Yaşamımızdaki ve toplumsal hayattaki rolü düşünüldüğünde, hane halkının geceyi geçirdiği, yediği içtiği yer olmanın ötesinde ‘konut’un anlamı nedir?
Konut dediğimiz şeyin toplumsal anlamda ne ifade ettiğini tanımlamaya çalışacak olursak, aslında başımızın üstündeki çatı olmasının ötesinde birçok anlamı olduğunu söyleyerek başlayabiliriz. Konut, en temel ihtiyaçlarımızdan biri olmakla birlikte aynı anda hem güvenli, korunaklı, huzurlu bir alan hem de şiddetin mekânı olabiliyor. Bir yandan lüks tüketim nesnesi, bir yatırım aracı, diğer yandan borç veya ekonomik külfet; dayanışmayı kuran, güçlenmemizi sağlayan ilişki ağlarını ördüğümüz ama aynı zamanda da dışlanmamıza yol açan bir mekân.
Dolayısıyla mekâna ve konuta erişim dediğimiz şeyin kendisinin eşitsizliklerle, adaletsizliklerle doğrudan bir bağı var: Eşitsizlikleri ortaya çıkarıyor, derinleştiriyor ve yeniden üretilmesinin aracı haline geliyor. Bunu örnekler üzerinden açmak gerekirse üzerine çokça analizin yapıldığı, şu anda da deneyimlediğimiz pandemi sürecini ele alabiliriz. Karantinanın “evde kal, güvende kal” gibi bir sloganı vardı. Fakat karantinada olabilmek bile sınıfsalken aslında şunu gördük: Evinde kalabilenler için de birçok adaletsizlik gün yüzüne çıkmış oldu. Beklenen deprem gerçeğine rağmen evlere kapandık ama herkesin depreme dayanıklı konutu yoktu. Gelir güvencesi olmayanlar kirasını nasıl ödeyeceğini düşünür oldu. Süregiden inşaat furyasına rağmen erişilebilir standartlarda konut bulunamıyor ya da yalnız yaşayan, gelir güvencesi olmayan kadınlar güvencesiz konutlara mahkûm olarak baskıya, tacize açık hale geliyorlardı.
İngiltere’de yapılan bir araştırma, pandemi sürecinde kirasını ödeyemeyen kadınlardan ev sahiplerinin kira karşılığında seks talep ettiğini ortaya koyuyordu. Bir başka örnek, mültecilerin Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da konut bile olmayan dükkândan bozma rutubetli sağlıksız mekânlarda yaşamasıdır. Mülteciler, sırf bu sebeple bütün aile bireylerinin kronik sağlık sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Sonuç olarak belki şunu söylemek gerekir: Mekâna erişim, kentsel hizmetlerden ve kamusal mekânlardan adil bir biçimde faydalanmak toplumsal adaletin tesisi için temel gerekliliklerden biri.
Konutu toplumsal bağlamda düşündüğümüzde, sadece fiziksel ya da mimari özellikleri üzerinden değerlendiremeyiz. Bu sebeple güvenli, sağlıklı, erişilebilir, ‘yaşanabilir’ dediğimiz niteliklerdeki konutun bir insan hakkı olduğunu savunuyoruz. Uluslararası hukukta ve Türkiye anayasasında da konut bir insan hakkıdır. Bu noktada belki bu hakka kimlerin erişimi olduğu, bu erişimin önünde ne gibi engeller bulunduğu gibi soruları çoğaltabiliriz.
Konutun bir “insan hakkı” olması ne demek? Bir konutun “yaşanabilir” olmasını belirleyen kabul edilmiş kriterler var mı?
“Konut bir insan hakkıdır” dediğimizde, yaşanabilir bir konutun koşullarının ve ulaşılabilirliğinin herkes için garanti altına alınması gerektiğini, konuta adil erişimin şart olduğunu söylemiş oluyoruz. BM Yaşamaya Elverişli Konut Hakkı Raportörlüğü, sürdürülebilir, insanlık onuruna yaraşır bir yaşam için konutun gerekli koşullarını şu 7 madde ile tanımlıyor: (i) Yerinden edilme endişesi bulundurmaması, (ii) kentsel hizmetlere erişimi olması, (iii) konut masraflarının temel ihtiyaçlardan feragat etmeden ödenebilir olması ve hane gelirinin %30’unu aşmaması, (iv) farklı gereksinimi olan grupların ihtiyacına cevap vermesi, (v) mimari tasarımıyla sağlıklı ve yeterli bir yaşam alanı sunması, (vi) sosyal-kültürel olanaklara, sağlık hizmetlerine, temiz gıdaya rahat ulaşılabilir konumda olması ve (vii) bulunduğu çevreyle kültürel biçimde uyumlu olması.
Türkiye’ye baktığımızda, T.C. Anayasası 57. Madde ise şöyle diyor: “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” Yani anayasadaki madde konuta erişime dair herhangi bir şey söylemiyor, sadece bunun bir hak olduğunu söylüyor; ancak içeriğine dair herhangi bir ipucu yok. Birleşmiş Milletler’in yaptığı tanım, konutu bina özelliğinden çıkarıp diğer birçok hakla birlikte kapsayıcı bir çerçeveden ele alıyor. Bu açıdan kıymetli ama tabii ki BM’nin yaşamaya elverişli konut tanımının her yere aynı şekilde uyarlanabileceği gibi bir şey de söz konusu olamaz. Türkiye bağlamına baktığımızda belki başka açılardan yorumlamak gerekir. Ama konuta dair hak temelli bir anlayışı oturtabilmemiz ve onu diğer eşitsizliklerle ele alabilmemize olanak sağladığı için biz bu tanımı değerli buluyoruz.
Günümüzün konut rejimini tarif ederken sıkça “emlak olarak konut” tabirine başvurulduğunu görüyoruz. Konutun bir gayrimenkule, finansal spekülasyon aracına, alınıp satılabilen bir metaya dönüşmesine koşut bir biçimde toplumsal bir pozisyon olarak kiracılık da dönüşüyor; tabiri caizse güvencesizleşiyor. Piyasada işlem gören bir mal olarak konut, kiracılığı nasıl etkiliyor?
Bugüne baktığımızda konut akıllarda en önce bir yatırım aracı; birikimi değerlendirmek, çocuklara miras bırakmak veya üzerinden kazanç sağlamak gibi işlevler üstlenen bir gayrimenkul olarak beliriyor. Konutun değişim değeri üzerinden gördüğü rağbet, kullanım değerini baskılıyor. Konut her şeyden önce, mülk edinilsin veya edinilmesin, herkesin adil bir şekilde erişebilmesi gereken bir hak. En temel ihtiyaçlardan bir tanesi olduğu ölçüde de mülkiyet ilişkilerden bağımsız olarak nitelikli yaşam şartlarını sunması şart.
Türkiye’de konut üretimi, kullanım değerinden ziyade değişim değeri üzerinden ve piyasanın dinamikleriyle şekilleniyor. Böylece, yaşanabilir konutun sunması gereken nitelikler piyasa koşullarında pazarlık edilebilir hale geliyor. Mesela depreme dayanıklı bir bina inşasında hanenin ihtiyacı olan mekânsal kullanım gereksinimleri göz ardı ediliyor veya erişilebilirlik standartları sırf daha fazla yapım maliyeti olduğu ve daha fazla alan kullanımı gerektirdiği için gerçekleştirilmiyor. Sonuçta, elimizde depreme dayanıklılık standartlarını karşılayan ama en az onun kadar gerekli diğer niteliklerden yoksun bir konut olmuş oluyor. Konutun mülkiyet ilişkileri üzerinden anlam kazanması yaşanabilir konut hakkına erişimi sınırlıyor.
Bu çerçevede kiracıların en dezavantajlı grup olduğunu söyleyebiliriz. Konut sahipliği nasıl bir teminat, yatırım, güvence olarak görülüyorsa kiracı olmak da bir tür güvencesizliği beraberinde getiriyor. O geçicilik hâlinin, kalıcı olamamanın, keyfî uygulamalara maruz kalmanın yarattığı bir güvencesizlik var. Bunun üzerinden kırılganlık büyüyor.
Kiralık konutu da aslında sadece fiyat üzerinden değil; sağlıklı olması, yeterli alan ve nitelikli mekân sunması, ulaşılabilir konumda olması gibi birçok özelliği ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Bu yüzden aslında bütçemizin uygun olduğu konuta razı olmamız gerektiği varsayımıyla hareket etmek yerine, bu özelliklerin hepsini barındıran konutu talep etmemiz gerek. Bunun bir hak olduğu, mülküm olsa da olmasa da, ben bir ev sahibi değil kiracı olsam da bu hakka erişmem gerektiği fikrini yaygınlaştırmamız gerekiyor.
Bir yandan konut stokunun sayısı giderek azalırken diğer yandan konutların kalitesinin de düştüğünü ama kiraların artmaya devam ettiğini görüyoruz. Buna rağmen mevcut konut krizi iktidarın gündeminde hiç yokmuş gibi görünüyor, şu anda bu konuda herhangi bir kelam duymak çok zor. Bu kadar bariz olan bir probleme dair bir çözüm iddiasında olmamak, konutu aslında rant aracının ötesinde görmüyor olmak ve bütün dezavantajlı grupların daha da kırılganlaşmasına göz yummak demek oluyor açıkça.
Türkiye’de özellikle son aylarda yaşanan agresif kira artışı ve güncel konut krizinin mevcut görüntüsüne dair neler söyleyebilirsiniz? İlerleyen günlerde bizi ne bekliyor?
Kira sorunu tabii konut sorununun çok yakıcı bir gündemi şu anda. Öncelikle, her şeyden faydalanmaya hakkımız olduğunu, bunu talep etmemiz gerektiğini vurgulamak ve tam da bu nedenle kiralık konut problemini tek başına ödenebilirlik çerçevesinde tartışmamak gerekiyor.
Türkiye’deki güncel kira sorununa baktığımızda kiraların artışını bu noktaya getiren birkaç kırılma yaşadığımızı söyleyebiliriz belki. Biraz İstanbul özelinde anlatacak olursak, örneğin 2019 Eylül’de yaşanan depremin yeni binalara olan talebi arttırdığını söyleyebiliriz. Sonra 2020’de de pandemi geldi. Karantinayı evde geçirenlerimiz biraz konutu böyle yatmadan yatmaya değil de aslında her yönüyle deneyimlemek mecburiyetinde kaldı. Konutun sadece ödediğimiz kira anlamına gelmediğine, birçok başka niteliği de olduğuna dair farkındalığımızı geliştirdi bu bana kalırsa. Bazılarımız, şikâyet ettiği şeyler olsa da oturduğu eve razı olurken, bazılarımız da kendi bütçesi çerçevesinde pandemi koşullarını rahat atlatabilecekleri evlere yöneldi. Bu durum nitelikli konuta erişimin ne kadar adaletsiz olduğunu da gün yüzüne çıkardı.
Pandeminin başında biz Mekânda Adalet Derneği olarak insanların yaşadıkları yere dair ihtiyaçlarını, beklentilerini anlamak üzere Nasıl evlerde kalıyoruz? başlıklı bir anket yapmıştık. Aldığımız cevaplar çok çarpıcıydı. En başta kiracı olmanın kendisi bir sorun olarak görülüyordu. “Evinize dair neyi değiştirmek istersiniz?” sorusuna, “Kiracı olmak istemezdim.” diye cevap aldık mesela. Kiracılığın ne kadar güvencesiz bir pozisyon olduğunu, böyle algılandığını ve deneyimlendiğini de çarpıcı bir şekilde gösteriyor bize bu. sahibinden.com’da Yaşanabilir Konut Aramak başlıklı araştırmayı yapmamıza da 2019’daki deprem sonrasında ekibimizdeki arkadaşların harıl harıl ev arayışına girmesi vesile oldu. Gerçekten o sorunu hem yaşayan hem araştıran olarak oldukça karmaşık ruh halleri yaşadığımız bir süreçti. Şunu anladık ki aslında sürekli bir seçim yapmak zorunda kalıyoruz. Kriterlerimiz hep bir şeylerden feragât etme üzerine kurulu. Mesela merkezde bütçene uygun ev istiyorsan eski bina olmaktan başka pek bir şansı yok; bunun yerine çeperde biraz daha nitelikli bir konutta oturmak istiyorsan da günde 4 saatini yolda geçirmeyi göze almak zorundasın. Biz de kendi deneyimimizden yola çıkarak sahibinden.com’daki kiralık konut ilanlarını inceledik. Bu araştırmayı yaparken ısınmanın konforlu olması, güvenli olması, inşaatın 2008’deki deprem yönetmeliğine uygun yapılması veya dairenin ışık alması, temiz hava alması gibi kriterler belirleyip sahibinden.com’daki arama filtreleriyle kıyasladık. Ortaya çıkan tablo gösterdi ki -Mart 2021 verilerine göre- kiralık konut stokunun yalnızca %2’si yaşamaya elverişli konut kriterlerini karşılıyordu.
Bir yandan konut stokunun sayısı giderek azalırken diğer yandan konutların kalitesinin de düştüğünü ama kiraların artmaya devam ettiğini görüyoruz. Buna rağmen mevcut konut krizi iktidarın gündeminde hiç yokmuş gibi görünüyor, şu anda bu konuda herhangi bir kelam duymak çok zor. Bu kadar bariz olan bir probleme dair bir çözüm iddiasında olmamak, konutu aslında rant aracının ötesinde görmüyor olmak ve bütün dezavantajlı grupların daha da kırılganlaşmasına göz yummak demek oluyor açıkça.
Şu anki tabloya bakarak gelecek günlerin umut vadettiğini söylemek biraz zor. Hem döviz kurlarındaki dalgalanma hem ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşanan depremler hem de devam eden pandemi koşulları, konutun ekonomisinin iyileşeceğine işaret değil. Diğer yandan konutu özel mülk kategorisinde değerlendiren bakış açısının değişmemesi, hak ihlallerinin süreceğinin de göstergesi.
Dönem dönem, dünyanın çeşitli yerlerinde doğrudan konut odaklı toplumsal hareketlerin yükseldiğine de tanık oluyoruz. Geçtiğimiz aylarda Berlin’de gerçekleşen referandum bunun bir örneği. Türkiye’de de konut sorununun bu kadar yakıcı bir gündem hâline geldiği bir konjonktürde ne gibi mücadele yöntemleri olabilir, toplumsal muhalefete düşen nedir?
Konut hakkı mücadeleleri arasında Berlin örneğini ele alabiliriz. Berlin’de kiracı hakları, sosyal konut, zorla tahliyeler, ödenebilir konuta erişim konularında 1888 yılından beri çalışan Berlin Kiracılar Derneği bulunuyor. Böyle güçlü bir sivil toplum örgütünün bulunmasının yanı sıra önemli bir toplumsal muhalefet de var. Yükselen kiralara, yerinden edilmelere karşı birlikte mücadele için protestolar gerçekleştiriyorlar. Yakın zamanda emlak şirketlerinin yarattığı kira rantına karşı Expropriate Deutsche Wohnen & Co isimli bir girişim kuruldu ve konutların kamulaştırılması talebiyle referandum yapıldı. Referandum kazanıldı ve kanun hazırlığı bekleniyor. Berlin’de Ocak 2020’de yürürlüğe giren, kiralara üst limit getirilmesi ve 5 yıl zam yapılmaması kararı ayrıca önemli bir örnektir. Ancak Federal Anayasa Mahkemesi bu kararı, anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle 2021’de bozdu.
Şu anda Türkiye’ye baktığımızda ise konut meselesi bu kadar yakıcı olmasına karşın artık duruma razı olduğumuz gibi bir tablo gözüküyor sanki. Bu noktada hakikaten önce ilk adım, konut dediğimiz şeye dair bakışımızı derinleştirmek, onun yaşadığımız eşitsizliklerin bir parçası olduğunu ve aslında o eşitsizlikleri perçinleyen bir tarafı olduğunu da görmek, göstermek, ondan sonra da toplumsal muhalefetin güçlenmesini sağlamak yapılması gereken şey herhâlde. Özellikle sivil toplum kuruluşlarına düşen galiba bu. Özellikle kira sorununa dair tıpkı Berlin örneğinde olduğu gibi öz örgütlülük oluşturmak ve konuta adil erişimi yasal olarak garanti altına alacak çözümler için mücadele etmemiz gerek.
Kamusal mekânı, gündelik hayatın aktığı, sıradanlığa, çeşitliliğe, birlikteliğe, karşılaşmalara imkân tanıması gereken alanlar olarak düşünmemiz gerekiyor. Belki tam da bu özelliği sebebiyle kontrol edilmek, kontrol altında tutulmak istenilen alanlar. Bu kontrol ve sınırlamanın aktörünü yalnızca devlet aygıtları olarak da düşünmememiz lazım. Bugün sermayenin kendisi çoğu zaman bu kontrolün bir parçası, öznesi hâline geliyor.
Türkiye’de kentsel mücadelelerin ve kent gündeminin ayrılmaz bir parçası uzunca bir süre kentsel dönüşüm projeleriydi. Belki de hâlâ öyle. Kentsel dönüşüm hem kentsel fiziki çevreyi hem de toplumsal kompozisyonu yoğun ve yıkıcı bir şekilde etkileyen bir operasyon. Bunun ceremesini çekenlerin de alt sınıflar ve kentin her anlamda ötekileri olduğunu biliyoruz. Yukarıdaki soruyla da bağlantılı olarak kentsel mekân üzerinden hem mütemadiyen rant üreten hem de bir yandan kentsel mekânı hijyenize eden tüm bu süreçlerin bilançosu nedir?
Kentsel dönüşüm uygulamaları herhalde son 20 yılın kentleşme sürecinin en önemli parçası. Fakat talihsiz olan şu ki, görünürde kentleri dayanıklı hale getirmek amacıyla girişilen bu uygulama günün sonunda başka pek çok adaletsizliğin üretilmesine sebep oldu. Sizin de biraz önce bahsettiğiniz zorla tahliyeler, alt sınıfın yaşam alanının zorla ellerinden alınması, kentsel dönüşüm sonucunda üretilen bu güvenli konutlara erişimin adil olmaması aslında kentsel dönüşümün kendisinin bir rant üretme modeline dönüşmesinin ve bu minvalde ortaya çıkan ekonomik eşitsizliğin bir sonucu.
Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve İyilik Hâli başlıklı bir rapor yayımladık. Kentsel dönüşüme bir halk sağlığı problemi olarak bakarsak neler görürüz sorusuyla yola çıkmıştık. Bu işe girişmemizin bir ayağı da MAD ekibi içindeki arkadaşlarımızın yıllardır adaletsiz kentsel dönüşüm sürecine karşı mücadele veren mahallelerle dayanışma göstermiş olmalarıydı. Aslında oradaki tanıklığımız, gözlemlerimiz üzerinden yapmak istediğimiz bir çalışmaydı bu bizim. İnsanların ellerinde kalan, tutunabildikleri şey konutları ve yaşadıkları mahalle. Üzerlerindeki baskı o kadar fazla ki ruh sağlığı problemleri yaşayanlar, baskıya dayanamayıp kalp krizi geçirip hayatını kaybedenler bile var. Diğer yandan bu kadar uzun soluklu bir mücadeleyi hem maddi hem manevi olarak sürdürmek zorlayıcı. Biraz bu meseleyi araştırmak istedik.
Burada ‘iyilik hâli’ kavramını kullanmamızın sebebi de kavramın sadece bir hastalığın bulunmaması anlamına gelmemesi. Beden ve ruh sağlığımızı etkileyen, bugün mevcut olan ve gelecekteki olası koşullara vurgu yapıyor. Bir de kentsel dönüşümde bizim gözlemlediğimiz şey, meselenin sanki sadece ev sahibi ve müteahhitin anlaşmasından ibaretmiş, ortada başka hiçbir aktör yokmuş gibi sunulmasıydı. Bir inşaat başlar ve biter, kentsel dönüşüm olmuştur ve bitmiştir gibi bir algı hâkim. Ancak başka birçok aktör ve bu süreçten etkilenen bir sürü insan, toplumsal grup var. Sadece ev sahibinin veya müteahhitin problemi olmanın çok ötesinde.
Bu bağlamda şunu da görmüş oluyoruz ki kiracılık güvencesiz bir alan evet, ama ev sahiplerinin de hayatı güllük gülistanlık anlamına gelmemeli bu. Kiracılığın karşısına ev sahipliğini koyuyormuşuz gibi bir bakış da üretmeyelim. Çünkü ev sahibi olmak da çoğu zaman beraberinde borçlanmayı getiren bir durum veya aynı şekilde yine yaşanabilir nitelikte bir eve sahip olduğun anlamına da gelmiyor örneğin.
Yaptığımız çalışmada kentsel dönüşümü öncesi, sırası ve sonrası olmak üzere üç aşamada inceledik çünkü her bir aşamada aslında bambaşka sorunlarla karşılaşıyorsunuz. Mesela, öncesi dediğimiz süreçte, bu dezavantajlı mahallelerde insanların üzerindeki baskı travmalar, stres bozukluğu gibi sonuçlara yol açıyor. Dönüşüm sırasında inşaatlar sebebiyle kullanımı sınırlanan alanlar, kent hayatını sekteye uğratıyor. Sonrasında inşaatı tamamlanan bu lüks rezidanslara yerleşen mahalle sakinleri karşılanması güç bedellerle site aidatları gibi ekonomik sorunlarla baş başa kalıyor. Hatta ya borçlanıyor ya da zaten orayı terk etmek zorunda kalıyor. Yine eninde sonunda o yerinden edilme bir şekilde gerçekleşmiş oluyor. Bunun gibi pek çok farklı toplumsal grubun pek çok farklı hak gasbına uğradığından bahsedebiliriz.
Bu bağlamda şunu da görmüş oluyoruz ki kiracılık güvencesiz bir alan evet, ama ev sahiplerinin de hayatı güllük gülistanlık anlamına gelmemeli bu. Kiracılığın karşısına ev sahipliğini koyuyormuşuz gibi bir bakış da üretmeyelim. Çünkü ev sahibi olmak da çoğu zaman beraberinde borçlanmayı getiren bir durum veya aynı şekilde yine yaşanabilir nitelikte bir eve sahip olduğun anlamına da gelmiyor örneğin.
Peki, bu ‘iyilik hâli’ kavramı kentsel kamusal mekânlar için de işlevsel olabilir mi? Kamusal mekânların soylulaştırılması ve metalaşması bir yanda, kent meydanlarındaki polis ablukası öte yanda…
Örneğin pandemi, açık kamusal alanlara en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardı herhalde. Bütün yaş grupları için, toplumsal gruplar için orada bulunmak bir ihtiyaç hâline geldi. Daha önce sadece boş vakit geçirirken ya da gelip geçerken deneyimlediğimiz mekânların aslında gerçekten yaşamın bir parçası olması gerektiği fark edilmiş oldu. Bu açıdan kentsel kamusal alanlara sahip çıkmanın önemi bana kalırsa daha da anlaşıldı. Kamusal mekân dediğimiz şey kentteki en önemli müşterek mekânlar. Hem boş vaktimizi değerlendirdiğimiz, keyifli vakit geçirdiğimiz ya da öte yandan evsiz insanların, sokak hayvanlarının doğrudan yaşam alanı olan, aynı zamanda hak talebini yükselttiğimiz protesto mekânları olarak da işleyen, kendimizi görünür kıldığımız yerler bunlar. Dolayısıyla iyilik hâlimizle doğrudan bir ilişkisi var bu mekânlara erişimimizin. Çünkü kendimizi gerçekleştirebildiğimiz mekânlar oralar; sesimizi yükselttiğimiz, bir arada bulunduğumuz, birbirimize temas ettiğimiz… Bunların olanaklarını taşıyan mekânlar.
Kamusal mekânların sınırlanması üzerine de birkaç bir şey söyleyelim. Aslında bu yasaklamalar ve kamusal mekânların sınırlandırılması, kent yönetimlerinin bugüne kadar en çok karşılaştığımız uygulamalarından. Bunu da yalnızca devlet zaptı, polis ablukasından ibaret düşünmemek gerekiyor aslında. Kent mobilyası tasarımından, bir meydanın mimari projesine kadar birçok çeşitli aracı var bu sınırlamaların. Kamusal mekânı, gündelik hayatın aktığı, sıradanlığa, çeşitliliğe, birlikteliğe, karşılaşmalara imkân tanıması gereken alanlar olarak düşünmemiz gerekiyor. Belki tam da bu özelliği sebebiyle kontrol edilmek, kontrol altında tutulmak istenilen alanlar. Bu kontrol ve sınırlamanın aktörünü yalnızca devlet aygıtları olarak da düşünmememiz lazım. Bugün sermayenin kendisi çoğu zaman bu kontrolün bir parçası, öznesi hâline geliyor. Önümüzde en güncel örnek olarak Galataport var.
Galataport meselesinde itirazın merkezi nedir peki?
Galataport’un olduğu yer eskiden yük boşaltılan, depo olarak kullanılan alanlardı. Kimsenin erişimi yoktu oraya, yine denizi göremiyorduk. Bu nedenle itirazın temeli de zaten “eskisi gibi olsun” değil. Bu mücadelenin sermaye tarafından çarpıtılan noktaları var. “Artık denizi görebiliyoruz” deniyor. Ancak oradaki problemin şu olduğunu vurgulamak gerek: Yarın öbür gün oradaki sermaye grubu bu mekânı kapatma hakkına sahip. Bunun önünde hiçbir engel yok. Şu anda açık ve erişilebilir olması her zaman erişilebilir olacağı anlamına gelmiyor. Bunun bir teminatı yok. Bu takdiri, oradaki kullanım hakkını sermayenin tekeline vermek demek aslında kamusal faydanın onların kontrolüne verilmesi anlamına geliyor.
“O sahil şeridini herkese açan biziz, eskiden orası kullanılmıyordu.” dedikleri zaman “Evet, hakikaten denize ulaştık; iyi oldu, teşekkür ederiz.” dememizi mi bekliyorlar? Bunun zaten sermayenin mevcudiyetinin dışında böyle olması gerekiyor. Ama işte o kullanım hakkının güvenliğini kim sağlayacak burada? Sermaye kendi çıkarına yarın öbür gün başka işler de yapabilir orada. Dolayısıyla kamunun faydasını kim koruyacak? Bu soruları sormamız gerekiyor.
Bugün Doğuş Grubu’nun en çok tekrarladığı şey şu: “Biz işte bilmem kaç kilometrelik sahil bandı yaptık, herkes girebilecek buraya.” Ancak biz bu söze güvenmek zorunda olmamalıyız. Yarın öbür gün orayı kapatmayacağının ya da girişi 500 lira yapmayacağının teminatı yok. Bizim anlatmak istediğimiz bu. Kamusal mekânları bir sermaye grubunun inisiyatifine bırakamazsın. Kaldı ki o mekânlardaki düzenlemeler, çevresine yaratacağı sonuçlar ile çok daha geniş bir etki alanına sahip. Yine Galataport üzerinde turizmin yaratacağı baskıyla gelecek soylulaştırma, oradaki esnafı yerinden edecek örneğin. Çok güçlü bir şekilde bu ihtimali barındırıyor daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi.
Gezi direnişi olmasa o park bugün AVM olacak, böylece herkesin, ama en çok da alt sınıfların kullanımına kapanmış olacaktı. Aynısı kentsel dönüşümler için de geçerli: Mevcut mekân yıkılıp çitli duvarları olan rezidanslar inşa edildiğinde mahalle kültürü, sokak aralarında bir araya gelme, erişilebilir kamusal mekânlar ortadan kayboluyor. Bunun hem toplumsal hem de bireysel ne gibi çıktıları oluyor?
Planlama dediğimiz süreçler zaten önce kağıt üstünde yaratılan bir ideali uygulamaya dökme üzerine kurulu. Mekânın mevcut hâlinde var olan olumlu durumu, toplumsal dayanışma ilişkilerini gözlemlemekten mahrum. Gezi Parkı için Topçu Kışlası’nın alternatifi, karşıtı olarak bir yarışma açılabilmesi de bundan kaynaklanıyor. “Uzmanlar gelsin, burayı tasarlasın.” Bu yaklaşımın ufku bundan ibaret. Hâlbuki orası sizin de ifade ettiğiniz gibi zaten ‘kullanılan’ bir mekân. Bu mekânı hâlihazırda kimler, nasıl kullanıyor? Oradaki ihtiyaç aslında ne? Gerçekten oraya iki tane bank koyarak da oradaki ihtiyacı karşılayabilirsin belki. Böyle koca koca mimari projeleri gerektirecek bir durum olmayabilir de. Bunlar kentsel dönüşüm meselesinde de geçerli. Mahallede yaşlı kadınlar için örneğin sokak aralarında sosyalleşme veya birlikte üretme pratikleri çok yaygın. O sokakların korunması bu yüzden önemli. Kentsel dönüşümle birlikte mekânı adalar şeklinde ele alıp, blokları diktiğin zaman bundan mahrum kalıyor insanlar en basitinden. Mesele bu. Bu planlamalar uğruna nelerin feda edildiğini görmek gerekiyor.
AKP dönemine baktığımızda akla ilk gelen üç beş kelimeden biri olan “inşaat ekonomisi”ni bu çerçevede nasıl anlamalı? Türkiye’de devlet neler yaptı ve yapıyor, sermayenin bu alandaki sabıkası nedir?
İktidarın ve sermayenin son 20 yılda en çok iç içe geçtiği nokta inşaat ekonomisine dayalı büyüme modeli oldu. Büyük altyapı projeleri, mega projeler bu büyüme diye anlatılan şeyin bir parçası. İnşaat ekonomisi dediğimiz şeyin yalnızca yapılı çevrenin düzenlenmesi olmaktan ibaret olmadığını da gördük bu süreçte. İstanbul özelinden bakarsak, 3. Havalimanı, Kuzey Marmara Otoyolu Projesi veya Kanal İstanbul gibi mega projeler, altyapı yatırımları olmanın ötesinde anlamlar kazandı. Şirketlerin sürekli mekân üzerinden zenginleşmesini sağlayan ve bunu ekonomik gelişme veya hizmet adı altında kentin bütün imkânlarının önüne koyan bir düzen var. Kentin en önemli ekolojik koridorları tahrip edildi ve iklim krizi sürecinde bunun götürüleri çok derinden hissedilecek. Su havzaları üzerindeki yapılaşma tehdidi, ormanların inşaat sahasına dönmesi veya kıyıların periyodik olarak dolgu alanlarla yapılaşmaya açılması… Bunların hepsinin temiz havaya, içilebilir suya, temel gıdaya erişimimizle ilgisi var.
İnşaata dayalı sermayenin giderek büyümesinin bir yolu da yakın zamana kadar kentsel dönüşüm projeleri oldu. Konut sorunu konusunda devlet kendi yükümlülüğünü özel şirketlere taşere ediyor bir anlamda. Barınma sorununa dair üretmesi gereken çözümleri aradan sıyrılarak tamamen müteahhitlere bırakıyor. Dolayısıyla müteahhit de kimi ne kadar kandırabilirse o kadar kâr elde etmiş oluyor bu süreçte.
Diğer yandan devlet konut sorununu sayısal bir problemden ibaret olarak görüyor. Konutla ilgili duyabildiğimiz tek şey “konut stoku var ya da yok” gibi bir söylem. Daha temel mesele ise konut dediğimiz şeye erişimin eşitsiz olması. Ne nitelikli konut stoku mevcut ne de buna erişim adil. Konut sorununun çözümü üzerine olan söylem de hep ‘mülk edinme’ üzerine kuruldu. Bu yaklaşım da tabii beraberinde borçlanmayı getiren bir süreci anlatıyor bize. Satın alabildiğin ölçüde konut hakkından faydalanabiliyorsun gibi bir alt metin oluşuyor. Böyle olunca da kiracılık dediğimiz şeyin kendisi güvencesiz bir toplumsal konum haline geliyor. Böyle bir tabloda konut edinmenin motivasyonu da kiracılıktan kurtulmak oluyor.
Son olarak, yaşanabilir konutun pratikte ne anlama geldiğine, nasıl uygulamaya konulabileceğine dair örnekler var mı?
Yaşanabilir konut, basitçe konutun kullanım değerini öne çıkaran bir kavram. Dünyada topluluk temelli ortaklıklar, çeşitli kooperatif biçimleri ya da co-housing uygulamaları bunu gerçekleştirmeye yönelik örnekler. Mesela İsviçre’de, 50 kooperatifin bir araya gelerek kurduğu More Than Housing girişimi var. Zürih’te, yaşlılar veya tek başına yaşayanlar gibi farklı profilden insanlara hitap eden, onların ihtiyaçlarına yönelik katılımcı yöntemlerle tasarlanan, bireysel enerji sarfiyatını düşürmeyi amaçlayan, ortak kullanım mekânları, anaokulları, sağlık merkezleri barındıran 400 hanelik bir konut projesi. Dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı yöntemlerle geliştirilmiş kiralık sosyal konut uygulamaları mevcut. Örneğin Avusturalya’da devlet, mevcut piyasa fiyatının altında, kiracıların gelirinin %30’unu aşmayacak fiyatta kiralık konut arz ediyor.
Bunların hepsi aslında merkeze kâr maksimizasyonunu değil kullanıcı deneyimini, ihtiyaçlarını ortaya koyan uygulamalar. Bu minvaldeki örneklerden bahsederken aslında çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Türkiye’de deneyimlenen birkaç örnekten de bahsetmek istiyorum. Sulukule’de yenileme projesi gündeme geldiğinde alternatif bir çalışma yapıldı Sulukule Platformu ve Dayanışmacı Atölye tarafından. Mahallelinin yerinde, daha iyi bir yaşama sahip olacakları bir yaşam alanını nasıl kurgularız üzerine bir alternatif geliştirme çabasıydı. Sosyo-ekonomik iyileşmeyi, mahallenin yenilenmesini, Roman kültürünün sürdürülebilirliğini sağlamak hedefleniyordu. Ne yazık ki uygulamaya geçmedi. Ama bunun deneyleri var önümüzde. Bir başka örnek, Küçükarmutlu’da kentsel dönüşüme alternatif olarak düzenlenen Yerinde, Yerlisiyle İyileştirme Mimari Fikir Projesi Yarışması. Yarışmanın konusu, insanları yerinden etmeden, bulundukları yerde nasıl daha iyi koşullara sahip olabilecekleri, kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir projenin nasıl tasarlanabileceği idi. Bir başka örnek de kiracı depremzedelerin sağlıklı, yaşanabilir konut edinme mücadelesinin ürünü olan Düzce Umut Evleri. Kiracıyken evsiz kalan depremzedeler bir konut kooperatifi kurdu ve kendi yaşam biçimlerine ve koşullarına uygun şekilde, gönüllülerin desteğiyle Düzce Umut Evleri projesini ortaya çıkardı. Dayanışmaya dönük bir yaşam modeli kurguladılar. Kalıplaşmış konut anlayışının çok ötesinde bir şey inşa edildi burada. Sağlıklı gıdayı da, bulundukları şantiyedeki sokak hayvanlarının yaşam hakkını da düşünen, tamamen dayanışma ve gönüllülük modeli üzerine kurulu bir çalışma mesela oradaki.
Bahar Bayhan 2011 yılında MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden mezun oldu. MSGSÜ Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Arkitera.com’da editör olarak çalıştı. Çalışmalarına Mekânda Adalet Derneği bünyesinde devam etmekte, beyond.istanbul yayınlarının editörlüğünü üstlenmektedir.