayrılarak, işçi sınıfının öncü rolü oynamasını işçi sınıfının bilinçlenmesine bağlar. Boran’a göre, sosyalizm hem bir toplum bilim hem de bir ideolojidir. Sosyalizm insan toplumlarının gelişme çizgisinde bir aşamayı gösterirken bir toplum bilimdir, ama öngörülen sosyalist düzenin işçi sınıfının yararına olduğunu açıklayan bir sosyal değerler sistemi olarak bir ideoloji niteliği kazanır. “İşçi sınıfı öncülüğü, ona sosyalist teorice veya partilerce tanınmış bir imtiyaz değil, toplum yapısının, gelişme kanunlarının incelenmesi sonucu yapacağı öngörülen -ve umulan- tarihsel bir görevdir…İşçi sınıfını daha büyük sayılarda sosyalist hareket içine katmak, bu hareket içinde onun en bilinçli, en disiplinli ve mücadeleci unsur haline gelmesini, kadroları yetenekli bir şekilde doldurmasını sağlamaya çalışmak şüphe yok ki TİP’in başta gelen amaç ve ödevlerinden” dir[xxxii].

Batı toplumlarında kapitalist yoldan gelişme, birtakım özel koşulların varlığı sayesinde gerçekleşmiştir: Batılı ülkeler, evrim aşamasında kendilerinden daha ileri herhangi bir toplum bulunmadığı için tüm dünyayı eşitsiz mübadele, talan ve ilhak etme yollarıyla sömürebilmişler; sermaye birikimlerini, emek gücünü koruyan hakların yokluğunda, devletin sağladığı imtiyazlara dayanarak sınırsızca büyütebilmişlerdir. Bugün azgelişmiş ülkeler ve Türkiye için, bu yolların hepsi kapalıdır ve dolayısıyla kapitalist yoldan kalkınma olanaksızlaşmıştır. Türkiye için kalkınmanın tek yolu sosyalizmdir ve bu da siyasal iktidarın emekçi kitlelerin eline geçmesiyle mümkün olur. İktidarın emek güçlerinin eline geçmesi ise iki yoldan olabilir: seçimler ve ihtilal. 1961 Anayasası’nın çerçevesi içinde sosyalist hareketin seçimlerle iktidarı kazanma imkânı vardır; ancak, bu imkânın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sosyalist hareketin örgütlülük düzeyine bağlıdır. Seçimle iktidara gelmek reformizm ile özdeşleştirilemez; zira “devrimciliğin iktidara geliş şekliyle zorunlu bir bağı yoktur[xxxiii]. Öte yandan, objektif koşulların oluşması durumunda ihtilal de bir seçenektir. Bir kalkınma yönteminin çok ötesinde, “en gerçek, en yüksek ve en geniş anlamda ahlaki” bir sistem olan sosyalizme geçişte Türkiye için bu yollardan hangisinin geçerli olacağı nesnel koşullar tarafından belirlenecektir.

Sonuç

Behice Boran’ın toplum yapısı araştırmaları ve devrim tezleri arasında Eşitsiz ve Bileşik Gelişme fikri üzerinden kurulmuş bir süreklilik hattı vardır. Bu açıdan, Boran’ın sosyolojik ve kuramsal araştırmalarını yürütürken büyük metodolojik tutarlılık sergilediğini söylemek mümkündür. Behice Boran’ı dönemin diğer sosyalist aydınlarından ayıran, onun toplumsal sorunları maddeci tarih görüşüne dayanarak, diyalektik bir yöntemle çözümleme beceresi olmuştur. Boran, bu ayırt edici özelliği sayesinde, 1960’lar sosyalist düşüncesinin odağını oluşturan feodalizm, bürokrasi, aydın vb. kavramları sınıf analizine tabi tutmuş, bu kavramları hapsoldukları özsel tanımlardan kurtarmıştır. Aynı şekilde, Boran, Yön-MDD grubunun ve Aybar-ATÜT grubunun ortaya attığı tezler arasındaki antagonizmayı somut koşulların analizine dayanarak diyalektik bir yöntemle sentezlemiş; böylece dönemin sosyalist tartışmalarına damgasını vuran Osmanlı sui generis’tir/Osmanlı feodaldir; sosyalizm millidir/sosyalizm tektir; sosyalizm parlamenter yolla gelir/tek yol devrimdir; asker-sivil aydın zümre ilericidir/kurucu kadro işbirlikçi burjuvadır gibi ikilikleri aşarak, özgülcü bir yol benimsemiştir. Bu konuya ilişkin kendi tespiti şu şekildedir: “…çelişkili yargılardan bir çelişkili uca fazla ağırlık vermeyi, o ucu abartmayı küçümsemek olmaz. Sosyalizmde sapmaları esasen hep böyle oluşur; hiç olmadık bir şeyi söyleyerek değil, bir gerçek payı bulunan ama karşıtıyla birlikte tam doğru olan bir görüşü tek taraflı abartarak sapmalar meydana gelir”[xxxiv].


[i] Hayriye Erbaş, “Türkiye’de Bedeller Ödemiş Bir Sosyolojik Düşünce Ustası: Sosyolog Behice Boran”, Mülkiye Dergisi 3 (5), (2015): 39.

[ii] İlhan Tekeli, “Sosyal Bilimci ve Siyasetçi olarak Behice Boran: Hesabı Akılla Verilen Bir Yaşam”, içinde Behice Boran Kitabı: seçme metinler ve üzerine yazılar, ed. Emir Ali Türkmen (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), 394.

[iii] Behice Boran, “Sosyoloji Anlayışında İkilik”, içinde Behice Boran Kitabı: seçme metinler ve üzerine yazılar, ed. Emir Ali Türkmen, 1. Baskı, Dipnot Yayınları 285 (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), 311.

[iv] Boran, 312.

[v] Behice Boran, “Geriye Dönüp Baktığımızda Sosyoloji”, çev. Raşit Kaya, Bilim ve Sanat, 84 (1987): 439.

[vi] Behice Boran, “Sosyal Evrim Meselesi”, içinde Behice Boran Kitabı: seçme metinler ve üzerine yazılar, ed. Emir Ali Türkmen, 1. Baskı, Dipnot Yayınları 285 (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), 293.

[vii] Gökhan Atılgan, Behice Boran: öğretim üyesi, siyasetçi, kuramcı (İstanbul: Yordam Kitap, 2007), 116.

[viii] Atılgan, Behice Boran, 115.

[ix] Gökhan Atılgan, “Sosyoloji ile Siyasal Kuram arasında Behice Boran”, içinde Behice Boran Kitabı: seçme metinler ve üzerine yazılar, ed. Emir Ali Türkmen, (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), 447-48.

[x] Hasan Ünal Nalbantoğlu, “Bir Toplumbilimcinin Gecikmiş Portresine Doğru”, içinde Behice Boran Kitabı: seçme metinler ve üzerine yazılar, ed. Emir Ali Türkmen (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), 430.

[xi] Kurtuluş Kayalı, Türk düşünce dünyasında yol izleri (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), 150.

[xii] Behice Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki (Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Enstitüsü Sosyoloji Serisi, 1992), 7.

[xiii] Boran, 15.

[xiv] Boran, 19.

[xv] Boran, 19-20.

[xvi] Boran, 21.

[xvii] Boran, 251.

[xviii] Atılgan, Behice Boran, 123.

[xix] Behice Boran, Türkiye ve sosyalizm sorunları, (İstanbul: Yordam Kitap, 2016), 65.

[xx] Boran, 66.

[xxi] Boran, 67.

[xxii] Boran, 70-71.

[xxiii] Boran’ın Kurtuluş Savaşı’nı bir burjuva devrimi olarak tanımlaması, MDD’nin lineer ve ereksel tarih anlayışına ve aşamalı devrim tezine bir karşı çıkış olması bakımından önemlidir. Belli ve Avcıoğlu’na göre “azgelişmiş bir ülke olan Türkiye, ancak, kapitalizme özgü üretici güçleri geliştirerek sosyalizmin maddi koşullarını sağlayacak bir devrimin ardından sosyalizme ulaşabilirdi. Bu nedenle, emperyalizme ve feodalizme karşı yapılacak devrimle sosyalist devrimi farklı tarihsel aşamaların işleri olarak görmüşlerdi”. Sosyalist devrimden önce “kapitalist gelişmeyi engelleyen emperyalizmin ve onunla işbirliği yapmakta olan feodal sınıfların, milli burjuvazinin de dahil olduğu tüm anti feodal güçlerce devrilmesi ve milli bir kapitalizmin kurulması” misyonu yer alıyordu (Atılgan, Behice Boran, 346). Buna karşılık Boran, kapitalistleşmeyi hedefleyen bir devrimin söz konusu olamayacağını, milli-demokratik devrimin Kurtuluş Savaşı’yla zaten gerçekleşmiş olduğunu öne sürdü.

[xxiv] Boran, Türkiye ve sosyalizm sorunları, 92.

[xxv] Boran, 97.

[xxvi] Boran’ın 1950 seçimlerini burjuvazinin iki kanadı arasında gerçekleşen bir siyasi çekişme olarak okuması; bu seçimlerde halkı temsil edecek bir parti bulunmaması sebebiyle karşı-devrimcilikten bahsedilemeyeceğini vurgulaması, yine, MDD kuramıyla oluşturduğu temel tezatlık açısından önemlidir. Boran, MDD’nin aksine, aydın-sivil bürokratların toplandığı CHP’yi bir küçük burjuva partisi olarak tanımlar ki, bu Yön-MDD çizgisinin “aydın önderliği” tezinin açık bir reddiyesidir. Yön-MDD çizgisi, asker-sivil aydınları sınıflar üstü bir güç olarak tanımlıyor, haiz oldukları devrimcilik ve milliyetçilik gibi değerler sayesinde hangi toplumsal koşulda olursa olsun, tarihe ilerici bir müdahalede bulunacaklarından şüphe etmiyordu. Bu aydınların Kurtuluş Savaşı’yla başlattığı devrimci süreç, DP bünyesinde toplanan eşraf ve kompradorların ihaneti sonucu kesintiye uğramış; ülke emperyalist güçlerin taarruzuna açık hale getirilmişti. Bu emperyalist ve feodal bağların koparılıp milli bağımsızlığın geri kazanılması ise sivil-aydın önderliğinde gerçekleşecek bir karşı karşı-devrime, yani hükümet darbesine bağlıydı. Boran’ın bu görüşe itirazı, aydınların bağımsız bir sınıf olarak görülemeyeceğine ilişkindi. Boran için aydınları ilericilik, devrimcilik gibi değerler sistemine referansla tanımlamak ve buna mukabelen, aydınların, hâkim sınıfların nispeten güçsüz olduğu toplumlarda, sempati duydukları sınıfın lehine toplumu yeniden düzenleyebileceğini varsaymak idealist bir yanılsamadan ibaretti.  Zira, aydınlar toplumun temel sınıflarından biriyle ilişki kurmak zorunda olan bir tabakaydı ve sahip oldukları değerler bu sınıfsal ilişkiler tarafından belirleniyordu. Sınıf aidiyeti bakımından küçük burjuvaziye mensup olan bu asker-sivil aydınların Kurtuluş Savaşı koşulları altında halkla birlikte, ilerici bir rol oynamasının; ancak savaşın hemen ardından tutucu bir kimlik kazanmasının sebebi ittifak kurduğu grupların sınıf temelinde aranmalıydı. DP’nin iktidara gelişi de bir karşı devrim olarak değil, savaş sonrası kurulan bu tutucu ittifakın başlattığı sürecin doğal bir sonucu olarak okunmalıydı (Atılgan, Behice Boran, 324-42).

[xxvii] Boran, Türkiye ve sosyalizm sorunları, 105.

[xxviii] Boran, 111.

[xxix] Boran, 239.

[xxx] Yön-MDD çizgisi, Batı toplumlarını bir “ideal tip kabul ediyor”, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist toplumlarla Türkiye’yi kıyaslayarak Türkiye’de Batı’daki gibi bir işçi sınıfı olmadığına, bu sebeple de işçi sınıfının mücadelesini toplumun ilerici aydınlarının yürütmesi gerektiğine kani oluyordu. Boran için bu varsayım “top­lumsal gerçekliğin gözlemlenmesinden değil, toplumsal gerçekliği gözlemleme gerekliliğini bertaraf eden, zihinde oluşturulmuş̧ ülke tipleri karşılaştırmalarından çıkarılan bir resimdi” (Atılgan, Behice Boran, 282). Sınıf tüm toplumlar açısından açıklayıcı gücü olan bir çözümleme birimiydi ve bir ülkenin sınıf ilişkileri başka ülkelere referansla değil, kendi içindeki karşıtlıklara dayanarak anlaşılabilirdi. Yani, Türkiye’deki işçi sınıfının karakteri mutlak normlar baz alınarak değil, bu sınıfın gücünü Türkiye’deki burjuva sınıfının gücüyle kıyaslayarak tayin edilebilirdi. Türkiye işçi sınıfının Batı toplumlarındaki kadar örgütlü ve güçlü olmadığı doğruydu, ancak Türkiye’deki burjuvazi de bir o kadar az gelişmişti. Bu açıdan, 1870’li yıllardan beri örgütlü mücadelesini sürdüren işçi sınıfının devrimci özne haline gelemeyeceğini varsaymak için hiçbir gerekçe olamazdı. Keza, bir sınıfın varlığı ve sınıf mücadelesi aynı şeydi ve işçi sınıfının mücadelesi anlamına gelen sosyalizmi onun adına hiçbir toplumsal sınıf veya tabaka gerçekleştiremezdi.

[xxxi] Sosyalizmin nihai hedefinin somut insanın özgürlüğü olduğunu savunan Aybar için, baskı-sömürü ilişkisi yalnız iktisadî bir kategori olarak ele alınamaz. Devletin önemi, egemen sınıfların emek-sermaye çelişkisini sermaye lehine sonuçlandırmasında kullandığı bir alet olmasının ötesinde, yöneten-yönetilen çelişkisini üreten özerk bir tahakküm aygıtı olmasından ileri gelir. S.S.C.B.’de üretim araçlarının el değiştirmesinden sonra dahi yöneten-yönetilen çelişkisinin bertaraf edilememiş olması, bu özerk niteliğin bir sonucudur. Leninist Parti modeli, sermayenin yoğunlaşması ve merkezîleşmesine tekabül eden kapitalist üretim biçimine özgü militarist ve bürokratik örgüt ile aynı nitelikleri taşır. Küçük bir azınlığın, yönetilen çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasını sağlayan merkezci, hiyerarşik ve tepeden inme bu örgüt biçiminin sosyalist bir toplumda işletilmesi, yöneticilerin tabandan kopması ve tabanın kararların oluşumunda söz sahibi olamaması ile sonuçlanır. S.S.C.B. ve diğer sosyalist ülkelerin birer örneğini teşkil ettiği bu yapılanmalarda, demokratik kurumların yokluğu ve üretim araçlarının devletleştirilmesi, yöneticileri üretim araçlarının kullanım hakkına sahip tek sınıf kılarak onları egemen sınıf haline sokar. İşte bu sebeple, TİP’in işçi sınıfının bilinçlenmesini örgütleyecek bir vanguard partiye dönüşmesi, Aybar için, sosyalizmin nihai hedefi ile çelişir (Aylin Özman, “Mehmet Ali Aybar: Sosyalist solda 40’lardan 90’lara bir köprü”, Toplum ve Bilim, 78, 1998: 147-49). TİP’in görevi işçi sınıfını pasifleştirerek profesyonel bir devrim yapmak değil, emekçi sınıfların kendiliğinden gelişen bilincine destek vermek olmalıdır. Boran için ise, kitlelerin kendiliğinden sosyalist bilince erişmesi mümkün değildir; “çünkü üretim ilişkileri sonucu kendiliğinden meydana gelen mücadele en bilinçli ve örgütlü düzeye ulaşınca bile sendikacılık hareketinden ve bununla ilişkin düşünce ve değerler sisteminden öteye kendiliğinden gidememiştir, gidememektedir…Sosyalizmi işçi sınıfının ve öbür emekçi sınıfların ideolojisi haline getirmek” sistemli örgütlenme ile mümkün olur (Boran, Türkiye ve sosyalizm sorunları, 194).

[xxxii] Boran, Türkiye ve sosyalizm sorunları, 245.

[xxxiii] Boran, 343.

[xxxiv] Boran, 51.