Yurtta grev, dünyada grev: Alpkan Birelma ile 2023 Uluslararası Grev Raporu üzerine

Dünya genelinde işçilerin grevleri ve kolektif eylemleri farklı biçimlerde hayat buluyor. 2023 Uluslararası Grev Raporu, bu çeşitliliği görünür kılmak üzere farklı ülkelerden araştırmacıların ortak emeğiyle hazırlandı. Raporda yalnızca grevlerin sayısal verileri değil; işçilerin örgütlenme süreçleri, direniş biçimleri ve küresel işçi hareketlerindeki güncel eğilimler de ele alınıyor. Raporun emektarlarından, Emek Çalışmaları Topluluğu üyesi Alpkan Birelma, Hazal Göçmen’in sorularını yanıtlıyor...
Antep Başpınar'da yüzde 30 zam dayatmasına karşı eyleme başlayan işçiler, 2025. Fotoğraf: Kazım Kızıl

HAZAL GÖÇMEN: 2023 Uluslararası Grev Raporu, 11 ülkeyi kapsayan ve farklı ülkelerden araştırmacıların katkısıyla hazırlanan kapsamlı bir çalışma. Bu yıl beş yeni ülkenin de sürece katılmasıyla rapor, grevlerin sayısı, katılım oranı ve kaybedilen işgünü gibi niceliksel göstergelerin yanı sıra, her ülkeden grevlere katılmış işçi ve sendikacılarla yapılan röportajlar aracılığıyla grevlerin süresi, etkisi ve örgütlenme dinamiklerine dair derinlemesine bir perspektif sunuyor. Bu bağlamda, fiili grevlerin arkasındaki örgütlü yapılar—özellikle sendikalar—bu grevlerin çeşitliliği, süresi ve etkisiyle nasıl bir ilişki içinde? Grevlerin niceliksel etkisi ile örgütlü yapılar arasındaki bağlantıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

ALPKAN BİRELMA: Biz “fiili” grev derken aslında “yasa dışı” grevleri kastediyoruz. Ülkemizde grevlerin büyük çoğunluğu bu manada fiili olduğu için filli grevlerden giriş yapmamız normal. Türkiye’de mevcut sendika yasasına göre işçilerin yasal olarak grev yapabilmesi çok güç. 12 Eylül’ün yasası hâlâ büyük ölçüde yürürlükte. Yasa çok çok spesifik bir koşulda yapılan grevler hariç, diğer tüm grevleri kanun dışı kabul ediyor. İşyerinizde yetkili bir sendika olmalı ve toplu iş sözleşmesi görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanmalı. Sadece bu durumda yasal olarak grev yapabiliyorsunuz. Kamu emekçilerinin (memurların) zaten hiç grev hakkı yok. Bir sürü sektörde kategorik yasaklar var. İğne deliğinden geçip yasal greve çıkayım diyorsunuz, o zaman da erteleme adı altında yasaklamalar geliyor. Durum bu olduğu için mücadeleci sendikalar fiili grevi bir araç olarak kullanma yoluna gitmek durumunda kalıyor.

Yasallık durumunu sadece ülkemiz değil, çalışmaya katılan çoğu ülkede ampirik olarak tespit edilebiliyoruz ve bu açıdan ülkelerdeki vaziyeti ortak bir çerçevede analiz etmek mümkün oluyor. Ülkeler arasında yasallık durumunda ciddi bir çeşitlilik var. Son raporumuz 2023’teki grevler üzerineydi; bu sene üzerinden gidecek olursak, Arjantin, İngiltere, Uruguay, İtalya ve Brezilya’da grevlerin neredeyse tamamı yasalken Şili ve Güney Afrika’da bu oran %50’nin altına düşüyor. Türkiye’de %10’a kadar düşüyor, Çin’deyse hiçbiri yasal değil. Bu çeşitlilik ilgili ülkelerdeki demokratiklik seviyesine dair bize çok şey söylüyor.

Türkiye’de 2023’teki fiili grevlerde sendikalar ön plandaydı. Yasal grev yapamadıkları için sendikaların öncülük ettiği grevler “fiili”, yani “yasa dışı” grevler olarak gerçekleşti. Buna karşılık 2022’de durum farklıydı; o yılki grev dalgasında sendikalar pek etkin değildi, hareket büyük ölçüde sendikasız işçiler tarafından yürütülmüştü.

Fiili grevlerde önemli bir soru şu: Arkasında bir sendika var mı, yok mu? Çünkü sendika yoksa grevlerin süresi daha az olabiliyor, örgütlenme kırılgan hale gelebiliyor. Sendikanın öncülük ettiği fiili grevler ise daha sistematik olabiliyor. 2023’te bu duruma örnek olarak Birleşik Metal-İş ve Genel-İş’in yürüttüğü fiili grevleri gösterebiliriz. Özellikle metal sektöründekiler neredeyse rutin hâle gelmişti; haftada bir saatlik iş bırakma eylemleri gibi düzenli biçimde gerçekleştirildi ve sonuçta metal işçileri önemli kazanımlar elde etti. Raporda Türkiye bölümünde metal işçisi bir arkadaşla konuştuk, bu süreci güzel anlattı. Merak edenler bakabilir.

Özetle, fiili grevler sendikasız işçiler tarafından yapıldığında daha kırılgan olabiliyor. Bir sendikanın, hele de işyerinde yetkili bir sendikanın öncülük ettiği grevlerde ise kazanım elde etme ihtimali daha yüksek. Sendikaların olmadığı örneklerde, lider işçilerin süreci taşımaya çalıştığını var sayabiliriz. Bu öncülüğü üstlenen birkaç kişi süreci bir yapıya dönüştürebiliyor mu, yoksa sınırlı mı kalıyor sorusu önemli. Raporda bu tip niteliksel boyutlar detaylı olarak ele alınmamış olsa da literatürde değinilen bir mesele. Sonuçta hiçbir işçi hareketi, hele ki grev gibi kolektif eylemler, kendiliğinden ortaya çıkmaz. Birileri ona liderlik eder, onu örgütler.

Türkiye özelinde 2022’de oldukça önemli bir grev dalgası yaşandı. Çoğu grevlerde işçiler, hedefledikleri mütevazı zamları elde etti. İzmir’deki gemi söküm işçileri hariç, genel olarak bakıldığında bu dalga kendi hedefleri açısından başarılıydı, üstelik büyük ölçüde örgütsüz olmasına rağmen. Ancak esas soru şu: Bu enformel örgütlenmeler kalıcı bir yapıya dönüşebildi mi? Görünen o ki pek dönüşemediler. Örneğin kuryelerden henüz güçlü bir örgüt çıkmadı gibi görünüyor. Tek tük eylemler yapılıyor ama hem kazanım hem de kalıcı örgütlenme düzeyi mütevazi durumda. İstanbul’daki çorap işçilerinin grevi de benzer şekilde örgütlü bir güce evrilemedi. İzmir’deki gemi söküm işçileri ise bazı mütevazi kazanımlar elde etse de asıl olarak başarısız oldu.

2022 başındaki dalgada tek olumlu örnek, Birtek-Sen oldu desek yanlış olmaz. Antep’teki varlığı, ısrarı ve organik ilişkileri sayesinde grev dalgasını kalıcı bir örgütlenmeye dönüştürmeye yönelik kayda değer adımlar atıldı ve ciddi kazanımlar elde edildi. Şu an içinde bulunduğumuz 2025 yılı yazı itibarıyla, diğer örneklerde yeni bir grev dalgası görülmezken, Antep’te Birtek-Sen sayesinde 2023’te ve 2025 başında iki grev dalgası daha yaşandı. Bu, sendikanın etkisini gösteriyor. Bu senenin başındaki dalga ancak sert bir devlet baskısıyla sönümlendirildi. Antep’teki genel eylem yasağı, Birtek-Sen başkanının hapse atılması gibi.

Sonuç olarak, kalıcı, organik ve ısrarcı bir örgütlenme inşa edilebilirse, enformel grevci inisiyatifler de kalıcı yapılara dönüşebiliyor. Ama bu irade ve örgütlenme yoksa, fiili grevler genellikle saman alevi gibi parlayıp sönüyor.

Rapor doğrudan grevlerin başarıya ulaşıp ulaşmadığını göstermiyor; genellikle bu, işçilerin anlatımları üzerinden anlaşılabiliyor. Bu noktadan hareketle, başarısız grevlerde sendikal bürokrasi, işveren veya devletin etkilerini nasıl değerlendirirsiniz? Öte yandan, başarılı grevlerde ortak olarak gördüğünüz olumlu sonuçlar neler?

Bu zor bir soru, çünkü raporda bu konuya detaylı şekilde değinmedik. Raporu birlikte çıkardığımız ülkelerin çoğunda bu veri yok, kazanımlara bakılmamış yani. Şili ve Amerika’daki arkadaşlar bu veriyi topluyorlar, özellikle de Şili’deki arkadaşlar oldukça da güveniyor bu verilerine. Biz de kazanıma bakıyoruz son 3-4 yıldır. Ama genel olarak bu bilgiyi toplamak ve kategorize etmek zor, kaçınılmaz olarak biraz tartışmalı, biraz sübjektif. “Tam olarak neyi kazanım sayacağız?” sorusu kafa karıştırıcı olabiliyor. Sonuç olarak, biz Türkiye araştırmasında basit bir sınıflandırma yapmak durumunda kaldık: sıfır kazanım, kısmi kazanım ve tam kazanım şeklinde. Pratikte tam kazanım nadiren gerçekleşiyor, kazanım olduysa bu çoğunlukla kısmi kazanım oluyor. Ve her halükarda bu veriyi bulmak kolay değil.

Röportajlarda bazı örnekler dikkat çekiyor. Örneğin Belçika’da, sendikanın örgütlü olduğu büyük bir market zinciri tekil marketleri franchise vermeye karar verdiğinde grev gerçekleşiyor ancak başarısız oluyor. Başarısızlığın nedenleri arasında işverenin sert tutumu, devletin ve yargının işverenden yana yaklaşımı ve bazı sendika üyelerinin franchise patronu olma isteği sayılıyor; tüm bunlar mücadelenin başarısını etkiliyor. Bu örnek, grevlerin sonuçlarını, etkilerini ve arkasındaki ilişkileri görmek açısından öğretici bir hikâye sunuyor.

Uruguay’da 1973’te gerçekleşen darbenin yıldönümünde hâlâ genel grev yapılıyor. Türkiye’de 12 Eylül sonrasında böyle bir genel grev örgütleyemedik. Böyle bir şeye çok uzağız.

Grevlerin başarısını etkileyen dinamikleri konuşurken, baskı mekanizmalarının rolü de öne çıkıyor. İşçi eylemlerine yönelik bu baskılar hangi stratejilerle uygulanıyor ve grevlerin seyrini ya da elde edilen kazanımları nasıl etkiliyor?

Neoliberalizm bağlamında şöyle bir mesele var: 1970’lerden itibaren neoliberalizm ile birlikte devletin endüstri ilişkilerinden çekildiğini düşünme eğilimi daha baskındı. Beş on sene öncesine kadar sanki böyle düşünüyor, söylüyorduk. Deregülasyon kavramı, vesaire. Chris Howell isimli bir akademisyenin yakın tarihli güzel bir makalesi var, devletin istihdam ilişkilerindeki rolünü yeniden düşünmek gibi bir ismi var. Onun çok ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, neoliberalizmle birlikte Batı ülkelerinde devlet çalışma ilişkilerine aslında daha aktif şekilde müdahil oluyor. Bu müdahillik sermayenin lehine elbette. Her tarafta kanunlar değişiyor, devletin pratik müdahalesi artıyor. Bu yüzden Türkiye’deki müdahaleleri yalnızca antidemokratik bir anomali olarak görmek doğru değil; neoliberalizmin doğasında var bu. Neoliberalizm otoriterlikle ayrılmaz bağının çalışma ilişkileri alanındaki yansıması. Örneğin, rapordaki vakalarda Belçika’daki ve Türkiye’deki devlet müdahalesinin özünde benzer yönleri olduğunu görebiliyoruz.

Türkiye’yi zaten biraz konuşmuş olduk. Yasadaki kısıtlardan ötürü yasal grev yapamıyoruz gibi bir şey, bu nedenle grevler fiili olarak gerçekleşiyor. İşçi eylemlerine fiziksel polis müdahalesi meselemiz de var. EÇT verilerinde bunu çok net görüyoruz. Özellikle OHAL döneminde bu durum zirveye çıkıyor; 2016–2019 yılları arasında neredeyse her beş işçi eyleminden birine polis müdahale ediyor. Sonrasında biraz azalsa da, yine yüksek seviyede kalıyor. Örneğin 2025’in başında Gaziantep’teki grev dalgası büyüyebilirdi ve hatta başka illere yayılabilirdi, ama şiddetle bastırıldı.

Sendikaların küresel olarak güçsüzleşmesinin temel nedenlerinden biri yasaların bilinçli bir şekilde bu yönde değiştirilmesi. Küreselleşmedir, esnek/güvencesiz çalışmadır, bu meseleleri çok tartıştık ama işin böyle önemli bir yönü de var. Yasal süreçler ve engeller nedeniyle sendikalar pratikte örgütlenemiyorlar. Bizde teknik olarak patronların sendikanın aldığı yetkiye itiraz hakları ve uzun süren yargı süreçleri burada kritik. Üzerine daha açık baskı biçimi olarak polis müdahalesi geliyor. Rapordaki röportajlarda diğer ülkelerde başka ilginç örnekler var: Belçika’daki grev polisin sert müdahalesiyle karşılaşmış, Brezilya’da ise yargı çok güçlü ve müdahaleciymiş.

Bizde 2025’ten örnekler de bunu gösteriyor: On beş günlük eylem yasağı ve Mehmet Türkmen’in tutuklanması, devletin grevlere yaklaşımını özetliyor. Buna rağmen, Birleşik Metal benzer bir baskı altında, son yıllarda önemli kazanımlar elde edebildi; 2024 başında imzalanan sözleşmeler de bunu doğruluyor. Dışarıdan bakıldığında haftada bir saatlik iş bırakma eylemleri mütevazi gibi gözükseler de, işçiler gerçekten ciddi kazanımlar sağladı. Ama tabii onlar da asıl sıkıntıyı yeni işyeri örgütlemede çekiyorlar. Yani otoriterleşmenin onlardaki asıl etkisi yeni yer örgütlemenin daha da zorlaşması şeklinde kendini gösteriyor.

2023 Uluslararası Grev Raporu, 11 ülkeden grev verileri sunuyor.

Bir yanda baskılar ve devlet müdahalesi, grevlerin seyrini belirleyici hale geliyor dediniz. Öte yanda ise raporda Uruguay gibi tam tersine yüksek mobilizasyonun ve güçlü bir sendikal geleneğin öne çıktığı örnekler de var… Raporda grevler açısından Uruguay’ın çok özel bir yerde durduğunu görüyoruz; hatta sıra dışı bir örnek olarak öne çıkıyor. Sizce Uruguay’ın bu kadar dikkat çekici olmasının arkasında ne var? Onun emek mücadelesindeki bu özel konumunu nasıl anlamalıyız?

Uruguay gerçekten ilginç bir örnekmiş. 2023 yılında Uruguay’da greve çıkan işçi sayısı ülkedeki ücretli işçi sayısından fazla; yani neredeyse 1,3–1,5 kat grevci çıkıyor. Bu demek oluyor ki bir işçi aynı yıl birden çok greve katılmış. İnanılmaz bir mobilizasyon. İnsanın aklı almıyor. Arkadaşlar verileri gönderince ben bir yanlış yaptıklarını düşündüm. Kaç kere itiraz ettim filan. İkinci sıradaki Arjantin ile kıyasladığınızda da fark oldukça belirgin. Grevci işçi açısından Uruguay gerçekten çok ayrı bir yerde.

Mesela Uruguay’da 1973’te gerçekleşen darbenin yıldönümünde hâlâ genel grev yapılıyor. Türkiye’de 12 Eylül sonrasında böyle bir genel grev örgütleyemedik. Böyle bir şeye çok uzağız. Benzer şekilde, 8 Mart’ta genel grev yapıyorlar. Raporu hazırlayan arkadaşlar Uruguay’daki mücadele geleneğine vurgu yaptılar; Güney Amerika’da 1 Mayıs’ı ilk kutlayan ülke Uruguay imiş. Küçük olduğu için çok bilmediğimiz, öne çıkmayan bir yermiş.

Uruguay’da sendikalar tek bir konfederasyon çatısı altında örgütlenmiş ve bu, grevlerin etkisini önemli ölçüde artırıyor. Uzun süreli sol iktidardan sonra gelen sağ iktidarın artan saldırılarına karşı yüksek bir mobilizasyon göstermişler. Zaten 2024’te de iktidar yeniden sole geçmiş. Devletle ilişkiler açısından da ilginç bir tablo var: Devlet, sendikal harekete ciddi karşı tavizler vermiş ve sendikalı olmayan işçiler de toplu sözleşmelerden yararlanabiliyor. Teşmil denilen sistem var. Başka bir sürü ilginç uygulama var. Kısacası, Uruguay’da başka bir konjonktür görüyoruz.

Uruguay’daki arkadaşlar röportaj olarak da işte bu tek büyük konfederasyon başkanıyla röportaj yaptılar. O da çok bilgilendirici. Bizim arkadaşlar “sendikal hareketin bugün karşı karşıya olduğu temel mesele nedir?” diye sorunca, konfederasyon başkanı “ülkenin ekonomi politikaları, kalkınma planı üzerinde ne kadar belirleyici olabilecez, temel meselemiz o” diyor. Adam mealen “neoliberalizmi nasıl aşacağız, nasıl bir alternatif ekonomik model geliştirebileceeğiz, bunu iktidara gelen hükümete ne kadar dayatabileceğiz” demeye getiriyor. O aşamadalar, ama o aşama da zor tabii. “Bu koşullarda iktidara gelsek ne yapacağız?” sorusunun emek hareketi cephesinden ilginç bir ele alımı. Syriza örneği gibi olumsuz deneyimlerden sonra, neoliberalizmin herkesin elini kolunu bağladığı yönündeki yaygın kanıya karşı Uruguay burada ilginç bir ihtimale işaret ediyor gibi.

Brezilya ile kıyasladığımızda da fark belirgin: Lula, emek mücadelesini, mobilizasyonunu pek ilerletmedi, yatıştırdı, bastırdı deniyor. Güncel durumda Brezilya’daki arkadaş bugün Lula yeniden iktidara geldiği için kimse grevleri konuşmak istemiyor diyor. Yani grevler pek hoş karşılanmıyor solda bile anlamında. Uruguay’da ise emek hareketi ülkeyi neoliberalizmin sınırlarını zorlama eşiğine getirecek şekilde güçlü bir mobilizasyon kapasitesi inşa etmiş gibi görünüyor. Sanki bir partinin güdümünde gibi de değil, daha bir bağımsız. Günümüz koşullarının mümkünleri, ihtimallerine dair kıymetli bir örnek.

Otoriterleşme ile fiili grevler arasında belirgin bir ilişki var. Ekonomik talepler ön planda olsa da, artan otoriterleşme grevleri tabii ki etkiliyor. Örneğin 2015’te, Metal Fırtına’yı da kapsayan büyük bir grev patlaması yaşandı. Ancak sonrasında otoriterleşme, darbe girişimi ve pandemi gibi faktörlerle birlikte grev sayısında ciddi bir düşüş gözlendi.

Türkiye’de yasal grevlerin oldukça sınırlı olduğunu söylediniz ve fiili grevler sıkça başvurulan bir yöntem. Bu bağlamda, grevlerin süresi, öncesindeki örgütlülük ve sendikaların tutumu, ücret mücadelesini ve elde edilen kazanımları nasıl etkiliyor? Daha geniş çerçevede, bu grevler artan otoriterleşme ortamında emek mücadelelerinin dinamiklerini nasıl şekillendiriyor?

Öncelikle grevlerin süresi meselesinde şunu söylemekte fayda var. Yasal grevler uzun sürebilir ama fiili grevler doğası gereği pek uzun süremiyor. Uzun, bir haftayı geçen fiili grev deyince Metal Fırtına gibi çok epik, istisnai bir dalga aklıma geliyor ama bunun dışında genelde çok nadir. Yani fiili grev kısa bir şey zaten. Öte yandan, ben de böyle varsayıyordum ama uzun grev daha direngen grevdir, uzarsa başarı gelir gibi düşünmek pek doğru değil sanırım. Grevin uzaması işveren tarafının inadına işaret ediyor biraz. Şili’deki arkadaşlar bir makalede böylesi bir analiz yapıyorlardı ve, şu an tam sayıyı hatırlamamakla beraber, “dördüncü gün kritik, dördüncü günü geçince başarısız olma ihtimali artıyor” gibi bir şey buluyorlardı.

Otoriterleşme ile fiili grevler arasında belirgin bir ilişki var. Ekonomik talepler ön planda olsa da, artan otoriterleşme grevleri tabii ki etkiliyor. Örneğin 2015’te, Metal Fırtına’yı da kapsayan büyük bir grev patlaması yaşandı. Ancak sonrasında otoriterleşme, darbe girişimi ve pandemi gibi faktörlerle birlikte grev sayısında ciddi bir düşüş gözlendi. Bu dönemde hem grev sayısı, hem grevci sayısı, ama özellikle de kaybedilen iş günleri açısından adeta bir “krater” oluştu. Literatüre baktığımızda ampirik veriler, istatistiksel analizler, polis müdahalesi de dahil olmak üzere otoriter baskının grevleri azaltmada etkili olduğunu gösteriyor.

Öte yandan, 2022’de tekrar bir fiili grev dalgası görüyoruz. Bu örnek, ekonomik faktörlerin—özellikle enflasyonun—grevleri tetikleyebileceğini ve otoriterleşmenin tabii ki tek başına belirleyici olmadığını gösteriyor. Günümüze geldiğimizde ise, Antep örneğinde hâlâ otoriter baskının bir etkisi olduğu gözlemleniyor. Yani otoriterleşme ile fiili grevler arasında sürekli bir gerilim ve mücadele ilişkisi mevcut. Grevdeki işçilerin çoğu doğal olarak yaptıkları şeyi siyasal bir şey olarak görmese de böyle bir ilişki ortaya çıkıyor. Shorter ve Tilly, Fransa’daki grevler üzerine klasik çalışmasında mealen “her grev niyetlerden bağımsız olarak en az patron kadar devleti de hedef alır, çağırır” diyorlar. Haklılık payları var.

Yakın dönemden, 2025 başından müspet bir örnekle bitirelim: Birleşik Metal’in örgütlü olduğu dört enerji fabrikasında işçiler yasal greve çıktılar. Cumhurbaşkanlığı grevleri hemen yasakladı. Buna rağmen grevlere devam ettiler ve güzel toplu sözleşmeler imzaladılar. Bu durum, otoriter baskıya rağmen fiili grevlerin bazı durumlarda gayet etkili olabildiğinin bir diğer göstergesi.