Umudun pandemisi

Eğer her şey bu denli kirlendiyse, kapitalizme bağışıklık kazanmış bir halk hareketi örgütlemek, her türlü bağışıklık için tek çaredir. Por siempre!

Kapitalizme Bağışıklık Kazanmak: Umudun Pandemisi!

Kapitalizmin “pandemik” öyküsü yeni bir döneme giriyor. Kendince dünyanın beyaz başlı kartalı iken akbabaya dönüşmek, özellikle soğuk savaş sonrasında ABD açısından hayli keyifli bir iş iken, şimdilerde Hawai’nin kumları soğumaya başlıyor; zira emperyalizmin akbaba mevsimi Pasifik’in diğer kıyısından esen soğuk rüzgârlarla bozuluyor. Küreselleşme ile birlikte pis işlerini tenhada göregelen ABD, bu ucuza mal olan ağır sanayinin Çin versiyonu piyasaya çıkınca, Ortadoğu savaşında ateşi harlayarak işin içinden çıkarım sandıysa da, kartalın hesabı akbabaya artık eskisi gibi uymuyor. Çünkü küreselleşme, küresel denge ihtiyacını da doğuruyor ve serbest piyasanın doğal akışına dolaylı bir ket vuruyor, politik bir baraj koyuyor. Bu vesileyle artık krizler de politik niteliği artarak yayılıyor.

Kriz yönetimi kaynaktan başlar. ABD -bir süredir tatlı sert giden- Çin ile ticari kapışmasını kontrol altında tutabilse, krize dönük küresel yaptırımlarını eskisi gibi planlayabilir, süreci kontrollü bir şekilde kapatabilirdi. Fakat bu kez ortada farklı bir tablo var: sürekli yol yaparak tükenen paramız gibi, küresel finans kapital de artık spekülasyona ‘doydu’ ve sürekli artan ‘yeni pazar’ bulma ihtiyacı ile dengeyi sağlayamadı. Üretimde de Çin markajı kendini iyiden iyiye gösterince, hammadde gibi ağır sanayi yatırımlarını küreselleşmeyle beraber dışarıya yükleyen ve ülkesinde finansı döndüren ABD, başka bir formül arayışına girdi.

Kapitalin ‘Wuhan’ Endemisi

Bu noktada, sistemin krizi aşmak için kullandığı alışılageldik yöntem savaş çıkarmaktır. Bunun politik koşulları bir türlü oluşmadığında ise dünyada büyük çaplı bir iç karışıklık her zaman iş görür. Korona’nın Çin’de yalnızca tek bir eyalette açığa çıkması, oradan –önce emperyaliste, sonra kadınlar ve çocuklara bağışıklık- ABD’ye ve Avrupa’ya beklenmedik bir hızla taşınıp yayılması, bu noktada akıllarda bazı soru işaretleri uyandırıyor[1]. Daha doğrusu, Çin’in en büyük hammadde alıcısı olan bu üretim ekonomilerinin virüsü doğalında en yüksek olasılıkla kendine çekmesi akla hayli yatkın. Dolayısıyla, eğer bir fitil kasten ateşlendiyse, rotasının böyle olacağı rahatlıkla öngörülebilir. Öte yandan, ortada tamamen doğal bir süreç varsa, bunun Çin’e darbe indirmek adına kullanılması kimse için sürpriz olmayacaktır. Anlaşılması gereken, bundan sonraki sürecin nasıl yönetildiğidir.

Soru işaretine önce ilk olasılıktan, şöyle odaklanalım: en çok kimin işine yarıyorsa, Harpagon’un[2] parasını o çaldı. Wuhan’daki karantinanın ‘başarıyla’ sonuçlanması Çin’i öcü gösterme fırsatını ortadan kaldırmak üzereyken, klasik Rockefeller yöntemi devreye sokularak dünyada virüsle örnek mücadele verme yarışı başlatıldı. ABD’de paralı sağlık ve sigorta sisteminden yararlanamayan emekçi yığınlar ‘haber olmasınlar diye’ evlere kapatıldı, bunu sosyal sigorta sistemleri çok köklü ve gelişkin Avrupa ülkeleri izledi ve hemen ön plana çıkarılarak dünya kamuoyunda ABD’ye ‘Atlantik duvarı’ olarak kullanıldılar. Pandemi kavramı bu noktaya kadar pek dillendirilmedi, batı kontrolü büyük ölçüde sağladığında ve virüs ‘üçüncü dünyada’ da tespit edildiğinde ancak gündeme gelebildi. Nihayetinde Çin’e ekonomik ambargo, Çin mallarının boykotu, ticaretin durdurulması gibi laflar edilmeye başlandı ve süreç bu yönde ilerlemeyi sürdürüyor. Bu noktada da ikinci olasılığın farklı bir senaryo üretmeyeceği açıkça görülüyor.

Bizim Büyük Epidemimiz

Bizde ise tarih yine tersine aktı: önce komedya, sonra tragedya doğdu, arabeskin yükselişiyle beraber de akraba oldular. Tragedyadan başlarsak, bugünümüze düşen kısmının hikayesi tanıdık: bu pandemi meselesi çıkmadan evvel, Türkiye’nin ‘endemik’ demokrasisinin akbaba darbeleri dönemini atlatıp ileri demokrasi ‘epidemisine’ dönüştüğü günlerdeydik. Hukuk, insan hakları, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve bunun gibi lüzumsuz şeylerin ağırlığından kurtulmuş, IMF borcunu falan bitiriyor, kalkınıyor, güçleniyor, hatta Almanya falan tarafından kıskanılıyorduk. Ortadoğu’da giderek daha çok söz sahibi oluyor, Suriye’ye barış götürüyor, Rusya ve Çin ile flört ediyor, ABD’ye gözdağı veriyor, acayip süper şeyler yapıyorduk. Krizler teğet geçiyordu, virüs de geçerdi, geçmezse de fıtratında vardı.

Derken heyula bitti, gerçekler geldi: teğet geçer denen kriz, ak balona büyükçe bir çuvaldız batırdı ve büyük bir gümbürtüyle patlattı. Betona gömülen milyarlar, ekmeğimizden çıkarıldı. Emekçi fakirleşti, zengin şişti. Aradaki uçuruma anı olsun diye iş cinayeti adı verildi, bu noktada en büyük hayalimiz gerçekleşti ve Avrupa şampiyonu olundu. Soma’nın hesabı verilecek derken, krizin hesabı geldi. Ödenmeyecek, ödemiyoruz diyen çıkar mı diye şöyle bir baktık, tam bir şeyler söyleyecekken haberler alt yazı geçti: korona virüsü Türkiye’de görüldü.

Komedya elbette burada başlamıyor, köklü bir siyasi –oysa mizahi olmasını isterdik- tarihi var. Misal, Osmanlı’nın kendine Rum demesi boşuna değil, zira hala Romalıyız, habire yollar, köprüler yapıyoruz. Bir yerlere ligimizdeki herkesten hızlı gidebilmeyi, -orada ne yapacağımız dahil olmak üzere- her şeyden çok önemsiyoruz. Bunun için ilan ettiğimiz seferberliğe “Covid-19 sen kimsin ya” adını bile verdik. İşçi ölümlerinde Avrupa şampiyonluğunu bırakmamak adına, sokağa çıkma yasaklarına yeni bir açılım getirip hafta içi öl, hafta sonu yaşa taktiğini literatüre kazandırdık. Kıyı illerini serbest bırakırsak virüs ortalara gelmez taktiğiyle tüm dünyayı şaşırttık. Şimdilerde vaka sayısı, ölüm oranı, gidişat grafikleri gibi teferruatlar yerine Ramazan bayramının hikmetine bakıp koronayı itikadımızla sınayacağız…

Ortak duygumuzun uzlaşısı ve tanıklıklarımız aşağı yukarı böyle. Şimdi madalyonun emek yüzünü çevirelim: bir örneklem üzerinden ayna tutmak gerekirse, endüstriyel hammadde ve madenleri ele alabiliriz. Çünkü dev ağır sanayi kartelleri söz konusu olunca hammaddede finans ve operasyonda stok politikası tarihin hiçbir döneminde iş görmez olmadı. Bugün Türkiye’de temel gıda sektöründe hizmet veren kuruluşlar dışında en aktif çalışan grup, bu ilkeyle hala madenler. İnşaat krizi çıktığından beri çimento sektörüne kalker tedariği yapan kesim ve Çin’e mermer ihraç edenler dışında, metal madenciliği ve kömürde batıya ihracat ağırlıkta olduğu için duruş yok denebilir.

Buradaki tehlike ise şu: korona virüsü ile mücadelede temel gıda malları üretimi ne kadar öncelikliyse, Türkiye ekonomisi açısından hammadde sektörü de o denli öncelikli durumda. Başka bir deyişle, dümenini sıcak para dolaşımına teslim etmiş ve son yirmi yılını betona gömmüş bir ülkeden, halk sağlığı öncelikli bir politika üretmesini beklemek saflık olur. Zira şu aşamada bunun tek yolu, son dönemde oligarşinin ‘kaymak tabakası’ şeklinde sanayi burjuvazisine nazaran iyiden iyiye şişen ticaret burjuvazisinden ve küresel bağlantılarından (bankalardan) gelir vergisi almaktır. Acı acı gülümsediğinizi görür gibiyim, madenci de öyle yapıyor. Maskesini takıyor, eldivenini giyiyor ve kazmaya devam ediyor. Çünkü süreçten kaygı duyan ve geleceğini planlamakta zorlanan sektör, önlem olarak masraflarını kısıyor ve bunu her zamanki gibi ilk önce personelden sağlıyor, küçülme politikası güdüyor. Sağlığı ile geleceği arasına sıkışan emekçi sınıflar da –örgütlü olmadıkları için- bu kargaşadan sağ kurtulabilmenin yolunu, artan sömürü şartlarına tahammül sınırını aşağı çekmekte buluyor. Dolayısıyla, korona bir yandan yaşamı tehdit ederken, bir yandan da sömürünün koşullarını ağırlaştırıyor.

Geriye kalanlar da bol bol trafik cezası ödüyor, kredi borcunu ertelemek için ek faiz yükü altına giriyor, mallarını yok pahasına satıyor. Bu olguların topluma dağılımı yapıldığında, asıl tehlike baş gösteriyor: zaten sallantıda olan ve yozlaşan sosyal yapı artık topyekün çöküşün eşiğinde. Şiddetin –özellikle ev içi şiddetin- tırmanması, sağlık çalışanlarının motivasyonunun düşmesi, aşırı yetkilendirilmiş kolluk güçlerinin bizatihi şiddet suçu işleme oranının son derece yükselmesi, tüm boyutlarıyla kadına şiddetin -görünürlüğü azaldığı için- artması, zaten niteliği neredeyse tamamen ortadan kalkan eğitim öğretim faaliyetlerinin durması, sosyal medya bağımlılığının kontrol edilemez boyutlara ulaşması ve saymakla bitmeyecek sosyal travmalar meseleye bambaşka boyutlar kazandırıyor.

Çözüm: Umudun Pandemisi!

Taraf tarafa toplarsak, küresel kriz açısından ABD’nin faturayı Çin’e kesmek için elini hayli güçlendirdiği açıktır. Öte yandan, bugünün mağduru Çin ekonomisinin geleceğin neyi olacağı hala soru işaretidir. Çünkü şimdilik korona ile kılıf uydurulan kriz, zaman içerisinde başka bir boyut kazanacak ve sonraki perdede çatışma şiddeti artacaktır. Bunun dünyaya ne şekilde yansıyacağı, yürütülecek emperyalist politikanın ‘ileri karakollardaki’ izdüşümlerine bağlıdır. Dolayısıyla, neyle karşılaşacağımız sürpriz değildir: korona virüsünün çıkışı politik bir proje olsa da olmasa da, onunla mücadele alanı politikleşmiştir. Eğer her şey bu denli kirlendiyse, kapitalizme bağışıklık kazanmış bir halk hareketi örgütlemek, her türlü bağışıklık için tek çaredir. Por siempre![3]


[1] Bu kuşkudaki gülünçlük ne ölçüdeyse, sistemin bunun gülünç bulunacağını hesap etmiş olma ihtimali de o ölçüdedir. Aksi güçlü kalmak kaydıyla, buradaki olasılığı da çözümlemenin -gerekli görülmese dahi- bir şey ifade edeceği açıktır. 

[2] Cimri / Moliere

[3] İsp. Sonsuza Kadar