Covid-19’dan sonra bizi ne bekliyor?

2008 krizinin ardından hegemonya bunalımı yaşayan neoliberalizmin yıllar süren özelleştirme ve kemer sıkma politikaları sonucunda işlevsiz hale getirdiği "kamusallığı" tartıştığı bu yazısında Chantal Mouffe, mevzubahis krizi Covid-19 bağlamında ele alıyor ve sağ'a kaptırılmaması gereken bir imkân olarak değerlendirilmesi gerektiğini iddia ediyor.

Chantal Mouffe, Fotoğraf: Samuel Bernard Blatchley

Önümüzdeki aylarda bizi neyin beklediğini kestirmek zor; bu sebeple yaşadığımız krizin ardından dünyanın neye benzeyeceğine dair kehanetlerde bulunmak sakıncalı olur. Ancak birçokları, daha şimdiden Covid-19’un siyasi neticelerini tahayyül etmeye başlamış halde. Bunların arasında mevcut krizin geçmişten beri savundukları fikirleri doğruladığını iddia edenler var. Sol’un içindeki birkaç figür, bu krizin kapitalizme son darbeyi vuracağına kanaat getirmiş durumda. Sözgelimi Slavoj Zizek, yakın zamanda mevcut pandeminin “küllerinden doğmuş bir komünizm”e olan ihtiyacı açığa çıkardığını iddia ettiği bir kitap yayımladı. Başka düşünürler ise eşitlik ve dayanışma gibi birtakım sosyal demokratik değerlerin yeniden keşfedilmesi ve küresel ölçekte uygulanmasının zamanının geldiği kanısında. Bunların yanı sıra, bu krizin büyük bir değişim getirmeyeceği ve son bulduğu zaman da toplumların eski hallerine döneceğini öne sürenler de mevcut.

Şunu söylemek gerekir ki, bunlara benzer yaklaşımlar 2008 ekonomik krizinin ardından da ortaya çıkmıştı. Fakat bu seferki konjonktür, 2008’dekinden farklı. Büyük dönüşümler beklemiyor olsam da bundan böyle ‘eski terane’ye geri dönemeyeceğimiz kanaatindeyim. Neoliberal hegemonya, 2008’de henüz sorgulanmaya başlanmış değildi; aynı zamanda neoliberal küreselleşmenin bir alternatifi olmadığı fikrini kabul eden ‘merkez sol’un, çökmekte olan finansal sistemi kendi lehine kullanıp daha eşitlikçi bir siyaset kurabilecek bir vaziyeti de yoktu. Nitekim, o dönemde ortaya çıkan devlet müdahalesi çağrılarını eşitlikçi yeniden dağıtım politikalarına yöneltmek konusunda çuvalladılar. Devletin krizde oynadığı rolün batmakta olan bankaları kurtarmakla sınırlı kalmasını kabul ettiler ve kemer sıkma politikalarına razı oldular.

Ancak bugün başka bir konjonktürün içinde olduğumuz açık. 2008 krizi neoliberalizmin çelişkilerini gün yüzüne çıkardı ve bunun sonucunda neoliberal hegemonya ilk kez sorgulanmaya başladı. Yakın zamanda birçok farklı direniş biçiminin ortaya çıkışına ve merkez sol partilerin sosyal liberalizmini yıkan radikal sol hareketlerin yükselişine tanıklık ettik. Neoliberal küreselleşme artık ‘kaderimiz’ olmaktan çıktı ve günbegün yeni aktivizm biçimleri farklı alanları kuşatmaya devam ediyor. Çoğunlukla gençler tarafından örgütlenen iklim hareketleri sayesinde çevre sorunları siyasi gündemin merkezine oturmuş halde. An itibarıyla tanıklık ettiğimiz şey, yıllar boyu hüküm süren “post-siyaset”[1]in ardından “siyasal’ın geri dönüşü”nün ta kendisi.

Ne var ki, siyasal’ın bu geri dönüşünün mevcut pandemiye yönelik doğuracağı sonuçların muhakkak demokratik sonuçlar olacağını düşünmek hatalı olur. Covid-19’un en önemli etkilerinden biri, özellikle uzun yıllar kemer sıkma politikalarıyla yönetilmiş ülkelerde tahribaya uğrayan sağlık sektörünün hayati önemini bir kez daha hatırlatması oldu. Gelecekte devletin sağlık alanında oynayacağı rolün daha da artacağını söylemek yanlış olmaz, fakat bu rolün zaruri olarak bir “sola dönüş”e işaret etmediğini belirtmek gerekir. Zira devletin oynadığı rolü güçlendirmek pekala neoliberal mantığı sarsmadan da yapılabilir. Hatta bu tam aksine neoliberal aklın güçlenmesine bile yol açabilir. Neoliberalizm, devlet karşıtı retoriğine rağmen her daim devlet müdahalesiyle iç içe olmuştur ve hegemonyasının tehlikeye düştüğü anlarda devleti ‘göreve çağırmaktan’ katiyetle çekinmemiştir. Öyle görünüyor ki, pandeminin getirdiği krizin sonucunda ekonomiyi rayına oturtmak ve sermayenin hakimiyetini yeniden inşa etmek için başvurulacak kaynak kamu gücü olacaktır.

Mevcut sistemin birçok ülkede otoriter yöntemlerle tesis edilecek bir çeşit “devlet neoliberalizmine” evrilmesi muhtemel. İnsanları sermayenin ihtiyaçlarına uygun doğrultuda hareket etmeye “itme” stratejisinin suya düştüğü ve bunun neticesinde ortaya çıkan popüler direnişlerin kolluk kuvvetleri aracılığıyla bastırıldığı birçok ülkede halihazırda otoriteryan bir eğilim görmekteyiz. Fransa’da sarı yelekliler ile yaşanan şey tam olarak buydu.

“Sarı Yelekliler” eyleminden bir görüntü

Elbette neoliberalizmin, meşruiyetini güçlendirmek için, Evgeny Morozov’un “teknoloji çözümcülüğünü” olarak adlandırdığı şeyi benimsemesi de bir ihtimal. Morozov, To Save Everything, Click Here [Her Şeyi Kurtarmak İçin Buraya Tıklayın] adlı kitabında okuru Silikon Vadisi tarafından ileri sürülen “çözümcülük ideolojisine” karşı uyarıyor. Bu çözümcülük ideolojisine göre yeryüzündeki tüm sorunlar, bunlara siyasi sorunlar da dahil, teknoloji yoluyla çözülebilir. Morozov, kitabında çözümcülerin post-ideolojik adımları savunduğu ve siyasetten kaçınmak için teknolojiyi işe koşmayı önerdiklerine işaret ediyor. Bu yaklaşımın, 1990’larda egemen hale gelen post-siyasi konumun yenilenmiş bir versiyonunu sunmaktan başka bir şeye hizmet etmediği açık. Öyle ki, dijital platformların siyaset için yeni bir zemin teşkil edebileceği inancı, tıpkı “üçüncü yol” siyasetçilerinin sol ve sağ kavramlarının birer “zombi kategori” olduğu ve siyasi çatışmalar devrinin artık sona erdiği yanılgılarına benziyor.

Covid-19’un karşısında kullanılabilecek teknolojik çözümlere dair tartışmaların sürdüğü bugünlerde, mevcut sağlık krizinin kitlelerin sağlığını gözetim altında tutabilecek birtakım dijital uygulamalar aracılığıyla çözülebileceğine dair kuvvetli bir eğilim var. Bazı ülkeler uzun zamandır bir “hıfzıssıhha olağanüstü hali” ilan etmiş durumda. Bunun, devletin demokratik kontrolden muaf tutulmasına zemin hazırlayabilecek muhtelif tekno-otoriteryanizm biçimlerine kapı açması hiç mi hiç şaşırtıcı olmaz. Neoliberal bir tekno-otoriteryanizm, henüz bazılarının korktuğu “tekno-totaliter gözetim devleti” olarak tezahür etmiyor olabilir, ancak bu doğrultudaki ilk adım olabileceğine şüphe yok.

O halde pandemiye yönelik ne tür bir demokratik çözüm tahayyül edilebilir? Bu krizin sağ’ın işine yarayacak sonuçlar doğurmasının, demokrasiye zarar vermelerine yol açacak fırsatlar yaratmasının önüne nasıl geçilebilir? Bu sorulara yanıt olabilecek uygun bir strateji için Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm kitabında ortaya koyduğu “ikili hareket/çift yönlü hareket” kavramından yararlanabilineceği kanısındayım. Toprak, emek ve parayı birer meta olarak değerlendiren 19. yüzyıl liberalizminin toplumsal hayatın tüm cephelerini metalaştırma girişiminin tahripkâr sonuçlarını inceleyen Polanyi, kitabında metalaştırma süreci sonucunda altüst olan toplumun ürettiği “karşı harekete” ışık tutar. Bu “karşı hareket”i, toplumun 1930’larda kendini korumak için ekonomiyi toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden kurgulaması, piyasayı toplumsal yapılara yeniden entegre etmesi örnekleriyle açıklar. Ancak Polanyi’ye göre böyle bir “karşı hareketin” doğurduğu süreç, muhakkak demokratik bir süreç olmak zorunda değildir; bu süreç Roosevelt’in Yeni Mutabakat’ı (New Deal) ile demokratik bir biçim aldıysa da faşizm ve Stalinizm örneklerinde aynı demokratik karakterde tezahür ettiği söylenemez.

Polanyi’nin bu kuramı, neoliberalizme direnen çağdaş toplumsal hareketlerin tüm küredeki yükselişiyle yeniden rağbet görmeye başlasa da benim burada tartışmak istediğim mesele bu değil. Polanyi’de ilgimi asıl celbeden ve mevcut durum için de oldukça geçerli olduğunu düşündüğüm şey, karşı hareketin temel itkisi olarak tanımladığı “kendini koruma” (self-protection) unsuruna verdiği önem ve korunma talebinin karşılanmasına yönelik geliştirilebilecek farklı formlara yaptığı vurgu. Gerçekten de verdiği örneklerin tamamında devletin oynadığı rolün önemi su götürmez; ne var ki “karşı hareket”in, bu örneklerin birçoğunda otoriteryan rejimlerin tesisiyle sonuçlandığını da unutmamak gerekir.

Polanyi’ye verdiğim referansla asıl olarak altını çizmek istediğim nokta, toplumların yerleşmiş yaşam biçimlerinin sarsıldığı anlarda korunma ihtiyacının en temel taleplerden biri haline geldiği, ve insanların çoğunlukla bu ihtiyacı karşılayabileceğine inandıkları kişilerin peşinden gitme eğilimi gösterdikleridir. Tam da bu sebeple sağ popülist partilerin, sol’a nispetle, pandemiden daha avantajlı çıkabileceğinin farkında olmamız mühim. Bu pandemi, bir tarafta küresel ısınmanın başını çektiği doğal koşulların, diğer tarafta ise temelinde neoliberal küreselleşmenin yattığı toplumsal koşulların oluşturduğu bir konjonktürün içerisinde gerçekleşen bir sağlık krizi. Virüsün ortaya çıkışının ve tüm gezegende yayılışının, doğanın finansal kapitalizm ile hızlandırılan talanı tarafından üstbelirlenmiş olduğuna şüphe yok. Dahası, bugün birçok ülkenin pandemi karşısında cevapsız kalmasının asıl sebebi, yıllar boyu hüküm süren kemer sıkma politikalarının kamu hizmetlerini yok etmiş olmasıdır. Koronavirüs, tam da yukarıda saydıklarımdan hareketle demokratik güçlerin yıllar boyu dillerinden düşürmedikleri tezlerini bir kez daha tescil etmiş görünüyor. Ancak şunu unutmamakta fayda var ki bu kriz, halk nezdinde ortaya çıkan “korunma” taleplerini kavrayabildikleri ölçüde sağ için de oldukça önemli bir fırsat yaratabilir. Bir başka deyişle, sağ’ın bu talepleri gelenekçi değerleri ve dışlayıcı ulusçuluklarıyla uyumlu bir şekilde sunarak kendi avantajına kullanabileceği gerçeğinin farkında olmamız oldukça önemli.

Ne yazık ki sol, böylesine bir hamleye karşı koyabilecek bir durumda değil. Hatta aksine, genellikle popüler sınıflardan yükselen “korunma” arzusuna kuşkuyla yaklaşan sol, bu arzuyu savunduğu kozmopolit değerlerin bir reddi olarak yorumlar. Açıkçası, sol’un önemli bir kısmı, “ahlaki ilerleme”yi her şeyin serbestçe dolaşabileceği sınırsız bir dünyanın inşası olarak tasvir eden neoliberal görüşü benimsemiş durumda. Kendilerini demokrat olarak adlandıranlar, egemenlik ve korumacılık kavramlarını birer ‘küfür’, serbest ticaret savunusunu ise bir ‘farz’ olarak görüyorlar. Dolayısıyla, bu kavramların ulusçu diskurda edindiği anlamları tartışmaya açmak gibi bir niyetleri olmaması pek şaşırtıcı değil. Mevcut konjonktürde bu kavramları sağ’a bırakmak, popüler sınıfların taleplerine kulak veren bir siyasi projenin ortaya koyulmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Bugün sol için serbest ticaret söyleminden vazgeçmek ve gıda, sanayi, enerji ve sağlık gibi stratejik alanlarda yeniden tesis edilmesi gereken egemenliğin önemini kavramak elzemdir. Bu ideolojik sahanın sağcı popülistler tarafından işgal edilmiş olması, bunu küçümsemek ya da reddetmek için bir sebep olmamalıdır. Bu kavramların anlamları, mütemadiyen söylemsel olarak inşa edilmektedir ve ne şekilde “artiküle edildiklerine”[2] bağlıdır. Sağcı popülistler, bunları etnik ulusçu şemale bürünmüş bir “halk”ın çıkarları adına kuruyor, halk egemenliği yerine ulusal egemenlik kavramını vurguluyorlar. Sol, bu önemi su götürmez bu demokratik kavramları sömürü,  tahakküm veya ayrımcılıktan muzdarip insanlarla kurulmuş bir “halk”ın talepleri etrafında artiküle ederek sağ popülistlerin elinden geri almalıdır. Bu, yabancı düşmanı ve ulusçu bir çerçeveden ziyade eşitlikçi ve demokratik bir temel üzerinde yükselen politikalar üretmek anlamına geliyor. Benim “sol popülist” bir stratejiden anladığım tam olarak budur; ve bu strateji, bilhassa mevcut konjonktürde her zaman olduğundan daha geçerlidir. Covid-19’un neticesinde ekonominin yeniden inşasına dair ortaya konulacak politik tasarıların karşı karşıya gelişlerine tanıklık edecek olmamız muhtemel görünüyor. Sol, toplumsal ve ekolojik talepler çerçevesinde oluşturacağı bir proje aracılığıyla bu fırsatı değerlendirmeli; korumacılık taleplerini, dayanışma ve toplumsal adalet değerlerini bu projenin etrafında artiküle etmeli, bunlara yeniden can vermelidir. Böyle bir proje, iklim değişikliği meselesini gündem haline getirmeli, ABD’de Alexandria Ocasio Cortez’in savunduğu Yeşil Yeni Mutabakat çerçevesinde, başka mücadele biçimlerini de içeren, yeni bir toplumsal sözleşme ile ortaya koymalıdır. Bu Yeşil Yeni Mutabakat, demokratikleşmeyi amaçlayan popüler kolektif bir iradenin hegemonik ilkesi olmalıdır; ve bu irade, sosyoekonomik düzenin ekolojik bir çerçevede yeniden inşasını temel almalıdır. Böyle bir inisiyatifin başarıya ulaşacağına dair herhangi bir garantinin olmadığı doğru; ancak içerisinde olduğumuz konjonktür bizlere kaçırma lüksümüzün olmadığı bir fırsat sunuyor, zira mevzubahis, bizatihi demokrasinin geleceği.


*Chantal Mouffe’un ” www.republic-of-letters.eu” adlı web sitesinde yayımlanmış bu yazısı, Özgür Umut Baz tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir. Kaynak: https://www.republic-of-letters.eu/after-covid-19-what-next/


[1] Çevirmenin notu: “Siyasi sahnede ‘post-demokrasiyi’ açığa çıkaran şey, Siyasal Üzerine‘de ‘post-siyaset’ olarak adlandırdığım süreç dâhilinde gerçekleşti. Post-siyaset, sağ ve sol arasındaki sınırın eriyişini ifade ediyor. Sosyal demokratik partiler, küreselleşmenin dayattığı ‘modernleşme’ bahanesiyle finansal kapitalizmin diktalarına boyun eğdiler ve devlet müdahalesi, yeniden dağıtım politikaları gibi konularda devletin rolünün kısıtlanmasına razı oldular. Bunun neticesinde vatandaşların siyasal süreçlere dahil olmasını sağlayan kurumların ve meclislerin oynadığı rol, ciddi ölçüde azaldı. Seçimler, artık hakiki alternatifler arasında tercih yapma imkânı sunmuyor. Bu doğrultuda post-siyaset, merkez sağ ve merkez sol partiler arasındaki bir iktidar değiş tokuşundan başka bir şey ifade etmiyor. ‘Merkezdeki oydaşma’ya karşı çıkan, ya da neoliberal küreselleşmenin tek yol olduğu doktrinini reddeden herkes, ‘aşırı’ ya da ‘popülist’ olmakla suçlanıyor. Bunun sonucunda yalnızca uzmanlar için ayrılmış bir alan olarak siyaset, basitçe mevcut sistemi ‘yönetme’ meselesi haline geliyor ve halk egemenliği işe yaramaz bir kavram olarak çöpe atılıyor. Demokratik idealin en temel sembolik ilkelerinden biri olan ‘halk iktidarı’ anlamsız kılınıyor, çünkü post-siyaset “halk egemenliğinin bizatihi koşulu olan agonistik mücadelenin imkanını ortadan kaldırıyor” (Mouffe, 2018, For a Left Populism, ABD: Verso)-bu yazının çevirmeni tarafından çevrildi.

[2] Çevirmenin notu: “Telaffuz” ya da “eklemlenme” olarak da çevrilen bu kavramı (articulation) “artikülasyon” olarak çevirmeyi tercih ettim, zira ikisinin de Laclau ve Mouffe’un kullanımını karşılamadığı kanısındayım. Mouffe, temel olarak gösteren ve gösterileni raptetme işini anlatan bu kavramla, farklı rabıtalarla farklı tanımların oluşturulabileceğini anlatıyor. Bir başka deyişle Mouffe, anlam’ın mevzubahis şey üzerine kilitlenmiş, sabitlenmiş, statik bir ‘nitelik’ olmadığını, farklı “artikülasyonlarla” (telaffuzlarla/eklemlemelerle), yani yeniden tanımlama girişimleriyle şey’e farklı anlamlar biçilebileceğini anlatıyor.