/

Yokluğuyla oradaydı! Türkiye’de neoliberalizm, işçi sınıfı ve siyaset

Neoliberal dönemde sınıf bilincinin gelişimine dair handikapları aşma becerisi, 2021 yılının sonu itibariyle yükselişe geçen işçi eylemlerinin ne derece anlamlı siyasal sonuçlar üretebileceğinin de ölçütü olacak. İşçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alırken sosyalizme dair hafızayı da tazelemek, sosyalizmi emekçi sınıfların kurtuluş paradigması olarak yeniden canlandırmanın yollarını aramak, bu mücadelelere katkı sunmak için iyi bir seçenek gibi görünüyor.

Ücretlerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için üretimi durduran Farplas işçilerinin eyleminden bir görüntü. Fotoğraf: UMUT-SEN

Tarihsellik, tarihin değişik anları arasında bir neden-sonuç bağlantısı kurmakla yetinir. Ama hiçbir olgu, bir neden olduğu için zorunlu olarak tarihsel olgu niteliğini de kazanmaz.

Walter Benjamin

Althusser, devlet aygıtının çelik çekirdeğine dair yaptığı bir tartışmada, zor aygıtının ancak kısmen görünür olabileceğini ifade eder.[i] Bu aygıtın polis gibi kimi unsurları günlük yaşama görünür biçimde aktif müdahale etse de belli katmanları, örneğin ordu, pek ortalıkta görünmez ve işlevini layıkıyla yerine getirebilmesi tam da bu yolla sağlanır. Devlet namına iş gören siyasi ve ideolojik tüm diğer aygıtlar, onun saklı ve görünmez varlığıyla sessizce desteklenir. Bu destek, zor aygıtının varoluşunun ve eyleminin bir biçimidir. Onun bu görünmezliği, çok daha kazançlıdır ve kullanmak zorunda kalmadan işlev görmesini sağlar. Örneğin 1968 Mayıs’ında Rambouillet Ormanı’nda ağaçların altına saklanan tanklar, Paris’te 1968 ayaklanmasının bastırılmasında yoklukları sayesinde belirleyici bir rol oynamışlardır.[ii] Althusser’in başka bir bağlamda başvurduğu Perry Anderson, bu durumu daha özlü ifade edecekti: [Batılı] burjuva-demokratik devletlerde kapitalist iktidarın olağan yapısı daima kültürün egemenliğindedir ve zor tarafından belirlenir.[iii] Buna göre, gündelik burjuva düzeni görünürde kitlelerin, temsili Devlet’te kendilerini yönettiklerine dair inancı temel alan rıza ile çalışsa da şiddetin son kertede ‘temel’ ve belirleyici rolünü unutmak reformist bir yorumun kapısını açacaktır.

Zor aygıtı ile devletin diğer işlevleri arasındaki ilişkiye dair bu akıl yürütmeyi neoliberal dönemde sınıf ve kimlik siyaseti arasındaki ilişkiye uyarlamak mümkün görünmektedir. Neoliberal dönemde Türkiye’de “sınıf temelli siyasetin gündemden düşürülmesi” son derece sınıfsal kaygılarla gerçekleşmiş, başka bir ifadeyle, siyasal alan kimlik politikalarının egemenliğinde olsa da bu, sınıfsallık tarafından belirlenmiştir. Bu hipotezden hareket eden bu çalışma takip eden bölümlerde 1990’lardan bu yana egemen olan neoliberal projenin ana hatlarını ortaya koyup emekçi sınıflar cephesindeki durumu ele alacak, daha sonra da kimlik temelli siyaset ve sınıf siyasetinin bu dönemdeki seyrine dair kimi notları sunacaktır. Siyasallaşma biçimlerini ele alan bu dosyada, okuduğunuz çalışmanın motivasyonu Türkiye’nin son 20 yılında işçi sınıfı ve siyaset ilişkisine dair kimi gözlemleri paylaşmak olacaktır.

Piyasa ideolojisi

12 Eylül, dünyada 1973 petrol krizinin ardından ortaya çıkan ekonomik bunalımın derinleşmesi, Türkiye’nin de bu bunalımdan payını alması sonucunda derinleşen krizi ve büyüyen devrimci dalgayı sermaye lehine ‘çözmeye’ dönük bir saldırıydı.[iv] Bu saldırı dalgasının ardından, kapitalizmin tarihini dönemlendirirken neoliberal dönem olarak da adlandırılan politika çerçevesi iktisadi ve siyasi süreçlere yön verdi. Neoliberal politika setinin; kamu sektörünün küçülmesi, kamunun kontrolündeki kimi hizmetlerin özelleştirilerek piyasa mantığına açılması, finansal alanın ciddi ölçüde büyümesi ve borçlandırmaya dayalı bir tüketim rejiminin inşası, enformelleşme, artan rekabet ortamı ve iş güvencesinin azalması, düzensiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi çok sayıda sonucu oldu. Kültürel, sanatsal, sosyal, bürokratik ve siyasi boyutları dahil edildiğinde bu listenin ilanihaye uzatılması mümkün ve bu başlıkların her biri için oldukça geniş bir literatür mevcut.

Bu politik çıktıların gerisinde, neoliberal projenin, “solun düzene bir tehdit olması”nı önlemeyi ve “sınıf temelli siyaseti gündemden düşürmeyi” temel felsefe olarak benimsediği sık sık vurgulandı. Buna göre, özelde işçi sınıfı ama genel anlamda da sınıf nosyonu, siyasetin ve siyasi süreçlerin şekillenmesinde temel eksen olmaktan çıkartılmalı, neoliberal hegemonyanın zaferini öngördüğü sınıf fraksiyonlarının zaferi birer sabiteye dönüştürülmeliydi. Bu çerçeve, yukarıda listelenen alanları bütünüyle kolonize eden bir piyasa ideolojisiyle tesis edilmişti. Buna göre, piyasa mekanizmasının ekonomik rasyonalitesiyle, emek, bir sosyal varlık ya da insan etkinliğinin bir bileşeni olarak değil bütünüyle cansız bir üretim maliyeti olarak ele alınmalıydı. Örneğin, bu yeni yaklaşımın hukukî sonucu, çalışma ilişkileri alanında geleneksel iş hukuku ilkelerinin yerini, meta alışverişini düzenleyen borçlar hukuku ilkelerinin alması olacaktı.[v] Hatta, borçlar hukukunun sözleşmenin zayıf tarafını korumaya dönük hükümleri dahi uygulamanın parçası olmayacaktı.

Bu rasyonaliteye göre, piyasa, kendi dinamikleriyle işlemeli ve siyasal alandan bütünüyle yalıtılmalıydı. Benzer bir durum işgücü piyasası için de geçerliydi ve Ali Babacan’ın da şevkle ifade ettiği gibi, işgücü piyasaları ideoloji ve farklı siyasi görüşlerin etkisinden arındırılmalı, “iş barışı” sağlanmalıydı. Bu iki alanı birbirinden koparma çabasıyla, siyasal alan “özerk” bir biçimde popüler-demokratik katılımı dışarıda bırakacak biçimde yalıtılıyor[vi] ve çalışan sınıflar karar verme süreçlerine katılım araçlarından mahrum bırakılıyordu.[vii] Sendikalar artık bir toplumsal güç veya uzlaşılacak bir paydaş olarak ele alınmıyor[viii] ve işlevleri hükümetle ekonomi politikasının şekillendirilmesini müzakere etmek biçiminde değil de işverenlerle ücret pazarlığı yapmakla sınırlı olarak tanımlanıyordu.[ix] Adeta siyasal alanın ışığı, işçi sınıfını “üzerinde yansımaksızın körcesine tarıyor” ve sınıf nosyonu siyasal alanda “kuramsal bir yanılgı, yokluk ve semptom-yoksunluğu olarak ortadan kayboluyor”du.[x]

Otoriter Emek Rejimi[xi]

Emekçilerin gündemi siyasal alanda yok sayılıp git gide görünmez hale gelirken yaşam şartlarında da oldukça kapsamlı bir dönüşüm gerçekleşiyordu. Bu dönüşüm, otoriter emek rejiminin tesis edilmesiyle sonuçlanacaktı. Neoliberal programa damgasını vuran ihracata dayalı sanayileşme stratejisi, piyasa ideolojisinin emeği bütünüyle cansız bir üretim maliyeti olarak gören yaklaşımıyla bütünüyle hemfikirdi. Ücretleri aynı zamanda iç pazarda talebin canlandırılmasının önemli bir unsuru olarak gören ithal ikameci sanayileşme stratejisinin aksine, dış pazarda rekabetçi olmak adına bu “maliyet kalemi” daha da baskılanmalıydı.[xii] Bunun sonucu, Türkiye’nin “uluslararası iş bölümüne bir ucuz ithalat ve ucuz işgücü deposu olarak eklemlenmesi” olmuş ve ülkedeki kalkınma ve sermaye birikim sürecinin temel sürükleyicisi, “ücret daraltılmasına dayalı klasik birikim”[xiii] dinamikleri olmuştur.

Emeğin baskılanmasında, 12 Eylül’ün ardından oluşturulan yasal-kurumsal çerçeve önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu yasal-kurumsal çerçeve içerisinde bireysel çalışma ilişkilerini düzenleyen iş yasası, istihdam stratejisi gibi politika metinleriyle kolektif çalışma ilişkilerini düzenleyen sendikalar yasası ve toplu sözleşme kanunu gibi belgeler ilgili politik yönelişlerin cisimleştiği çerçeveyi oluşturmaktadır. Özellikle 2003 yılında çıkartılan 4736 sayılı İş Kanunu, 1980’den o tarihe kadar de facto bir karakter taşıyan esnek çalışma ilişkilerine yasal bir form kazandırmış, 2008 krizinin ardından oluşturulan Ulusal İstihdam Stratejisi ise yeni bir esnekleşme dalgasının ilanı olmuştur.

Emeğin cansız bir üretim maliyetine indirgenmesiyle, istihdamı korumak için işçilerden çok işleri koruma söylemi öne çıkmış, işlerin korunması da genellikle işçilerin aleyhine işletmenin korunması anlamına gelmiştir. Endüstriyi korumanın yükü daha önce vergiler, krediler, bilgi tedariki vb. araçlarla devletin yükümlülüğündeyken zaman zaman çok ağır bir biçim alan bu bedel yeni durumda bütünüyle işçilerin üzerine yıkılmıştır. Yine aynı saik gerekçe gösterilerek zaman içinde fiilen yürürlükte olan esnek çalışma biçimleri yasal statü kazanmış, geçici çalışma, çağrı üzerine çalışma, iş paylaşımı vb. gibi yeni güvencesiz çalışma biçimleri tanımlanmıştır.[xiv]

Bütün bunların sonucunda son kırk yıllık süreçte reel ücretler ve ücretli emeğin milli gelir içindeki payı istikrarlı biçimde düşmüştür. Bunun tek istisnası güçlü işçi sınıfı eylemleri sonucunda ücretlerin iyileştirildiği 1989-1994 arasındaki dönem olmuştur.[xv] Bununla birlikte, emekçi sınıfların elde ettikleri gelirin ötesinde tüketim imkânlarına erişebildiği gözlemlenmiş, bu da finansal derinleşme kapsamında hane halklarının borçlandırılması ve büyük ölçüde cemaatlere ve yardıma dayalı sosyal politikalarla mümkün olmuştur.

Bu dönemde ücretli emeğin koşullarına dair not edilmesi gereken önemli bir boyut formel ve enformel çalışma koşulları arasındaki makasın, tüm katmanlarıyla ücretli emek aleyhine sonuçlar üreterek, kapanması oldu. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin hacminin artması büyük ölçüde kayıt dışı çalışma ve emeğin baskılanmasıyla bir arada gelişti. Bunun önemli sonuçlarından bir tanesi güvenceli ve görece iyi koşullarda çalışan emekçilerin çalışma koşullarının git gide kayıt dışı, güvencesiz veya asgari ücretle çalışan katmanların koşullarıyla benzerlik göstermeye başlaması oldu. Öyle ki kayıt dışı çalışmanın, kayıtlı çalışmayla kıyaslandığında bir esprisi kalmadığı için, bir hesaplamaya göre, kayıt dışı çalışma 2000’lerin başında %50’ler düzeyindeyken 2016’ya gelindiğinde %30’lara düştü.[xvi]

Formel ve enformel çalışma arasındaki çizginin git gide kaybolduğu, görece güvenceli sektörlerde çalışan işçilerin çalışma koşullarına bakarak doğrulanabilir. Örneğin, 2000’lerin başında TOFAŞ fabrikasında beş yıldır çalışan bir işçi formel sektörde çalışmanın getirdiği çeşitli ek avantajların yanında o dönemde geçerli asgari ücretin dört katı, on iki hizmet yılını dolduran polis ve öğretmenlerin bir buçuk katı ve hemşirelerin iki katı kadar maaş almaktayken;[xvii] 2015’e gelindiğinde sekiz yıllık bir TOFAŞ işçisinin asgari ücretin bir buçuk katı kadar maaş aldığı kaydedilmiştir. Başka deyişle işçiler, varlıkta değil yoklukta eşitlenmiştir. Bu bulgular, neoliberalizmin işçileri bölerken kaderlerini birleştirdiği[xviii] yönündeki tespiti akıllara getirmektedir.[xix]

Bu dönüşümden emek örgütleri de payına düşeni almıştır. Sendikalar makul ve makul olmayan sendikalar olarak sınıflandırılmış, sınıf vurgusu düşük, mücadele alanı üyelerinin temel sorunlarıyla sınırlı, iktidardaki güçlere göre değişebilen ‘ulusal bütünlüğe tehdit’ oluşturan eylemler yapmayan, dar anlamda siyasete bulaşmayan ve milli ekonomiyi zarara uğratmayan stratejiler izleyen sendikalar ‘ideal sendika’ sayılmıştır. ‘Makul olmayan sendikalar’ın etkinliği yetki barajları gibi yasal sınırlamalar ve buna eşlik eden fiili uygulamalarla engellenmiştir. 2009 yılında hazırlanan bir rapor, yasal-kurumsal çerçeveyi arkasına alarak işverenlerin öncü işçileri işten çıkarmak, kaba dayak, akrabalık bağlarını kullanma, sendika karşıtı vaaz verdirme gibi kırk bir farklı metoda başvurduğunu tespit etmiştir.[xx] Bütün bunların sonucunda sendikalar artık siyasal süreçlerde sözü veya fikri olan toplumsal örgütlenmeler ya da bağımsız bir sosyal güç olarak değil, salt ücret pazarlığı yapmakla görevli, bağımlı aparatlar olarak görülmeye başlamıştır.

Bu sendikacılık biçiminin neoliberal yaklaşımı benimseyen kuruluşların metinlerinde veya işverenlerce de benimsendiğini ortaya koyan verilere de rastlamak mümkündür. Söz gelimi James Wolfhenson’un 1995’te başkanlığa gelmesinin hemen ardından Dünya Bankası’nın yayınladığı yıllık kalkınma raporunda sendikalara karşı hayırhah bir tutum benimsenmiş, yine benzer raporlarda sendikalı işyerlerinde çalışma barışının daha iyi tesis edilmiş olması, grevde geçen gün sayısı ve çatışmaların daha az olması gibi nedenlerle sendikalaşmanın desteklenmesi gerektiği ifade edilmiştir.[xxi] Bu tip sendikalaşmanın özel sektörde ve büyük ölçekli işletmelerde daha yaygın olduğu da bir eğilim olarak gözlemlenmiştir.[xxii] Bu sendikacılık biçimi, işçilerin taleplerinin dile getirilmesinin önüne geçtiği oranda, zaman zaman işçiler tarafından da hedef alındı. İşçilerin sendikalarını işverene kabul ettirmek için büyük mücadeleler verdiği örneklerden farklı bir görüntü arz eden bu durum salt Türkiye’yle de sınırlı kalmadı ve dünyanın güneyindeki başka ülkelerde de örneklerine rastlandı.

İşçi sınıfı üretim ve yeniden üretim alanlarında git gide yoksullaşırken ülke burjuvazisi devasa kârlar açıklıyor, ulus ötesinde yatırımlara girişiyor ve kendi tarihinin “altın çağ”ını yaşıyordu. Şayet siyasal iktidar “toplumsal bir sınıfın kendi özgül nesnel çıkarlarını gerçekleştirme kapasitesi” olarak tanımlanacaksa, burjuvazinin söz konusu kapasitesi neoliberal dönemde zirvesine ulaşmıştır. Zira, “burjuvazinin aynı anda her yerde bu denli egemen olduğu bir dönem” daha önce söz konusu olmamıştır.[xxiii] Bu durum Türkiye açısından da geçerlidir. Sınıf temelli bir hegemonya Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu denli siyasal alanı egemenliği altına almış ve siyasal ve toplumsal yaşamdaki tüm döngüyü kontrolü altına alarak “tam kapanım” gerçekleştirmiştir. Geçtiğimiz birkaç on yılda Türkiye siyasal yaşamında, “sınıf” çok fazla konuşulmamıştı, çünkü zaten bu dönemin hemen başında ‘kapanmış’ bir meseleydi. Türkiye burjuvazisi 1970’lerde sınıflar arasındaki keskin mücadele içerisinde çelikleşmiş, MESS, TİSK, TÜSİAD ve Hür Teşebbüs Konseyi gibi bazıları bugün bile sermayenin amiral gemisi olan örgütler kurarak kendi zaferini hazırlamıştı. 12 Eylül sonrası Türkiye’de artık başka bir gramer ve kelime haznesi egemen olacaktı.

Kimlik siyasetinin yükselişi

1990’larla birlikte ülke siyasetine iki temel ayrışma ekseni damga vuracaktı. Bunlardan ilki İslamcı hareketlerin talepleri çerçevesinde din ekseninde olurken diğeri de başlıca Kürt hareketinin talepleri etrafında ulus ekseninde şekillendi.[xxiv] Bu ayrışma eksenlerinin işçi sınıfının siyasi bilincinin gelişmesinde ve sınıf oluşum süreçlerinde ciddi etkileri oldu. Bu etkileri, işçilerin kimliklerini nasıl tanımladıklarına dair sorular çerçevesinde ortaya koymaya çalışan çeşitli çalışmalar mevcut.  Örneğin, Kocaeli’de 2004 yılında işçilerin %26,6’sı bu soruya sosyal sınıf temelinde yanıt verirken 2007 yılında bu oran %15,9’a gerilemiştir. Ulusal ve dinî kimlikler temelinde verilen yanıtlar her iki yılda yapılan araştırmada da %50’lerde seyretmiştir.[xxv] Yine, Eskişehir’de 2007’de gerçekleştirilen bir çalışmada işçilerin %12,5’i kimliğini sosyal sınıfı temelinde tanımlarken %52’si ulusal veya dinsel referanslarla tanımlamaktadır.[xxvi] Birleşik Metal İş Sendikası’nın 2008 ve 2016 yıllarında üyeleri arasında yaptığı araştırmalardan derlenen aşağıdaki istatistikler de benzer veriler sunmaktadır.

Tablo 1 – 2008 ve 2016 yıllarında Birleşik Metal İş Üye Profil Araştırmasında işçilerin kimliklerini ifade etmek için verdikleri yanıtlar

Buna göre 2008’de sendika üyelerinden %43’ü kimliğini sosyal sınıfına göre tanımlarken bu oran 2016’da %14,2’ye düşmüş diğer tarafta dinin payı %24,3’ten %45,5’e yükselmiştir. Metal iş kolunda sınıf bilincinin diğer sektörlere kıyasla daha yüksek olduğu ve Birleşik Metal-İş’in bugünkü sendikacılık standartlarına kıyasla ileri bir sendika olduğu da göz önünde bulundurulursa genel resmin, sınıf siyaseti açısından bu rakamların çok daha gerisinde olduğu görülebilir. Elbette, sınıf ve kimlik oluşum süreçlerinin dinamik süreçler olduğu ve işçilerin bu kimliklere atfettiği anlamların, yıllar içerisinde farklılıklar göstereceği de akılda tutulmalıdır. Maddeci bir perspektifle, bu referansların içerikleri siyasal ve toplumsal süreçlerden etkilenmiş, dahası bu içerikler çeşitli siyasal müdahalelerle imal edilmiştir. Yine de bu veriler kimlik siyasetinin artan rolüne ilişkin bir şeyler ifade etmektedir.

Öyle ki bu tablo siyasete katılım biçimlerine de yansımıştır. 1990’larda sokak siyasetinin en belirleyici unsuru olan sendikaların sokak protestolarındaki payı 2000’lere gelindiğinde açık biçimde gerilemeye başlar.[xxvii] Bu alandaki veriler, 2000’li yıllarda sokak eylemlerine Kürtlerin damga vurduğunu, onları memurların izlediğini ortaya koymaktadır. Kürt siyasetinin özellikle memur sendikalarındaki etkisi göz önünde bulundurulduğunda bu iki faktörün birbirini besleyici bir etkiye sahip olduğu düşünülebilir. Sokakta Siyaset isimli çalışmadan temsilî olarak alınan aşağıdaki grafik, 2000’li yıllarda basına yansıyan eylemlerde, protestoyu organize eden grupların yüzdelik payını göstermektedir. Elbette, eylemlerin bir kısmı basına yansımamakta Emniyet Genel Müdürlüğü’nün sahip olduğu verilerle basın verileri arasında kimi farklar bulunmaktadır. Fakat çalışmada ele alınan bu farkların yukarıda ifade edilen sonuçları değiştirmediği, yazar tarafından da tespit edilmektedir.

Grafik 1 – 2000’li yıllarda eylemlerin organize eden toplumsal kesime göre dağılımı – Kaynak: Sokakta Siyaset

Öte yandan, sosyal mobilizasyonlar ve gösteriler özellikle “temsilî kurumlara düzenli erişim imkânından yoksun” olan toplumsal kesimlerin daha sık başvurduğu bir (siyasal) katılım biçimidir.[xxviii] Dolayısıyla yukarıdaki verilerin, temsil ve karar mekanizmalarına erişimi olmayan toplumsal kesimlerin siyasete katılım dinamikleri hakkında fikir verdiği düşünülebilir. Daha geniş anlamda ulusal siyasete dönük dinamikleri anlamak açısından seçmen davranışına dönük araştırmalar, en uygun araç olmasa da “büyük resim” hakkında çeşitli fikirler vermektedir. Nitekim, ülkede özellikle son kırk yılda uygulanan “siyasi mühendislik,” seçimleri Türkiye siyasal yaşamında önemli bir fenomene dönüştürmüş, seçim aracını önemsiz bulan devrimci siyasi çizgiler bile “protesto oyları”nı toplumsal tepkiyi gözlemlemenin aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bu çerçevede, KONDA’nın 2010 yılından 24 Haziran 2018 seçimlerine dek yürüttüğü Barometre araştırmalarından tasarlanan aşağıdaki grafikler kimi anlamlı veriler sunmaktadır.

Grafik 2 – Türkiye’deki siyasi partiler ve seçmen profillerinin demografik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kümelere dağılımı (Kaynak: KONDA)

Partilerin seçmen kitleleri belli demografik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kümelere dağıtıldığında; AKP’nin dindar ve muhafazakâr yoksullardan, MHP’nin Türk işçilerden, CHP’nin eğitimli, modern Türklerden, HDP’nin de yoksul Kürtlerden destek bulduğu görülmektedir.

Grafik 3 –2010-2018 arasındaki seçimlerde siyasi partilerin seçmen tabanındaki değişimler (Kaynak: KONDA)

Bu bulgular Türkiye siyasetiyle ilgilenenler açısından elbette ne yeni ne de şaşırtıcıdır. Fakat Grafik 3’te bu eksenlerin seçimlere göre nasıl değişiklik gösterdiği izlendiğinde, bu durumun siyaseten bir açmaza veya pat durumuna yol açtığı görülecektir. Nitekim rapor, Türkiye’nin yaşam tarzları ve kimlikler ekseninde kutuplaştığını, siyasetin de bu eksenlere sıkıştığını tespit etmektedir. Buna göre emekçiler ve yoksullar, “sınıf temelli siyasetin gündemden düşürülmesi”nin ardından oluşan yeni siyasal eksenlere bağlı kalarak siyasal davranış üretmektedir. Aynı zamanda bu veri, –en azından raporun ele aldığı dönemde– söz konusu sıkışmayı aşıp eksenleri baştan tanımlayacak, sınıf temelli bir siyasetin bu tabloda yer almadığını da ortaya koymaktadır.

Bu boşluğun, toplumsal mücadeleler üzerinde de çeşitli etkiler doğurması kaçınılmazdı. Bunlardan bazılarının, kültürel taleplerin ekonomik bölüşüm taleplerinin yerini almaya başlaması, talebin yöneldiği kaynağın devletten topluma kayması ve kültürel farklar arasındaki çelişkilerin sınıf birliğini bozguna uğratacak biçimde öne çıkması olduğu söylenebilir.[xxix] Başka bir ifadeyle, eşitlik mücadelesi kültürelleşmiş ve eşitlik, tanınma temelinde kavranır hale gelmiştir. Bu biçimiyle sınıf ve kimlik siyasetleri arasındaki ilişkinin sıfır toplamlı bir ilişki olarak kavranması ve bu taleplerin birbirine karşıt ele alınması da bu sürecin öne çıkan bir başka özelliğidir. Elbette, ortada kimi nedenler olması, bunun tek zorunlu seçenek olduğu anlamına gelmiyor. Alternatiflerinin neler olabileceği sorusu ise bir kısmı somut pratiklerle ilişkili geniş bir tartışmayı hak ediyor.

Direniş Eğilimleri

Bu siyasal iklimde, gücü bakımından siyasetin gidişatına yön vermekten uzak olsa da sınıf eksenini temel alan direnişçi bir eğilim de varlığını korudu. Dosya kapsamındaki söyleşiler, işçi sınıfının yakın dönem direniş pratiklerinden çeşitli kesitleri tartışıyor. Bahar Eylemleri, Büyük Madenci Yürüyüşü, Tuzla Tersaneler Süreci, Tekel Direnişi, Metal Fırtına gibi mücadele deneyimleri bu dönemin akılda kalan kimi direnişleri arasındaydı. Belli dalgalar halinde gelen ve dönemsel bir karakter gösteren bu pratiklerin ortak özelliği hakları korumaya odaklanmasıydı.[xxx] Bu pratikler öncelikle özelleştirmeler, iş güvencesinin ortadan kalkması, gitgide baskılanan ücretler, taşeronlaşma, iş güvenliğinin ihmali, iş yerinde ölüm ve yaralanmalar gibi durumlar karşısında engelleme ve durdurmayı hedefliyordu.

Bu eylemler, 12 Eylül öncesinde gözlemlenen siyasal içerikli eylemlerden de farklı bir özellik gösterir. 1961-1980 arasında, işçi sınıfı ve örgütleri 15-16 Haziran’da, DİSK’i tasfiye etmeyi hedefleyen bir yasayı karşısına alıyor, 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanı’ndaki kanlı saldırının ardından ‘Faşizme İhtar Eylemleri’ yapıyor, Yeni Çeltek ve Tariş’te devletin zor aygıtı karşısında devrimcilerle birlikte oldukça ileri mücadele pratikleri geliştiriyordu. Öte yandan neoliberal dönem için listelediğimiz direnişlerin çoğu kez ekonomik taleplerle sınırlı olması öne çıkan bir başka özelliği oldu. Nitekim, bu durum sık sık ekonomik taleplerle meydana gelen işçi direnişlerinin siyasetle arasında koyduğu mesafeyi dile getirerek, hatta “işçiler arasında bir sınıf bilincinden bahsederken bile dikkatli olmaya”[xxxi] davet ederek gündeme getirildi.

Bu yönüyle neoliberal dönemde ortaya çıkan işçi direnişlerinin, çeşitli sosyal sınıfların kolektif siyasal bilincine dair Gramsci’nin[xxxii] tarif ettiği hâllerden daha dar bir zümrenin –örneğin bir iş kolunda çalışan işçilerin– kendi ekonomik çıkarlarının bilinciyle mücadele etmesi olarak tanımlanabilecek ekonomik-korporatif düzeyde kaldığı ancak (sınıfın tüm katmanlarına yayılan) ekonomik-yasal ya da (sınıfın siyasal öncülük iddiasını da içeren) hegemonik düzeylere erişmediği ifade edilebilir.[xxxiii] Fakat bu sınıflandırma, işçi direnişlerinin ‘bilinen anlamda siyasetle’ mesafesini sabitleştiren bir analiz olarak değil, sınıf bilincinin gelişimini tahlil etmeye dönük analitik bir çerçeve olarak ele alınmalıdır. İktidar bloğunun ücret tartışmalarını teknik bir arz-talep dengesi problemine indirgemeyi başardığı bir dönemde işçi sınıfının düşünce ve eylemlerinde ‘ekonomizm’i bu denli güçlü kılan bunun tam da kapitalizmin gerçeklerine tekabül edişidir.[xxxiv] Kapitalizmi ayırt edici kılan yönlerden bir tanesinin siyasi ve iktisadi alanlar arasında gözlemlenen biçimsel ayrım olduğu sıklıkla ifade edilmişti.[xxxv] Buna uygun olarak, modern işçi sınıfı hareketlerinde “iktisadi” ve “siyasi” mücadelelerin birbirinden ayrı bir seyre sahip olması, tam da kapitalizme özgü tarihsel gerçeklikten kaynaklanmaktadır.

Bu gerçeklik, günümüz sınıf mücadelelerinde bir sabiteden çok bir başlangıç noktası olarak ele alınırsa “sınıf bilinci”nin gelişimine dair Gramsciyen çerçeve daha da anlamlı hale gelecektir. Nitekim, sınıf bilinci, bir mücadelelerin başında verili halde bulunmasa da bir sosyal ilişki olarak yaşanan deneyimler içerisinde şekillenmektedir. Türkiye’de burjuvazinin sınıf bilinci de işçi sınıfı karşısında 1970’lerde verdiği mücadele içerisinde oluşmuş, bu sınıftan aktörler zamanla başka sınıflar karşısında kendilerine ait ekonomik ve siyasi çıkarlar tanımlayarak, bunları gerçekleştirmeye dönük rollerle hareket etmeye başlamıştır.[xxxvi]

Bu dönemde, sınıf mücadelesinde eylemler ve örgütlenmeler açısından da bazı eğilimler saptamak mümkün görünmektedir. 2000’lerin ilk on yılında, sokakta siyasete yön verirken örgütlerin hala önemini koruduğu tespit edilmişti.[xxxvii] Buna göre, işsizler, işten atılanlar, ataması yapılmayan öğretmenler gibi toplumsal kesimlerin sokak siyasetindeki payının düşük olduğu tespit ediliyor ve sokağı kuşatanlar toplumun en güvencesiz ve örgütsüz kesimleri olmadığı ifade ediliyordu. 2000’lerden bu yana, sendikaların mevcut birikim rejimiyle daha da uyumlu bir tarzı benimsemesiyle, bu durumda kimi değişiklikler meydana geldiği söylenebilir. Yukarıda ifade edildiği gibi, sokak eylemleri, temsil ve karar mekanizmalarına erişimi olmayan toplumsal katmanların daha sık başvurduğu bir siyasal pratik olarak değerlendirilmektedir. Daha çok siyasal mücadeleler için ele alınan bu biçim, yukarıda tartışılan çalışma ilişkileri sistemi içerisinde neoliberal dönemde işçi sınıfının yaşama, barınma, ücret ve sosyal haklar mücadeleleri gibi bir dizi alana da uyarlanabilir. Sendikal yetkiyi zorlaştıran, işçileri temsil etme kaygısı güden örgütlerin işçiler adına muhatap olmasına izin vermeyen, anayasanın tanıdığı grev hakkı gibi pratiklere izin vermeyen mevcut yasal çerçevede işçi direnişlerinde, çeşitli taban örgütlenmeleri ve inisiyatifler, dernekler, görece küçük ve mücadeleci sendikalar gibi örgütlenmelerin öne çıktığı gözlemlenmektedir.[xxxviii] Buna paralel olarak eylem türleri içerisinde ikinci sırada yer alan fiili grevlerin azımsanmayacak bir paya sahip olduğu (Tablo II), özellikle belli işkollarında bu eylemlere sık başvurulduğu görülmektedir (Tablo 2, Satır III).

Tablo 2 – Türlerine Göre Türkiye’de En Sık Gözlemlenen İşçi Eylemleri (Kaynak: Emek Çalışmaları Topluluğu)

Belirtmek gerekir ki çekişmeci mücadele biçimleri, sınıf mücadelesinin etkin tek kanalı olmamakla birlikte sendikal alanının işlevsizleşmesiyle ortaya çıkmış, doğrudan sonuç almayı hedefleyen fiili mücadele araçlarıdır. Bunun yanında geleneksel formdaki sendikalardan bazıları da hala mücadeleci bir çizgide ısrar etmektedir. Kullanılan araç ne olursa olsun, sınıf mücadelesinin diliyle konuşarak milliyetçi-muhafazakâr işçilerin de mücadeleye yaklaşımını değiştirmenin ve işçilerle mücadele örgütleri arasında güven bağları inşa etmenin mümkün olduğunu ortaya koyan deneyimler de vardır.[xxxix]

Sonuç yerine: Tarihin dar geçidi

Türkiye siyasal yaşamında ağırlıklı olarak AKP’li yıllara odaklanan bu notlar, sınıfın neden siyasal gündemde anlamlı bir yer edinemediğine ışık tutmaya çalıştı. Buna göre işçi sınıfının gündemleri bütünüyle teknik bir iktisadi denge sorununa indirgenip siyasal alanın dışında bırakılıyor, siyasal alandaki bu boşluk da başlıca kimlik eksenli tanınma mücadeleleriyle dolduruluyordu. Zira, sınıf tartışması, burjuvazinin zaferiyle, zaten “kapanmış” bir meseleydi. Görünürde kimlik eksenli olan bu tablo, aslında büyük ölçüde sınıfsal dinamiklerin ürünüydü. Fakat, “yok sayılınca proletarya, sırtını dönünce kapitalizm, eskidiği söylendi diye emek sermaye çelişkisi ortadan kaybolmamış”tı.[xl] Emek, neoliberal piyasa ideolojisinin “düşüncesi açısından özsel, ama söyleminden kopuk”[xli] bir biçimde, yokluğuyla oradaydı ya da meseleye hangi açıdan baktığımıza bağlı olarak varlığıyla görünmezdi. Yine de bu ideolojinin nesnesi olarak ele alınıyor ve oldukça kapsamlı bir dönüşüme tabi tutuluyordu. Althusser’in deyimiyle görülmesi için bir “arazi değişikliği” gerektiren bu dönüşüm, otoriter emek rejiminin tesis edilmesiyle sonuçlanacaktı.

Neoliberal projenin bu konudaki “sessizliği aslında, onun kendi sözleridir.”[xlii] Althusser’in ifadesiyle, bu sessizlik, görebildiklerimize dışsal, onun sınırları dışında bir şey değildir. Daha ziyade onun “iç karanlığı,” görebildiklerimizin kendisinin içidir; çünkü onun yapısı tarafından tanımlanmıştır. Bu karanlığın siyasal karşılığı, mümkün ve gerçekçi bir ihtimal olarak sosyalizmin siyasi resimden çıkartılması olmuştur. Bugün siyasal alanda kullaşmış barbar ile huzursuz asi arasında veya tek adama iradesini teslim etme ile kendini özgür bir özne olarak kurarken kolektif aidiyetlere karşı inançsızlık arasında bir ikilikle karşı karşıyaysak, bu durum doğrudan doğruya sosyalizmi yok sayma çabasının ürünüdür. Sınıf temelli siyasetin gündemden düşürülmesi, siyasal alanda sosyalist tahayyülün gündemden düşürülmesine tekabül etmiştir. Siyasal seçenek olarak geriye aynı sınıf iktidarının farklı formları olarak faşizm ve (neo-)liberalizmin çeşitli tonları kalmıştır. Siyasete katılmaya dönük yukarıda anılan ikilikler de bu siyasi seçeneklerle uyumlu görünmektedir.

2021 yılının sonu itibariyle yükselişe geçen işçi eylemleri, yukarıda özetlenen tablonun dağılması için önemli bir potansiyel vadediyor. Öte yandan, neoliberal dönemde sınıf bilincinin gelişimine dair yukarıda ifade edilen handikapları aşma becerisi, bu yükselişin ne derece anlamlı siyasal sonuçlar üretebileceğinin de ölçütü olacak. Geçmişte bu tip yükselişlerin düzen sınırları içinde ne gibi dönüşümlere yol açtığı, bu dosyada Selma Gürkan ile yapılan röportajda tartışılmaktadır. Ayrıca, Korkut Boratav da, benzer yükselişlerin, başka şeylerin yanında, emekçi sınıfları İslamcı bir kimlikle sınırlama girişimlerine karşı en geniş anlamda sol bir yelpaze oluşmasına katkı sunduğunu ifade ediyor. Böyle bir ihtimal bugün de, tek olasılık değilse bile, halkın önüne gelen seçeneklerden biridir. Ancak bunun, uzun vadede faşizm ve (neo-)liberalizmle sınırlı tabloyu ne düzeyde değiştirebileceği mücadeleler içerisinde yanıtlanabilecek bir soru olacaktır.

İşçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alırken sosyalizme dair hafızayı da tazelemek, sosyalizmi emekçi sınıfların kurtuluş paradigması olarak yeniden canlandırmanın yollarını aramak, bu mücadelelere katkı sunmak için iyi bir seçenek gibi görünüyor. “Mesih’in girebileceği küçük kapı” orada bir yerlerde olmalı! Bu “dar geçit”, tek başına yeterli olmadığı durumlarda dahi gerekli bir koşul olmaya devam ediyor ve Mesih bu dar geçitten geçmeden içimizden birilerinin kurtuluşa ulaşacağını söylemek zor görünüyor…


[i] Louis Althusser. (1978/2006). Marx in his Limits. Philosophy of the Encounter- Later Writings, 1978-87 içinde. s.102-104.

[ii] Althusser, 1978, s. 104. Tüm vurgular yazara ait.

Althusser, daha erken bir dönemde, semptomatik okuma yöntemini ve yapısal nedensellik kuramını oluştururken buradakinden daha kapsamlı bir önermede bulunuyordu (Althusser, Kapital’i Okumak, 1965/1995). Buna göre, yapının kendisi fiziksel olarak algılanamasa da görebildiğimiz şeyler üzerinde “içkin bir neden olarak” etkide bulunur ve böylelikle (semptomları üzerinden) gözlemlenebilir hale gelir (s.258). Althusser’in burada sorunsallaştırdığı şey, bütünüyle bir “görme biçimi”dir (s.40). Bu çalışma, yapısal nedensellik sisteminin ontolojik öncüllerini benimsemese de onun kimi akıl yürütmelerine başvuracaktır.

Ayrıca krş. Frederick Jameson, Siyasal Bilinçdışı (1981/2011) – özellikle “Yorum Üzerine: Toplumsal Bakımdan Simgesel Bir Edim Olarak Edebiyat” bölümü.

[iii] Perry Anderson. The antinomies of Antonio Gramsci. New Left Review, Kasım-Aralık 1976. Vurgular yazara ait. Orijinal ifade: “The normal structure of capitalist political power in bourgeois-democratic states is in effect simultaneously and indivisibly dominated by culture and determined by coercion.”

[iv] Ayrıca bkz. Galip Yalman. (2009). Transition to Neoliberalism-The Case of Turkey in the 1980s. İstanbul: İstanbul Bilgi University Press.

[v] Ali Murat Özdemir & Gamze Yücesan-Özdemir. (2006). Labour Law Reform in Turkey in the 2000s: The Devil is not Just in the Detail but also in the Legal Texts, Economic and Industrial Democracy 27. ss. 314-316.

[vi] Sümercan Bozkurt-Güngen. (2018). Labour and Authoritarian Neoliberalism: Changes and Continuities Under the AKP Governments in Turkey, South European Society and Politics, DOI: 10.1080/13608746.2018.1471834. s.2

[vii] Ali Murat Özdemir & Gamze Yücesan-Özdemir. (2011). Law, Labor, and Society in Turkey The new Labor Act in a wider social context, Critique of Political Economy,1, s. 67.

[viii] Aziz Çelik’le mülakat. Efe Can Gürcan & Berk Mete. (2017). Neoliberalism and the Changing Face of Unionism. The Combined and Uneven Development of Class Capacities in Turkey. Cham: Palgrave Macmillan. s. 94.

[ix] Yalman, 2009, 316.

[x] Althusser, 1965, 47.

[xi] Bu bölümdeki tartışmanın daha geniş versiyonu bkz. Ulaş Taştekin. (PEK YAKINDA!). Türkiye’de Emek Örgütlerine Metal Fırtına Deneyimi Işığında Bir Bakış. 21. Yüzyılda Devletin Dönüşümü: Otoriterleşme, Kriz ve Hegemonya Galip Yalman’a Armağan içinde. İmge Yayınları: Ankara.

[xii] Korkut Boratav. (2018). Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2015. Ankara: İmge. ss.293-296.

Ayrıca bkz. Bob Jessop. Changes in welfare regimes and the search for flexibility and employability. H. Overbeek (ed), The Political Economy of European Employment içinde, Routledge: London and New York,

[xiii] Erinç Yeldan. (2011/2016). Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi – Bolüşüm, Birikim ve Büyüme. İstanbul: İletişim. s.49.

[xiv] Aziz Çelik. (2003). “Yeni İş Yasasının anlamı”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 48, Eylül/Ekim 2003. s.52.

[xv] Boratav, 2018, 275. Ayrıca bkz. Alpkan Birelma. (2018). Trade Unions in Turkey 2018. Friedrich Ebert Stiftung, Turkey Analyses.

[xvi] Bozkurt-Güngen, 2018,13.

[xvii] Theo Nichols & Nadir Suğur. (2005). Küresel İşletme, Yerel Emek. İstanbul: İletişim. s.50

[xviii] Öyle ki bu kader birliği sadece kayıpları içermez; işçiler kazanım elde ederken de kaderleri birleşmektedir. Örneğin, metal işçilerinin 2015 ve 2018’de elde ettiği ücret kazanımları, asgari ücretin 2016’da %30 ve 2019’da ise %26 düzeyinde artmasını sağlayan nedenler arasında gösterilmektedir (Engin Sezgin. Krizin Gölgesinde Kapitalizm, İşçi Hareketi ve Sendikalar. Dakika 59 ve sonrası). Bir başka ifadeyle, işçi sınıfının görece yüksek ücretli katmanları direnişe geçtiğinde manipülasyon maksadıyla söylenenlerin aksine, emekçi sınıfların bir katmanı kazanım elde ettiğinde bu, diğer katmanların da kazanım elde etmesi anlamına gelebilir: sınıf çelişkisinin bu yakasında “ikimiz birden sevinebiliriz”.

[xix] Metin Özuğurlu, ‘Tekel Direnişi: Sınıflar Mücadelesi Üzerine Anımsamalar’. Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi içinde (Ankara: Nota Bene Yayınları, 2010).

[xx] Türkiye’de Sendikalaşma ve Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme Raporu. Liman-İş. 2009.

[xxi] John Rapley. (2007). Understanding Development Theory and Practice in the Third World. Colorado: Lynne Rienner. s.149.

Emek Çalışmaları Topluluğu’nun raporları da (2016; 2017; 2018) sendikasız iş yerlerinde işyeri eylemlerinin daha sık gözlemlendiğini ortaya koymaktadır.

[xxii] Beverly Silver, Emeğin Gücü’nde (s.82), Brezilya’daki ihracata dayalı sanayileşme deneyimi bağlamında “fabrikada disiplini sağlanmasının yolunun ‘sorumlu sendikacılık’tan geçtiğini [1981’de] kabul eden ilk şirketin” Ford olduğunu ifade etmektedir. Ford’u bir yıl sonra Volkswagen izlemiştir.

Türkiye bağlamında bkz. Fikret Adaman, Ayşe Buğra, Ahmet İnsel. (2009). Societal Context of Labour Union Strategy: The Case of Turkey. Labour Studies Journal, Vol. 34, No. 2; June; pp. 168-188.

[xxiii] Constantine Tsoukalas. (2002). ―Relative Autonomy and Its Changing Forms. S.Aronowitz ve P.Bratsis (ed), Paradigm Lost: State Theory Reconsidered, s.233.

[xxiv] Senem Aydın, & Fuat Keyman. (2004). European Integration and the Transformation of Turkish Democracy. EU-Turkey Working Papers. Istanbul: Centre for European Policy Studies. ss.9-10.

[xxv] Betül Urhan & Ahmet Selamoğlu. (2008). İşçilerin Sendikalara Yönelik Tutum ve Davranışları; Kocaeli Örneği . Çalışma ve Toplum(3), s.180.

[xxvi] Banu Uçkan & Deniz Kağnıcıoğlu. (2009). İşçilerin Sendikalara İlişkin Algı ve Tutumları: Eskişehir Örneği. Çalışma ve Toplum(3), s.45.

[xxvii] Bu kısımdaki veriler şu kaynaktan alınmıştır, Ayşen Uysal. (2017). Sokakta Siyaset: Türkiye’de Protesto Eylemleri, Protestocular ve Polis. İstanbul: İletişim. ss.144-155

[xxviii] Aktaran Uysal, 2017, 161.

[xxix] Nuray Sancar. (2021). Sınıftan Kimliğe Kimlikten Bireye: İçi Boşalan Reform. Teori ve Eylem, 54, Kış 2021. s. 66.

[xxx] Bu noktaya dikkatimi çektiği ve yazının bütününe dair yaptığı öneriler için Menderes Tutuş’a teşekkürler.

[xxxi] Elçin Arabacı. (2015). Metal İşçileri Direnişi İşçi Sınıfının Yeniden Diriliş Hareketi mi? Birikim (314-315), s. 185.

[xxxii] Antonio Gramsci. (1971) Selections from the Prison Notebook. New York, NY: International Publisher. ss.181-182.

[xxxiii] Krş. Galip Yalman & Aylin Topal. (2017). Labour Containment Strategies and Working Class Struggles in the Neoliberal Era: The Case of TEKEL Workers in Turkey. Critical Sociology: https://doi.org/10.1177/2F0896920517711489

[xxxiv] Bu bağlamda, bu dosyada Başaran Aksu ile yapılan söyleşi de oldukça zihin açıcı değerlendirmeler sunmaktadır.

[xxxv] Ellen Meiksins Wood. (2008). Kapitalizmde “İktisadi” ve “Siyasi”nin Birbirinden Ayrılması. Kapitalizm Demokrasiye Karşı içinde. ss.35-65. İstanbul: Yordam.

[xxxvi] Yalman, 2009, 306.

[xxxvii] Uysal, 2017, 155.

[xxxviii] Ayrıntılı bir tartışma için bkz. Başaran Aksu, “Direne direne, birleşe birleşe, dövüşe dövüşe”. Birartıbir.

[xxxix] Türkiye’den yakın dönem işçi önderlerinin bu konudaki beyanları için bkz. Gürcan & Mete, 2017.

[xl] Sancar, 2021, s.75.

[xli] Althusser, 1965, 51.

[xlii] Althusser, 1965, 41 ve 46.