Zalim İyimserlik üzerine

“Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği...” Geçtiğimiz yıl 28 Haziran’da kaybettiğimiz, Cruel Optimism, Desire/Love, The Hundreds gibi kitaplarıyla bildiğimiz Lauren Berlant’a göre bu zincire bir de “iyimserliğin zalimliği”ni eklemek gerekiyor. Siyasal düşüncenin kurucu metinlerinde bulduğumuz ama sonra günümüze dek uzun yıllar boyunca “unutulan”; aklın ve rasyonel eylemin karşısında bireysel, içsel, özel olanın alanına sıkıştırıldığı için siyasal/toplumsal olarak görülmeyen duyguların hiç de öyle basitçe “bireysel” meseleler olmadığını gösteren çalışmalarıyla siyasallığa ve duygusallığa dair kavrayışımızı besleyen Berlant’ı ölüm yıldönümünde, Cruel Optimism (Zalim İyimserlik) kitabı üzerine yazdığı bu kısa ama yeğin metniyle anıyoruz.

Lauren Berlant.

Zalim İyimserlik kabaca nedir?

Zalim İyimserlik, krizlerle yaşamaya ve kolektif bir “yaşam” biçiminin yıkımına, insanların gündelik yaşamda veya uzun vadede (longue durée) onları yıpratan baskılara uyum sağlamaları dramına, dünyanın artık iyi bir yaşama dönük fantezilerin sürdürülemeyeceği bir yer olduğunu fark etmenin yarattığı darbeye dair bir kitap.

Burada üç meseleye odaklanacağım. Birincisi, zalim iyimserlik kavramı (iyimserlik nedir ve bunda zalimce olan nedir). İkincisi, zalim iyimserliğin sonuçlarının kolektif olarak deneyimlendiği belirli bir sekans, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası iyi yaşam fantezisinin sonu ve ABD ile Avrupa’da neoliberalizmin yükselişi. Üçüncüsü de, tükenmişlik ve nasıl yaşanması gerektiğini bilememe krizlerinin gündelik yaşama içkin sorunlar olduğu düşünüldüğünde, travma ve ıstırapları birer istisna olarak kabul etmekten ziyade gündelik olana dahil eden bir gerçekçiliğe duyulan ihtiyaç.

Lauren Berlant’ın Cruel Optimisim [Zalim İyimserlik] kitabı, 2011 yılında Duke University Press tarafından basıldı.
“Zalim iyimserliği” en başta, erişmeyi umut ettiğimiz bir iyi olma durumunu engelleyen nesnelere bağlı olduğumuz bir ilişki türü olarak tanımlıyorum. Tüm bağlılıklar iyimserdir. Ama bu bağlılığı zalim yapan şey, bir şeyi sadece heves kaçırıcı, hayal kırıklığı yaratıcı, umutları boşa düşürücü kılan şeyden farklıdır. Kaleminiz kırılırsa “artık yazı yazamayacağım” diye düşünmezsiniz. Ancak kendi ahenginize ve potansiyelinize dair fantezilere yatırım yaptığınız bir ilişki bozulursa, işte o zaman yaşamın kendisi sarsılmaya başlar.

Karşılıklı zarar veren bir aşk ilişkisi benim en sevdiğim örnek: Seni terk ettiğimde yalnızca seni terk etmiş olmuyorum (ki bu senin aşkın benim güvenimi sarsarsa iyi bir şeydir), aynı zamanda hayata dair iyimserliğimi bir ağırlıktan da kurtarıyorum (ki bu yüzden mutsuz olsam bile seninle kalmak istiyorum çünkü fantezi sahnemin kendisini kaybetmekten korkuyorum). İşte bu açmaz, yola nasıl devam edeceğimize dair çelişkilere yol açar, çünkü kalsanız da gitseniz de büyük kayıplar kaçınılmazdır.

Zalim İyimserlik şöyle sorar: Bir işe yaramayan bu var oluş biçimlerini terk etmek neden bu kadar zor? Güvencesizlik tüm dünyada pervasızca yayılmışken insanlar neden yaşama olan güvenlerini yıpratan kurumlardan vazgeçmekten bu kadar korkuyorlar?

İşte bu yüzden iyimserliğin her türlü bağlılıkta işlediğini söylemekte beis görmüyorum: yakınlık ve cinsellikten oy verme gibi edimlere veya kapitalizmin liyakati ödüllendiren meritokratik bir sistem olduğuna dair inanca kadar…

“İyi yaşam”ın tüm bu sekanslarında, mutluluk getireceğine dair umut beslediğimiz nesneler, mutluluğun koşullarını tahrip eden nesneler haline gelir. Ancak bu nesnelerin varlığı, böylesi bir mutluluğun ihtimalini yansıtır. Ve bu yüzden bu tarz bir zararlı nesneyi kaybetmek, onun tarafından yok edilmekten daha kötü gözükebilir. İşte zalim iyimserlik budur.

Geniş açı

Benim büyük sorum şöyle: İnsanlar neden işe yaramayan hayatlardan, varoluş kiplerinden ve fantezilerinden vazgeçemiyorlar?

Bazı şeyleri iyi yaşam fantezilerimiz ile ilişkilendirmeyi nasıl öğreniriz? Bağlılık tesis etmek için daha iyi ve daha zengin varoluş biçimleri olması gerekmez mi? Hâkim normların yaşamı idame ettirmekte işe yaramaz olduklarını gösteren bunca kanıt varken, bunca insanın deneysel bir şekilde yaşamak yerine geleneksel şekilde yaşamayı sürdürecek denli çaresiz olmasını ne sağlıyor? İyi yaşamla ilgili geleneksel fikirler etimize kemiğimize nasıl kazınıyor, ve nesnelerimiz ile potansiyel gelişimimize dair içgüdüsel karayışımızda değişimi nasıl başlatabiliriz?

Bu yüzden Zalim İyimserlik’in, esas olarak, savaş sonrası ekonomisi balonuna üflenen iyimserlik gazı için tesis edilen iyi yaşam ideolojileriyle ilgili olan duygulanımlar ve bilinçdışı fanteziler hakkında bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bizi aynı anda hem besleyen hem de zayıflatan demokrasi, emek, sevgi ve yakınlık edimleriyle ilgilenmemin nedeni de bu.

Bu çalışma için bir dizi başka çalışma bir bağlam yaratıyor. Burada üç tanesine değineceğim: Marksist eleştirel teori, kuir teori, bireysel ve kolektif arzuyu açıklamak için psikanalizden, felsefeden, ve kitle toplumu teorisi ile (feminizm, travma çalışmaları vs. aracılığıyla) bedensel varoluş fenomenolojisinden yararlanan Frankfurt Okulu.

Duygulanım teorisyeni olarak tedrisatım sahiden de Marksist eleştirel teoriden, özellikle de Raymond Williams, Georg Lukács ve Fredric Jameson’dan geçti. Sonrasında Frantz Fanon okumak ise aklımı başımdan aldı.

Birçok insan Marksizmi kapitalist değer üretimi ve sömürü süreçlerine odaklanan, duygulanıma herhangi bir hassasiyeti olmayan bir analiz tarzı olarak kabul ediyor. Ama Marksist düşünce aynı zamanda fantezilere, duyularımızın ve sezgilerimizin mülkiyet, emek, dünyadan zevk alma ve bir şeyleri hak etmeye dair varsayımlarımız ölçüsünde nasıl değişip dönüştüğüne dair de güçlü bir açıklama zemini sağlamıştır.

Diyaloğa girdiğim teorisyenler sanatı yapısal toplumsal ilişkilerin öznel ve içgüdüsel yönlerini açığa çıkaran bir ortam olarak görüyorlardı. Sanat eserlerini, çelişkili bir halde yaşamayı sürdürebilmek adına yaptığımız fantezi düzeyindeki çözümler de dahil olmak üzere, çeşitli kuvvetlerin bir araya geldiği ve görünürlük kazandığı bir ortam olarak okuruz. Fanon, sömürgecilik düzeninde bedenlerin ve zihinlerin nasıl “sömürgeleştirildiğini”, iktidarın olumsuzlayıcı imajları ve potansiyel olarak bastırıcı çelişkileri karşısında kendi yollarını bulmak zorunda kalarak nasıl aşağılanıp şekillendirildiklerini anlatmıştı.

Ben de bu şekilde daha en baştan özel/kamusal, kişisel/kişisel olmayan, özne/yapı gibi ayrımların, dünyanın işleyişinin sahte temsilleri olduklarını düşünmeyi öğrendim. Feminizmin “kişisel olan politiktir” düsturu da, iktidarın edimlerimize ve fantezilerimize, başkalarına, kendi emeğimize, dünyayla kurduğumuz ilişkilenme biçimine olan bağlılığımıza nasıl sızdığını fark edebilen bir düşünme biçimi geliştirmeme yardımcı oldu.

Kuir teori bu süreçte oldukça önemli bir gelişmeydi. Kuir teoriye aşina olmayan okuyucular için diyebilirim ki, kuir teori heteroseksüel olmayan kimliklerin daha havalı, daha iyi, daha zengin olduğunu veya özel bir yeri hak ettiğini iddia eden bir program değildir.

Meselenin iki yönü var: Geleneksel arzu kalıpları ile bunların normlar tarafından idare edilme ve şekillenme biçimleri arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmak; ve henüz farkında olmadığımız bağlılık kalıplarına, cinsellik ve yakınlığın [intimacy] bizi hayata bağlayan geniş bir sosyal ilişkiler alanında sahnelendiği kalıplara odaklanmak. Arkadaşlık, müdavimlik, komşuluk, takılmak, eski-sevgililik, içli dışlı olmak; cinsiyet disforisi, veya sadece gey ya da heteroseksüel olmak – tüm bunlar birçok nedenin bir sonucu ve karmaşık, içten [intimate] bir dünya yaratım pratiği olarak görülüyor. Bunun teorisyenleri olarak Judith Butler, Michael Warner, Eve Sedgwick, Gayle Rubin, Jack Halberstam, Elspeth Probyn, Jose Munoz, Jasbir Puar diğer pek çokları sayılabilir.

Başka bir şekilde söylersek, kuir kuram, cinselliği kuşatıcı, kapatıcı bir kimlikten ziyade bir süreç olarak görür. Bu, kişinin bağlılık kalıplarının eylemine ve gelişimine sürekli olarak katılması gerektiği anlamına geliyordu. Bu arzu nesnesi neyi temsil ediyordu? Söz gelimi, heteroseksüel bir kadın tüm erkekleri arzulamaz, sadece bazılarını arzular: Öyleyse neden cinselliği gündelik yaşamın yasalarına, normlarına, kazalarına ve olaylarına göre zamanla gelişen bir modelin veya tarzın tarihi olarak yeniden düşünmeyelim ki?

Tüm bunları disiplinler arası bir çalışma ile fark ettim: antropoloji, Avrupa sosyolojisi, psikanaliz, yapısöküm ve estetiği kuşatan bir dizi alandan, ayrıca feminist ve kuir aktivizmden beslendim.

Bütün bunlar Zalim İyimserlik’in arka plan bilgisi: odak noktası bunu detaylandırmak değil.

Yakın plan

Bazen benimkisi gibi bir kitap insanlara, eğer bahsi geçen filmleri, romanları veya vakaları bilmiyorlarsa, bir bölüm bile okuyamayacaklarını veya kitabın iddialarını değerlendiremeyeceklerini hissettiriyor. Bu teorik bir kitap ancak savunduğu fikirleri etrafımızda cereyan eden birçok süreçten – bağımlılık, emek, fantezi ve yakınlık süreçleri –  damıtarak süzen, politik ve estetik örneklerle de bu fikirleri destekleyen bir kitap.

Umarım hikâye anlatıcılığım, düşünceyi kışkırtan sahneyi veya durumu hayal etmenizi sağlayacak kadar iyidir: insanlar genellikle metinlerimi yavaşça, hülyalı bir şekilde, bir şeyleri kafalarında eğip bükerek okur.

Anlattığım sahnelerin kafanızda soru işaretleri yaratmasını umuyorum. Eğer okurken sorular daha hayati ve ilginç hale gelirse, işte o zaman vazifemi yerine getirmişim demektir. Eğer okurlar sonrasında yaşamlarında bu sorularla karşılaşırsa, bunlarla ilgili olarak farklı düşünme ve eyleme biçimleri geliştirebilirler.

İlişkinin dinamiğini değiştirmek aslında bazı şeyleri önemli ölçüde değiştirebilir; benim de dünya yaratmanın etkisine dair umudum budur. Duygusal anlamda oldukça yüklü bir zamanda yaşıyoruz: İlişkisel duygu çalışmasının tendonlarımızı nasıl şekillendirdiğini fark etmek, neler olup bittiği, nelerin tekrar ettiği ve nelerin mümkün olduğu hakkında birçok şeyi açıklığa kavuşturabilir.

Kitabın meydan okuduğu şeylere bir örnek, “normativite” tartışması. Bazıları normları ve gelenekleri, özgür insanların arzularının haksızca disipline edilişi veya hayal gücü kıt, banal klişeler olarak düşünüyor. Normlar çoğu zaman böyledir, ve gelenekler çoğu zaman karmaşıklığı basitliğe indirger. Fakat yine de normlar ve gelenekler basit bir yaşama giden yolu sunan haritalar da değildir: bunlar, geleceğe yönelik bir payandadır, özellikle de dünya ile olan bağları gevşek veya güvencesiz olan birçok insan için.

Bu kitap ayrıca arzu nesnelerinin hayatta kalma gayesinden daha fazla bir anlam taşıdığını da savunuyor. Bir norma veya geleneğe bağlı olmak demek, aynı zamanda hayatın gelişip serpilerek ilerleyebilmesi için yeterince istikrarlı olan bir yönelimi de sürdürme girişimi demektir. Örneğin, kitabın Rosetta bölümünün 166-169. sayfalarına bakın, ki zaten diğer birçok bölüm gibi bu bölümün tamamı da bu mesele ile ilgili aslında.

Birisinin toksik normlara olan itimatı nasıl engellenir? Two Girls, Fat and Thin ve Intuitionist bölümleri, alışkanlıkların nasıl oluştuğu, onlara nasıl bel bağlandığı ve onların nasıl kesintiye uğratıldığını inceliyor (besinler, muhabbet, yolculuk vs. üzerinden).

Bu kitaptan öğrendiğim bir diğer şey ise, iyimserliğin rahatsız edici ve çoğu zaman da katlanılmaz bir şey olduğu fikri. Giriş, kitabın adını taşıyan bölüm ve “Desire for the Political” isimli son bölüm, sanat ve iyimser olmanın politik tekniklerine, ve ayrıca aidiyet duygularının [affect] ırksal, cinsel ve ekonomik dağılımına dairdir.

Sanata pek de meyilli olmayan insanlar içinse, “Slow Death” bölümü obezite salgınını egemenlik ve sorumluluk açısından ele alıyor. Kapitalist modern çalışma hayatının üzerimizdeki baskısı, hayatta kalmamızı sürdürmek için minik zevklere yatırım yapmamız hususunda bizi ne kadar zorluyor? Yaşam sürecinde fiziksel ve zihinsel sağlık arasındaki ilişki nasıldır?

Ve son

Birçok insan kitaplarımı, yapısal eşitsizliğin duygulanımsal boyutlarını anlamak için okuyor: Bu, Zalim İyimserlik’te yaşamı sürdürme umutlarına duyulan iyimserlikteki bir kriz olarak deneyimleniyor.

Aslında, yaraları sarılmış bir dünyayı hayal etmekte oldukça zayıfım. En iyi sunabildiğim şey, yıpratıcı bir krizin titreşimleri karşısında insanları neyin sıkışmış, çıkmazda hissettirdiğine dair tasvirlerdir. İnsanlar kitabı, %99’un duygulanımsal sicili olarak gördüler: Ve bence bunun bir haklılığı da var, çünkü Raymond Williams’ın tarihsel şimdiki zamanın bireysel, kolektif ve politik yaşam boyunca hareket eden “duygu yapısı” dediği şey de böyle bir şey.

Zalim İyimserlik, güvencesiz bir kamusal alanın yükselişinin izini sürüyor. Dünyayı bir çıkmaz içinde ve normatif iyi yaşam yapılarının ötesinde, insanların yaşamın tam ortasındayken onu anlamlandıran bir yaşam biçimini hayal etmekte zorlandıkları bir durumda görüyor. Yaşamın şekli ve saçaklanmasıyla ilgili yoğun bireysel duyguların aynı zamanda kolektif olduğunu ve ekonomik krizin, fantezinin yeniden üretimindeki krizle buluşmasıyla ilgili olduğunu söylüyorum. Bundan, “iyi yaşam” biçimlerinin azalması ve zayıflaması olarak söz ediyorum.

Bu kavramlar benim için önemli, zira daha iyi bir iyimserlik için daha iyi nesneler istiyorum (işte bir slogan!). Ancak buna erişebilmek için, tarihsel şimdiki zamana ilişkin analizlerimizi, krizin bizi kayıtsızca meşgul olmaya zorladığı keşif moduna taşımamız gerekiyor. Bu, güvence aramanın değil denemenin zamanı (ki bu, şeyleri şu anda olduğundan daha kötü bir hale getirmeyecek) – başarısızlığa karşı sabırlı olmanın, belki işlemeyecek olsa dahi yeni yaşam biçimleri denemenin zamanı. İçinde bulunduğumuz çıkmazı, daha iyi yakınlık ve emek rejimlerini nasıl hayal edebileceğimiz hakkında bir şeyler öğrenmek adına fırsata dönüştürme zamanı.

Kapitalizmin krizi, zamanımızı daha da sertleştirdi, zorlaştırdı: İnsanlar her yerde, bunun her biri için çok farklı izahları olsa bile, yaşamın arızaları ve sosyal kırılganlık karşısında senkronize bir şekilde duygulanıyorlar. Bu farkındalık bazen dayanılmazdır ve şiddet üretir, zira değişim ve kayıp, bunlara maruz kaldığımız sırada çoktan meydana geldiğini bilsek de yine de inanılmaz ve dayanılmazdır. Zalim İyimserlik bir yaşamın ne olduğu ve olması gerektiği konusunda yeni farkındalıklar oluşturmaya zorlayan adaptasyon olaylarını – bilinç ve dolayımlı yaşam olayları – tarihe kaydetmeye çalışıyor.


*İlk olarak 2012 yılında Rorotoko‘da yayımlanan Lauren Berlant’ın bu metnini Mustafa Çağlar Atmaca çevirdi.