Yaşamın Sığmadığı Evler: Yoksulların Evi Üzerine Notlar
“Bana ne güzel diyorlar ki ‘çıkma, çıkma’. Mecbur çıkacağım abi. Bir gelir olmayınca, bir gider olmayınca ne olacak? Mecbur, hâliyle kendimi dışarı atacağım. Şu anda ben dilenmekten geliyorum. Kim bunu biliyor? Sadece ‘çıkma’ diyorlar. Gelsinler bakalım, evin hâlini görsünler. Salonumuzu görsünler.”[1]
“Sakin ol champ.. evdeyim.”[2]
Barınma, sağlıklı bir yaşamın toplumsal belirleyenlerinin başında gelir. Başta karantina uygulamaları olmak üzere, COVID-19 salgını sonrası virüsün yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan tedbirler, barınmanın (ve dolayısıyla evin) insan yaşamındaki bu hayati önemini yeniden hatırlattı. Salgının başından bu yana kendimiz ile hanemizdeki diğer insanların sağlığı ve selameti için yetkililer bizi ‘evde kalmaya’ çağırıyor; fakat bu çağrı, Wu Ming Kolektifi’nin de çok haklı bir biçimde ifade ettiği gibi, “spesifik bir ‘ev’ anlayışından” ileri geliyordu: Söz konusu olan “yalnızca iç mekânları, konforu, yüzölçümü bakımından belli tipte bir ev” değil, aynı zamanda “‘güvenli yer’ olarak ev varsayımına dayanan bir mantra” idi. Kendisinin ve etrafındakilerin sağlığını düşünenlere evde kalmayı buyuran bu çağrının ilk sonucu, evde kalabilenler ile kalamayanlar arasında yarattığı derin çelişki oldu. Ancak öyle görünüyor ki salgının açığa çıkardığı pandemik kast sistemi kendini yalnızca evde kalabilenler ile kalamayanlar arasında değil, aynı zamanda tam da evin kendisinde görünür kılıyor. Bunun en açık örneklerinden biri, epigrafta alıntıladığımız, ‘evde kal’ çağrısına verilen iki ayrı yanıtta görülebilir: Bir tarafta sabah çocuklarına kahvaltı ettirememiş bir annenin ‘kendini dışarı atma mecburiyeti’, öbür taraftaysa boğaza nazır yalısının bahçesinde spor yaptığı sırada ‘dışarıda’ olmasına tepki gösterilen Hacı Sabancı’nın ‘zaten evde’ olduğunu belirten arsız yanıtı… Bu iki örnekte dillendirilen, “gelsinler bakalım, evin hâlini görsünler” sözleri ile “sakin ol champ.. evdeyim” çıkışında yer alan evlerin, birer ev olmanın ötesinde, iki ayrı kasta işaret ettiği çok açık.
Salgın sırasında evde kalabilme ayrıcalığına ilişkin çokça yazılıp çizildi. Bu ayrıcalık üzerine konuşmak o denli ‘popülerleşti’ ki The New York Times bile ‘konum verilerine’ dayanarak bu ayrıcalığı gösterdi. Öte yandan, evde kalma ayrıcalığını yaşayan pek çokları içinse evin kendisi bir işyeri mekânına dönüşerek başkalaştı.[3] Salgın ile birlikte yaşamın kendisi olmaya başlayan ev, çocuklar için bir kreşe, öğrenciler için bir okula, çalışmak zorunda olanlar için bir iş yerine dönüşürken; yoksullar içinse, tüm bu işlevlerinin de ötesinde, “yoksulluğunu en derin biçimde yaşadığı yer”[4] olarak ev, üzerine ayrıca düşünülmeye muhtaç bir mekân olma özelliğini koruyor. Bu bağlamda bu yazı, salgın gündeminin tam ortasında yer alan evin yoksullar için ‘anlam ve önemi’ üzerine alınmış notlar olarak okunmalı.[5]
***
“Without land a man never dreams cause he’s not free
All men need a place to live with dignity”[6]
Yoksullar için evin anlamını düşündüğümde, aklıma hemen Oscar Lewis’in aynı adlı romanından uyarlanan Hall Bartlett’in yönettiği The Children of Sanchez (Sanchez’in Çocukları) filmi gelir. 20. yüzyılın ortalarındaki Meksika’da geçen film, yoksul bir gecekondu mahallesinin keşmekeşi içinde yaşayan Sanchez ailesinin yoksullukla mücadelesini konu edinir. Karısını henüz çocukları çok küçükken kaybetmiş olan baba Sanchez ile dört çocuğu, Meksika’nın çeperinde yer alan bir varoştaki tek göz bir odada iç içe yaşamaktadır. Film, başka pek çok şeyin yanı sıra, Baba Sanchez’in, yoksulluğu adeta bir sarmala dönüştüren bu ev ve mahalleden kurtulmanın yegâne yolu olarak bir eve sahip olma hayali olarak da okunabilir. Sık sık oynadığı piyangonun günün birinde onun biletine isabet etmesiyle Meksika’nın biraz dışında yer alan bir tepedeki araziyi satın alan Sanchez’in, bir an evvel kendi evini inşa etmek istediği o toprak parçasındaki şu sözleri oldukça çarpıcıdır: “Babam, büyükbabam, asla toprakları olmadı. Ben ilkim. Tam şuraya evimi yapacağım. Benim ve çocuklarımın ve torunlarımın.” Sanchez’in bu sözleri, yoksulların toprak(sızlık) ile kurduğu ilişkinin çok açık bir ifadesi gibidir: Toprak, bir insanın özgürlüğü ve geleceğidir.
Ne ‘topraksızlık’ olgusu ne de ‘ev sahibi olma hayali’ Meksika’ya ya da Sanchez ailesine özgü bir durumdur. Bir eve sahip olmak, yoksulların hayallerini süsleyen müşterek bir arzudur.[7] Necmi Erdoğan’ın editörlüğünü yaptığı Yoksulluk Hâlleri kitabının içerisinde yer alan onlarca görüşmeden çıkan sonuç da bu önermeyi doğrular niteliktedir: Bu kitabın içerisinde yer alan Yoksulun Evi başlıklı makalesinde Ersan Ocak’ın belirttiğine göre, “yoksullara hayalleri sorulduğunda değişmeyen cevaplardan bir tanesi ev sahibi olmaktır”.[8] Kira ödemenin aile bütçesini zorlamasının ve dolayısıyla büyük bir sıkıntı kaynağı olmasının yanında, yoksullar için ‘başlarını sokacakları bir yere sahip olmak’ kendilerinin ve ailelerinin geleceklerini güvence altına almak anlamına gelir. Buna karşın, yaygın konut edinme pratiklerinin (ev kredisi, birikim vb.) çoğunlukla dışında kalan yoksulların ev sahibi olmaya dönük kendi araçlarını devreye sokmaları da bilinen bir gerçek. Söz gelimi, devletin, piyasa mekanizmalarının dışında kalan bu insanların barınma ihtiyacını karşılamada yetersiz kalması durumunda, halkın konut ihtiyacını kendi araçlarını devreye sokarak karşılamasının araçlarından yalnızca bir tanesi olarak görülebilecek gecekondular gündeme gelmekte.
***
Sağlıklı bir yaşam için barınmanın önemi yeni anlaşılmış değil; yeterli barınma şartlarına sahip olunmadığında oluşan sağlıksız koşullar herkesin malumu. Buna karşılık, yoksulların yaşadığı mahallelerin salgın ve bulaşıcı hastalıklar ile ilişkisinin köklü bir geçmişi vardır. Yüzyıllardan beri sefaletin sembolü ve onun en görünür olduğu bu yerler, harabelikleri ile nam salmıştır. Söz gelimi, 1598 yılında basılan Survey of London adlı eserinde John Stow, Aldgate’in (İngiltere) biraz dışında kalan yoksul evlerini “bu kadar ünlü bir şehir için pek de küçük olmayan bir leke halindeki … iğrenç kulübeler ve diğer … yıkıntılar, çitler ve çöplükler” şeklinde nitelemektedir.[9] Böylesi ‘iğrenç’ addedilen yerlerin salgın hastalıklar için taşıdığı risk de kaçınılmaz bir biçimde her daim gündem olmuştur. Kente yayılan hastalıkların kaynağı olarak görülen bu ev ve mahalleler, yakınından dahi geçilmemesi gereken ‘tehlikeli bölgeler’ olarak mimlenmiştir. Bunun bir sonucu olarak da yetersizlik, parasızlık, eksiklik ve niteliksizlik gibi pek çok sıfatın yanı sıra (salgın) hastalıklar da yoksullar ile birlikte anılır olmuş; ve böylece salgın hastalık, yoksulluğun bir alameti olarak görülmüştür. Hatta bununla da kalmayarak, salgın hastalıklar aynı zamanda yoksulluğu yeniden üreten bir işleve de sahip olmuştur. Erken modern dönem Avrupası’nda görülen veba salgınları buna iyi bir örnektir: bir yandan “yoksulluk belirtisi” olarak görülen bu salgınlar diğer yandan tümüyle alt üst ettiği kent ekonomisinin bir sonucu olarak da yoksulluğa yol açmıştır.[10] Bu anlamda hastalık ile yoksulluk, birbirini sürekli olarak yeniden üreten bir fasit döngü halini almıştır. Söz konusu dönemde yoksulluk ile salgınlar öylesine iç içedir ki bu durum yoksul halkın dualarında dahi kendine yer bulmuştur: a peste, fame et bello, libera nos Domine [Tanrım bizi salgından, kıtlıktan ve savaştan esirge].
On dokuzuncu yüzyıl Avrupası’nda da bu konuda değişen fazla bir şey yoktur: Engels’in İngiltere’de gelişen sanayi kapitalizmi altında işçi sınıfının yaşam koşullarını tüm yönleriyle incelediği İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı eseri, modern Avrupa’da yoksulların barınma koşulları ile bu koşulların (salgın) hastalıklarla olan ilişkisini çok açık bir şekilde ortaya koyar. Bu kitapta Engels, henüz 24 yaşındayken gittiği, on iki ay boyunca yaşayıp gözlemleme fırsatı bulduğu Manchester’da emekçi sınıfların barınma koşullarını oldukça detaylı bir biçimde betimler:
… Manchester ve çevresinde çalışan 350.000 insanın hemen hepsinin kirli, rutubetli ve sefalet kokan kulübelerde yaşadıklarını, bu kulübeleri çevreleyen sokakların berbat durumda olduklarını ve bunların havalandırma göz önünde bulundurulmadan, sadece müteahhidin elde edeceği kâr gözetilerek yapıldığını görürüz. Manchester’daki işçi konutlarında temizliğin, güvenin ve sonuç olarak rahat bir aile yaşantısının mümkün olmadığını itiraf etmeliyiz. Bu konutlarda ancak, fiziksel olarak yozlaşmış, tüm insanlığı elinden alınmış, aşağılanmış ve gerek moral gerekse fiziksel olarak hayvan mertebesine inmiş olanlar kendilerini rahat ve evindeymiş gibi hissedebilir.[11]
Yoksulluk ile özdeş hale gelen (salgın) hastalıklar ile mücadele ise ancak bu hastalıklar kapitalizmin kendisini de hasta etmeye başladığı anda gündeme gelir. Günümüze bir hayli uygun düşen bu durumu Buharin ve Preobrajenskiy, İngiliz Parlamentosunun 1784 yılındaki bir kararını hatırlatarak ifade eder:
Kapitalizmde işçiler daima şehirlerin temiz olmayan ve salgın hastalıkların çıktığı semtlerinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Kapitalistler ancak kendilerinin de salgın hastalıklara yakalanacakları korkusuyla ücretli kölelerinin oturdukları yerlerin sağlık koşullarını iyileştirmek için bazı önlemler alırlar. 1784 gibi erken bir tarihte İngiliz parlamentosu liberal duygularını açığa vurdu ve işçiler ile bizzat ilgilenmeye başladı. Bu faaliyetin nedeni özel bir parlamento komitesinin raporu idi. Buna göre fabrikalarda müthiş bir tifüs salgını başlamıştı. Kapitalizm halk sağlığını korumakla, ancak kendi sağlığı bakımından gerekli olduğu ölçüde ilgileniyordu.[12]
Buharin ve Preobrajenskiy, hâlihazırda kentlerin sıhhi olmayan ve salgın hastalıkların yoğun görüldüğü bölgelerinde yaşayan emekçilerin, İngiliz Parlamentosunun gündemine ancak “fabrikalarda başlayan tifüs salgınını” bildiren bir rapor ile gelebildiğini söylüyor. O ana kadar dikkat çekmeyen bu durumun, ancak kapitalizmin kendi sağlığı tehdit altına girdiğinde Parlamento’nun gündemine gelebildiğini aktarıyor. Bugünün salgın koşullarında, üstelik nisan ayında DİSK’in Türkiye’de işçiler arasında COVID-19 pozitif oranının Türkiye ortalamasının üç katından fazla olduğunu ortaya koyan raporuna rağmen, ısrarla üretime devam eden fabrikaları düşündüğümüzde, on sekizinci yüzyıldan çok daha geri bir noktada olduğumuzu düşünmemek için bir neden yok.
Yoksulların sefalet içerisindeki yaşam koşullarına ilişkin alıntıları çoğaltabiliriz. Bu defa Marx’tan:
Küçük tarla sahipliği, gelişiminin kaçınılmaz sonucu olan bu sermaye köleliği içinde, Fransız ulusunun çoğunluğunu mağara insanlarına dönüştürdü. On altı milyon köylü (kadınlar ve çocuklar dâhil), büyük bölümü yalnızca bir, diğerleri yalnızca iki ve en tercih edilenleri üç ağızlı olan mağaralarda barınıyor. Beş duyu kafa için neyse, pencereler de bir ev için odur.[13]
Marx’ın burada sözünü ettiği ‘mağaralar’, 19. yüzyıl Fransa’sında uygulanan ‘pencere vergisi’[14] yüzünden havaya ve ışığa hasret yaşamak zorunda kalan yoksulların penceresiz evleridir. İlk kez 1696 yılında kral III. William tarafından İngiltere’de yürürlüğe konulan ‘pencere vergisi’, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca İngiltere ve Fransa’da uygulanmıştır. Daha fazla pencereye sahip olacağı varsayılan zenginlerden daha çok vergi alma üzerine kurulu olan bu verginin yoksulları etkilemeyeceği varsayılmıştır. Yoksullardan daha büyük evlerde yaşayan zenginlerin evlerinde çok daha fazla pencere olacağından, bu verginin asıl muhatabının zenginler olacağı farz edilmiştir. Hesaba katılmayan ise zenginlerin evinde yalnızca zenginlerin yaşamadığı, onlara hizmet eden yoksulların da orada olduğudur. Bu vergiden kaçınmanın yolunu arayan zenginlerin ilk işi, kendi evlerinde yaşayan yoksulların odalarının pencerelerine duvar örmek olmuştur. Ayrıca, her ne kadar kirada oturan dar gelirli insanlar bu verginin mükellefi değildiyse de, evlerini kiraya veren ev sahiplerinin daha az vergi ödemek amacıyla evlerinin pencerelerini kapatmasıyla, ışıksız ve havasız kalan yine yoksullar olacaktır.
Balkon ve pencerelerin hayatımızdaki öneminin giderek daha fazla anlaşıldığı bir dönemde, hiç değilse bir ‘pencere vergisi’ ile uğraşmak zorunda olmadığımıza sevinmeli mi?
***
Yoksulların barınma koşulları düşünüldüğünde günümüzdeki durumun yukarıda anlatılandan tümüyle farklı olduğunu söylemek ne ölçüde mümkün? ‘İlerlemeye’ dair iyimser bir inanca sahip olanlar, on dokuzuncu yıldan bu yana pek çok şeyin değişmiş olduğu inancıyla hemen atılacaktır. Fakat onlara derhal Avrupa’nın başkenti Paris’in yanı başındaki ‘ayrı dünyaların insanları’nı, Türkiye’nin halen %12’sinin yaşamakta olduğu gecekonduları, Brezilya’nın ‘suç merkezi’ favelalarını[15], Los Angeles’ın parıltılı caddelerinden yükselen idrar kokularını hatırlatmak gerekir. Ayrıca, ellerimizi günde birkaç defa sabun ve su ile yıkamamızın buyrulduğu bir dönemde evinde ellerini yıkayabileceği bir lavabosu dahi olmayan üç milyar insanı ayrıca anmalıyız. Tarihsel örneklerinden farklı olarak tüm bu yerlerin günümüzdeki COVID-19 salgını ile bir ilişkisi olmadığını, kimsenin bu salgının vebalini yoksulların sırtına yüklemek gibi bir derdi olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak bu defa da salgına kaynaklık eden Wuhan balık pazarında satılan yarasaların, uluslararası kamuoyunda çabucak ‘yoksulların yediği yarasanın yol açtığı salgın’ olarak nitelendiğini hatırlatmak gerekecek. Tarihsel olarak üretilmiş yoksulluk ve hastalık ilişkisini tekrar gündeme getiren bu yorumların gözden kaçırmaya çalıştığı şey ise bu gereksiz pahalı yarasaların yoksulların değil Çin’deki yeni zenginlerin birbirine gösteriş yapmak amacıyla satın aldığı gereksiz lüks birer tüketim maddesi olmasıdır.[16]
Bu noktada hatırlanması gereken bir başka olgu, yoksulluğun yalnızca düşük gelir, kötü yaşam koşulları ve sefalet anlamına gelmediği; aynı zamanda bir ‘damga’ niteliği de taşıdığıdır. Bu nitelik, onun tam da yazı boyunca tartışılan, her çeşit sağlıksızlık ile bir sarmal olarak yaşanmasından kaynaklanan bir durumdur.[17] Hastalıkla yoksulluğun bu denli özdeşleşmesinin bir sonucu, yoksulların yoksul olmayanlarda uyandırdığı ‘hastalık korkusu’dur. Yine belirtmek gerekir ki içinden geçtiğimiz COVID-19 salgını ile birlikte gündeme gelen ‘sosyal mesafe’ kaygısı, yoksul olmayanların yoksullara karşı her daim işler kıldığı bir mesafelenmenin adıdır aynı zamanda. Pınar Öğünç’ün salgından etkilenen çeşitli meslek grupları ile yaptığı görüşmelere de yansıyan bu hâl, en açık ifadesini kâğıtçılık yaparak geçinen 23 yaşındaki gencin şu sözlerinde bulur: “Şu an herkesin birbirine mesafesi yüksek. Kâğıtçılar olarak bizim halkla pek samimiliğimiz hiç olmadı ablacım. İnsanların bize hep bir sosyal mesafesi vardı yani. Şimdi de hastalık getireceğiz diye korkuyorlarmış ama gine aynı, normalde de bize söylemiyorlar, şimdi de söylemiyorlar.”
Geçtiğimiz aylarda haberlere yansıyan, Seren Serengil’in, yanında çalıştırdığı Özbek yardımcısının izin talebine verdiği “Hasta mısın? Yoksa bize korona bulaştırdın da kaçıyor musun?” yanıtı da yoksullara dönük benzer bir mesafelenmenin örneği olarak görülebilir. Burada söz konusu olan basitçe bir ‘bulaştırılma’ kaygısından da öte yoksullara yönelen bir tür ‘kirletilme’ korkusudur. Bu noktada, Serengil ile Özbek yardımcısı arasındaki ilişkinin, ev hizmetinde çalışan kadınlar ile onların işverenleri arasındaki kendinde çelişkili bir durumun sonucu olduğunu söylemek de mümkün. Nitekim, Seren Serengil örneğinde kendisini ‘hastalık bulaştırılma korkusu’ üzerinden açığa vuran şey, “hijyen işinin ‘hijyenik olmayan’ sınıflarca gerçekleştirilmesinin” yarattığı çelişkiden başka bir şey değildir çünkü zenginlere “hijyenik bir ortam sağlamak üzere işe koşulanlar sembolik düzende ‘kaba’, ‘bayağı’, ‘kirli’, ‘sağlıksız’ ve dahi ‘tehlikeli’ addedilen ‘aşağı’ sınıfların”[18] ta kendileridir. Üstelik sözü edilen örnekteki mesafelenme, tam da dış dünyadaki tehlikelere karşı sığınılan ‘güvenli yer’ olarak evin içerisinde gerçekleşmektedir.
***
Son söz yerine
Bugün dış dünyanın tekinsizliğine karşı sığındığımız evlerin kendisinde açığa çıkan sınıfsal yarılmaların tarihsel olarak kurulmuş köklü bir geçmişi olduğu söylenebilir. Buna karşılık, salgın ile mücadele çerçevesinde yapılan evde kalma çağrıları, en açık biçimde evin kendisinde görünür olan türlü eşitsizlikleri silikleştirip idealize edilmiş bir evi dillendirmektedir. Bu anlamda, hayatı eve sığdırabileceklerine inananların görmezden geldiği olguların başında eve ilişkin sözü edilen (tarihsel) eşitsizlik gelmektedir. Tam da bu noktada evin kendisinde somutlaşan bu eşitsizlikleri hatırlamanın ve hatırlatmanın, insanca barınma koşullarının önemini göstererek bunun için mücadele etmenin zorunluluğunu ifade etmek elzemdir.
[1] Romanlardan ‘evde kal’ çağrılarına yanıt: Çocuklarımız aç, nasıl evde kalalım, Euronews (Türkçe), 8 Nisan 2020, https://www.youtube.com/watch?v=Z0Xrm668YZk
[2] Hacı Sabancı’dan lüks konutunun bahçesinde spor yapmasına tepki gösteren takipçisine yanıt.
[3] ‘Evde kalma ayrıcalığına’ sahip olanların evden çalışma pratikleri üzerine bir tartışma için bkz: Lütfü Doğan, Evden Çalışma, İş Yeri ve İş Günü Üzerine, textumdergi.net
[4] Ocak, E., Yoksulun Evi, Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri içinde, ed. Necmi Erdoğan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s. 171 – Ocak’ın bu metninin, yazıya ilham kaynağı olması bir tarafa, yoksulların evi üzerine ampirik malzemeye dayanarak gerçekleştirilmiş kapsamlı bir çalışma olması bakımından ayrıca dikkate değer olduğunu belirtelim.
[5] Bu noktada kısa bir not düşmekte fayda var: yapmaya çalıştığımız şey, ‘yoksullar’ adında soyut bir kategori ya da ‘araştırma nesnesi’ yaratıp oldukça farklı görünümlere sahip bir toplumsallığı basite indirgemek değil. Yer yer bu hataya düşme tehlikesini barındıran bu yazıdaki amaç, ev mekânı üzerinde somutlaşan sınıflaşmanın, yoksulların ev ile; evin de sağlıklı bir yaşam ile kurduğu ilişkinin tarihselliği ve toplumsallığı üzerine düşünmektir.
[6] “Toprağı olmayan bir adam hayal kuramaz çünkü özgür değildir / tüm insanlar haysiyetle yaşayacakları bir yere ihtiyaç duyar”, Chuck Mangione, Children of Sanchez, https://www.youtube.com/watch?v=wBtxGiqqPTA
Ayrıca bkz: Hall Bartlett, The Children of Sanchez (1978) https://www.imdb.com/title/tt0077326/
[7] Burada ortaya çıkan ‘yaman çelişki’ şudur: yoksullar hayallerini süsleyen evleri çoğunlukla kendileri inşa ederler. Kıvanç Sezer’in yönetmenliğini yaptığı Babamın Kanatları (2016) filminde lüks bir sitenin inşaatında çalışan iki işçi arasında geçen şu diyalog, bir inşaat işçisinin kendi inşa ettiği eve sahip olma arzusunu yansıtan gündüz düşlerine iyi bir örnektir:
“-Bazen ne düşünüyorum, biliyorsun? Böyle gelmişim burda oturuyorum. Manzaraya bakıyorum, çay içiyorum bu evde. Çok hoştur.
-Bu evlerin fiyatından haberin yok herhalde?
-Yo, var, biliyorum. Belki milyon var. Ama önemli değil, yani, düşünsene, hayalleri olmasa insanın, kafasında böyle resimler olmasa, bu hayatın bir anlamı yok ki. Öyle değil mi?”
[8] a.g.e., s. 166, vurgular sonradan
[9] Aktaran: Jütte, R., Erken modern Avrupa’da yoksulluk ve sapkınlık, çev. B. Kurtege-Sefer, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2008, s. 80)
[10] a.g.e., s. 37
[11] Engels, F., İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. Oktay Emre, İstanbul: Ayrıntı, 2013, s. 94
[12] Buharin, N. ve Yevgeniy Alekseyeviç Preobrajenskiy, Komünizmin Abecesi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Belge, 1992, s. 453, vurgular sonradan
[13] Marx, K., Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yordam, 2016, s. 156
[14] Söz konusu vergi ve onun İngiltere bağlamındaki mimari etkilerini tartışan bir yazı için bkz: Glantz, A. (2008) “A Tax on Light and Air: Impact of the Window Duty on Tax Administration and Architecture, 1696-1851” Penn History Review, Volume 15, Issue 2, Spring 2008
Ayrıca bkz: https://www.rakamlarveyalanlar.com/pencere-vergisi/#fnref-198-1
[15] Brezilya’nın gecekonduları olarak bilinen favelalar, yoksulluk ve sefaletin yanı sıra ‘suç’ ile kurdukları ilişki ile ‘popüler’ hale gelmiştir. Öyle ki bu yerler, turistler için birer seyirlik yer hâline dönüştürülmüş, ‘macera arayan’ misafirlere ‘yoksulluğu, sefaleti ve suçu’ deneyimleme imkânı tanınmıştır.bkz: Rio’da alternatif ‘gecekondu’ tatili, DW Türkçe, https://www.dw.com/tr/rioda-alternatif-gecekondu-tatili/g-19240664
[16] bkz: Koronavirüs ve Çin modeli: Salgın nasıl başladı, ülkede hangi önlemler alındı? Ceren Ergenç ile söyleşi, BBC Türkçe, 26 Mart 2020, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52052919
[17] Bora, A., ““Olmayanın Nesini İdare Edeceksin?”: Yoksulluk, Kadınlar ve Hane, Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri içinde, Deki, İstanbul: İletişim, 2002, s. 112 – Aksu Bora’nın bu makalesi, bizim ne yazık ki bu yazı sınırlarına dahil edemediğimiz, hane içinde yaşanan yoksulluğun ‘kadın cephesine’ tuttuğu ışık çerçevesinde ayrıca vurgulanmaya değer.
[18] Erdoğan N. (2000) “Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair “Aşağı” Sınıflar, “Yüksek” Tahayyüller”, Birikim, Sayı 132.