/

Emeğin geleceğine evden bakmak: Covid-19 pandemisinde hane ilişkileri ve sınıfsal dönüşüm

Uzaktan çalışmanın sınıfsal niteliğini ele alan bu yazısında Özlem İlyas, Covid-19 pandemisinin ardından hızla yaygınlaşan freelance iş ve uzaktan çalışma biçimlerinin hanenin kendisini, sınıfsal sömürüyü, bakım emeğini, yeniden üretimi, cinsiyet ilişkilerini ve öznellik biçimlerini nasıl etkilediğini tartışıyor. Yazarın pandemi ile birlikte uzaktan çalışmaya başlayan emekçilerle yaptığı görüşmelere dayanan bu çalışması, mevzubahis dönüşümle birlikte geniş ve çeşitli bir alana yayılan sınıfsal çatışmayı belirleyen toplumsal süreçlerin çoklu yapısına ve bu dönüşümün içerisinde yer alan mücadele etme, farklı olanı arzulama ihtimalini vurguluyor.

Fotoğraf: Lars Ruecker / Getty

Giriş

Covid-19 pandemisi sırasında hızla yaygınlaşan uzaktan çalışma, ücretli iş ilişkilerinin yanı sıra hane içindeki ilişkilerde de önemli değişimlere yol açıyor. Ev içinde ücretli ve ücretsiz olarak sarf edilen emeğin miktarı sıklıkla artış gösterirken ve iş günü uzayıp yoğunlaşırken, işçilerin kendilerine ayırabilecekleri mekân ve zaman kısıtlanıyor. Bu çalışmada, söz konusu dönüşümlerin hane içindeki sınıfsal ilişkilerde ne gibi dönüşümleri tetiklediği, duygulanımsal ve politik sonuçlarıyla birlikte incelenmektedir. Bu kapsamda, çalışma boyunca hane içi; feodal, bağımsız (antik) ve kapitalist sınıf süreçlerinin deneyimlenebildiği bir alan olarak değerlendirilecek,[1] böylece ücretli emeğin koşullarındaki dönüşümün hane içi sınıfsal ilişkileri de etkilediği serimlenecektir. Pandeminin başladığı 2020 yılı ile 2022 yıllarında evden çalışmakta olan farklı sektörlerden çalışanlarla gerçekleştirilmiş iki saha araştırmasının çıktılarına dayanan inceleme, evden çalışmanın hane içindeki üretim ilişkilerinde yol açtığı çatışmaların sınıfsal dönüşüme yol açma imkân ve potansiyeline dair sorular sormayı da amaçlamaktadır. Makalenin ilk kısmında uzaktan çalışmanın çalışma koşullarına ve ilişkilerine etkisi ele alınacak, ikinci kısımda da ev içi ücretsiz emeğin bu koşullardaki dönüşümlerden nasıl etkilendiğine dair izlenimler aktarılacaktır. Son bölümde ise hane içindeki bu dönüşümlerin ve pandemi dönemindeki toplumsal ve ekonomik değişimlerin duygulanımsal sonuçları, politik öznellik üzerindeki etkisi açısından değerlendirilecektir.

Uzaktan çalışma deneyimleri: iş eve sığar mı?

“Bir yandan bütün dünyaya hizmet vermeye çalışıyordum ama iki gündür de odadan çıkmamışım. O çelişki beni yormuştu.”

Gamze, araştırmacı, İstanbul/2020

Freelance çalışma ile ilgili yüksek lisans çalışmamı kitaplaştırmaya çalışırken[2] pandemi patlak vermiş, uzaktan çalışma formları tahminimden çok daha hızlı yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle 2020 yılında hızlıca küçük çaplı bir saha ile ilk izlenimleri edinmek istedim; farklı sektörlerden, farklı hane içi ilişkilere ve bakım yükümlülüklerine sahip, evden çalışan 11 kişiyle derinlemesine mülâkatlar gerçekleştirdim. Daha sonra pandeminin ve evden çalışmanın uzun erimli kalitatif bir analizi için bu gruptan 5 katılımcı ile 2022 yılında tekrar görüşme gerçekleştirebildim. Aynı yıl araştırma sırasında evden çalışmanın gözlemlediğim duygulanımsal etkilerinin politik sonuçlarını soruşturmak üzere İstanbul’da bulunan beyaz yakalı örgütlerinden üç aktivist ile görüştüm. Burada sunulan analizin, örneklemin ölçeğiyle orantılı değerlendirilebileceğini, imkânlar dâhilinde daha geniş, farklı kent ve sektörleri kapsayan bir analize ihtiyacın devam ettiğini baştan belirtmek isterim.

***

Pandeminin ilk döneminde içinde yaşadığımız dünyayı emeğin döndürdüğü bir süreliğine görünür oldu. Merkez kapitalist ülkelerde “vazgeçilmez işçiler” (essential workers) olarak adlandırılarak bir yandan yüceltilirken diğer yandan da riskli koşullarda çalışmaya mecbur bırakılan bu işçiler, Türkiye’de ise “karantinadan muaf olanlar” diye hatırlayacağımız, ülkedeki en uzun karantinada çalışanların %70’ini oluşturan işçilerdi. Gelgelelim, işçilerin vazgeçilebilenler ve vazgeçilemeyenler olarak ikiye ayrılması, Gamze’nin yukarıda alıntılanan ifadelerinden de görülebileceği gibi, pek de işin aslını yansıtmıyordu. Sermayenin pandemide emeğe ihtiyacı bilgi teknolojileri, yayıncılık gibi görünürde “hayati” addedilmeyen alanlarda da hızla artmış, bu da iş yükü ve saatlerinin uzamasına yol açmıştı. Öte yandan söz konusu ikilik, işverenlerin uzaktan çalışan işçilere tatile çıkmışlarcasına muamele etmesine neden oluyor, artan ev ve bakım işleriyle beraber görünmez emeğin kapsamı da genişliyordu. Emeğe talepteki artışın bir nedeni de eğitim, muhasebe gibi pek çok alandaki işlerin bu denli kapsamlı olarak ilk kez dijitalleştiriliyor oluşuydu. Bir sivil toplum kuruluşunda çalışan Hayal, bu durumu detaylı biçimde aktarıyor:

Normalde olsa evrakı kontrol ettikten sonra imzaları toplayıp dosyayı bırakabiliyorsun. Ama bu işin online olarak yapılması demek, sizin bu belgeleri bilgisayarınıza indirmeniz, bütün kontrolleri bilgisayar üzerinden yapmanız -ki bunlar en az 180 sayfalık belgeler-, her evrakı tek tek incelemeniz, eksik olan evrakları diğer departmanlardan toplamanız ve ayrı bir yerde toplayarak imza almanız demek. Bunların hepsi zaman alıyor.

Karşılığı ödenmeyen fazla mesailere dayanan bu dijitalleşme, sıklıkla işçinin aleyhine de dönüyordu. Görüştüğüm pek çok kişi bu süreçte şirketlerinin uzaktan denetim teknolojileri ile kendilerinin yakından takip edildiğini, bunun da işi yoğunlaştırdığını aktarıyordu. Bilişim alanında çalışan Ali’yi dinleyelim:

Önceden ben mesela bilgisayar başında “away” durumunda görünürdüm ki bir şey olunca insanlar sık sık yazmasın, zırt pırt çalışmam bölünmesin. Zaten yöneticilerin çoğu da, herkes de böyleydi. Ama biz ofisten eve geçtiğimizde ilk söyledikleri şu oldu: “Herkes artık yeşil görünecek.” Eskiden mola verdiğinde ofis arkadaşınla iki sohbet ediyordun, şimdi bu da ortadan kalktı. İkincisi, molaları verirken şüpheye düşer oldum, artık yeşil görünmüyorum diye.

Bu “yeşil görünme mecburiyeti” ve molalara duyulan özlem, artan sömürünün yanı sıra, evden çalışmanın psiko-sosyal sonuçları hakkında da önemli bir noktaya işaret ediyor. Nitekim Gamze, istifa etme kararını bu nedenle aldığını aktarıyordu:

En kötüsü, beni etkileyen hiçbir engel yok gibi düşündüm. Baktım, ben 24 saat böyle çalışabilirim. Uykum gelmiyor, açlık da duymuyorum. Patlamıyorum, tuvalete de az gidiyorum. 24 saat çalışabilirim, önümde bir engel yok. Bunu görünce çok kötü hissettim. Sonra işte düşündüm bir süre, 15-20 gün sonra istifa ettim.

İş arkadaşlarıyla yüz yüze iletişimin azalması, iletişimin işe dönüşmesi ile beraber ilerliyor. Yüz yüze daha kolay halledilebilecek işler, mesajlaşma, mailleşme, telefon trafiğine dönüşebiliyor. Aktarımlara göre iletişim yükünün verdiği yorgunluk odaklanamamaya, dolayısıyla yapılacak işin ve toplantıların daha da uzamasına neden olabiliyor. Bunun sonucunda iletişimin bağ kurma işlevini yitirip angaryaya dönüşmesi işçilerde daha içe dönük bir ruh halini de tetikliyor gibi görünüyor. Buradan hareketle diyebiliriz ki örgütlenme ve birlikte hareket etme imkânlarına ket vuran sadece ofis mekânındaki biraradalığın yok olması değil, aynı zamanda uzaktan çalışmanın yarattığı psiko-sosyal sonuçlardır da.

Uzaktan çalışmanın öznellik üzerindeki etkilerine daha detaylı eğilmeden, uzaktan çalışmaya geçişte sömürüyü arttıran diğer nedenlerden bahsedebiliriz. Uzaktan çalışmayı mümkün kılan teknolojiler denetimin yanı sıra işin de 7/24’e yayılmasını mümkün kılan bir altyapı sunuyor. Özellikle pandemi gibi aciliyet hissinin yüksek olduğu durumlarda akşam ve hafta sonu mesaileri bu bahaneyle normalleştirilmeye çalışılıyor. Özel bir okulda çalışan Esin öğretmenin pandeminin ilk senesindeki deneyimi buna iyi bir örnek teşkil ediyor:

Veliler artık akşamları falan aramaya başladı. Ben çok disiplinliyimdir, cep telefonumu velilerle paylaşmam normal süreçte. Çünkü şey diyordum, “beşe kadar okuldayım, bana okuldan ulaşın.” Ama şu an online süreç oldu herkes panik, okul yönetimi panik, vermek zorunda kaldık telefonlarımızı. Grup kuruluyor, oradasınız. Akşam 9’da telefon geliyor, açıyorum, “Hocam ben Özlem’in velisiyim, buyrun, hocam şöyle şöyle.” Hiç o saatte konuşulması gerekmeyen bir şey mesela.

Uzaktan çalışma teknolojileri erişilebilirliği arttırarak iş gününü uzatmaya imkân tanımanın yanı sıra, aynı anda birkaç işi yapmayı mümkün kılarak işin yoğunlaşmasının kapısını aralıyor. Her iki durum da sermayenin el koyduğu artık emek miktarını, dolayısıyla da kapitalist sömürüyü artıyor. Danışman olarak çalışan mühendis Esin, birkaç görevin birden kendisinden beklenir olmasını şöyle açıklıyor:

Online olduğunda aynı anda birkaç projede birden çalışabilirim. Normalde müşterinin yerine giderim; başka bir müşteri bir şey isterse onun yerine gitmem gerekir. Bu da günün yarısının o lokasyona gitmekle harcanması demek ama artık her ikisini de aynı gün evden yapabilirim.

Dahası, bir işyerinde çalıştığınızda işverence karşılanması beklenen internet, elektrik, ısınma gibi masraf kalemlerinin yanı sıra, temizlik ve yemek gibi ihtiyaçlar, uzaktan çalışmaya geçildiğinde işçinin sorumluluğuna bırakılıyor. Bu da pek çok işçi için bir hak kaybı demek oluyor. Dolayısıyla hem artıktan aldıkları pay azalıyor, hem de ev içinde sarf ettikleri ücretsiz emek artış gösteriyor. Olağanüstü zamanlardan geçildiği iddiasıyla pek çok işveren ise iş saatlerinin uzaması ve hak kayıplarının mazur görülmesi gerektiğini ifade ederek aksi halde işten çıkarmalar olacağını ima ediyor. Buna karşılık, bilişim sektöründe çalışan Sevim’in yemek hazırladığı zamanı çalışma saatinden sayıp düşmesi, veya lojistik sektöründe çalışan Umut’un işin yoğunlaşması karşısında artan dinlenme ihtiyacını iş arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak gizlice uyku paydosu vererek karşılaması, artan sömürüye örgütlü bir tepki olmasa da bireysel veya kolektif direnç ve başa çıkma stratejilerinin harekete geçtiğine işaretti.

Son olarak, elbette tüm bu sorunlara rağmen uzaktan çalışma, özellikle trafik ve ulaşımın zorlayıcı olduğu kentlerde pek çok çalışana rahatlama hissi de getiriyor. Çalışma düzeninin ağırlığı yanında bir de eve ulaşmak için verilen mücadeleyi Hayal çok net tarif etmişti:

Hani ofise gittiğim zamanlarda da çok yoruluyordum. X tabi çok kalabalık bir şehir ve sabahları tramvay, otobüs bunları kullanan insanların yüzünden okunan tek şey vardı: yorgunluk ve bıkkınlık. Ayakta duracak yer bile bulamadan, o şekilde işe giden insanlardık hepimiz. Bunlardan bir süreliğine uzaklaşmak çok iyi geldi hepimize, çok mutluyum.

Yanı sıra, işyerindeki denetleyici bakışlardan nispeten uzaklaşmak ve işi kendi hızında yapabilme ihtimalinin oluşması da bahsedilen olumlu sonuçlar arasında. Özellikle pandeminin ilk aylarında ücretli iş yükünün azalmasının, ailece bir arada bulunabilme ve çocuklarla daha fazla ilgilenebilme gibi ev içi ilişkileri onarıcı sonuçları olduğu da görüştüğüm pek çok çalışan tarafından dile getirildi. Şimdi bu çalışma düzenindeki dönüşümlerin hane içine etkisine daha yakından bakalım.

Sınıfsal çatışma ve dönüşüm sahası alanı olarak hane

Süreç olarak sınıf 

Ücretli ve ücretsiz yoğun emek sarf edilen bir mekâna dönüşmesiyle beraber haneyi, sınıf mücadelesinin ve dönüşümünün alanı olarak analiz edebiliriz. Sınıfı sadece hane dışındaki üretim ilişkilerine tatbik edilebilecek bir kavram olmaktan çıkarıp, onun artık emeğin sarf edildiği türlü mekânlardaki ilişkilerin analizi için kullanılabilecek bir kavram ve teorik-politik müdahale aracı olmasını mümkün kılan bir sınıf teorisiyle işe başlayacağız. Bu amaçla Stephen Resnick ve Richard Wolff’un “süreç olarak sınıf” kavramsallaştırmasını takiben sınıfı isim değil, sıfat olarak; yani bir sosyolojik grubu değil, üretim ilişkilerinin organizasyonunu niteleyen bir kavram olarak düşünebiliriz.[3] Buna göre, artığın üretimi, temellük edilişi ve dağıtımı süreçleri sınıfsal süreçleri karakterize ederken, bunun dışındaki toplumsal süreçlerin (örn. mülkiyet yapısı, ideolojiler) sınıfsal süreçleri fazla belirledikleri (overdetermination) ifade edilir. Böylece artığın üretimi ve el konulması süreçleri temel sınıf sürecini nitelerken, sınıfın yeniden üretimi için artığın farklı toplumsal süreç ve aktörlere dağıtımı (şirket yöneticileri, kredi kurumları, geleceğin işçilerini yetiştiren eğitim kurumları vb.) kapsanmış sınıf süreçleri olarak adlandırılır.[4] İktidar ve mülkiyet ilişkilerinin sınıfın nitelemesine doğrudan dâhil edilmemelerinin nedeni ise daha az önemli olmaları değil, Marksist sınıf analizinin özgüllüğünün artık emeğe odaklanmak olmasıdır. Zira bir işyerinde üretim ilişkileri gayet demokratik işliyor olabilir ancak bu, o iş yerinde artığa el koyanların üretenler olduğu anlamına gelmeyebilir. Ya da bir kapitalist, üretim araçlarının sahibi olmadan, onu kiralayarak da sömürmeye devam edebilir. Yine de bu ilişkilerin, sınıfsal süreçlerin var oluş koşullarının analizinde kilit öneme sahip olduklarını akılda tutabiliriz. Burada hem temel ve kapsanmış sınıf süreçleri arasında hem de bunların gayrisınıfsal toplumsal süreçler ile ilişkisinde verili bir uyumun varsayılmadığını, aralarındaki muhtemel çelişki ve çatışmaların da sınıfsal dönüşüme imkân tanıdığını not edelim. Bu analitik ayrımlar sayesinde görünür kılınan çelişkiler, üretim ilişkilerindeki konum ile politik öznellik arasında verili bir uyum olacağı varsayımını sorgulamamızı da sağlar.

Dahası, bu sınıf teorisiyle, iktisadi ilişkilerdeki sınıfsal çeşitliliği ve bunlar arasındaki çelişkili birlikteliği de analiz etmenin imkânı doğar. Bu teoriye göre sömürünün asgari tanımı, artığı üretenin, el koyma ve dağıtım süreçlerinden dışlanmasıdır. Kapitalist sınıfsal süreçlerde her ikisinden de dışlanma söz konusuyken, feodalizmde bir erk üretim araçlarına erişim karşılığında artığa siyasi tahakküm aracılığıyla el koyar. Bağımsız sınıf sürecinde üreten birey artığa kendisi el koyarken, komünal sınıfsal süreçte üreten kolektif özne artığa el koyanlar arasındadır.[5] Bu sınıf teorisini takiben J.K. Gibson-Graham sınıfsal dönüşümün uzak bir geleceğe ertelenmesindense şimdiki zamanda deneyimlenmesinin kapısını aralayacak bir “sınıfsal çeşitlilik” dili geliştirmiştir.[6] Ekonominin kapitalizmle eş anlamlı olmadığını vurgulayan bu teoriye göre gayrikapitalist iktisadi pratikler ilkel, geri, geleneksel veya kapitalizme hizmet etmekten ibaret addedildiğinde, sınıfsal dönüşüm ufkunu daraltan sermaye-merkezli bir söylem inşa edilmiş olur. Bu sınıf mefhumu ile birlikte ekonominin sermaye-merkezli temsilinin yanı sıra, haneyi sermayenin yeniden üretimine hizmet etmekten ibaret sayan Marksist feminist analizler de eleştirilmiştir.[7] Patriyarkanın hayatın her alanında kapitalizmle iş birliği içinde işlev gördüğü, veya patriyarkal üretim ilişkilerinin her daim kapitalist üretim ilişkileriyle iş birliği içerisinde hareket ettiği varsayımı da bu açıdan eleştirilir.

Artık emeğin sarf edildiği her üretim sürecini, ücretli veya ücretsiz olsun, sınıfsal bir süreç olarak nitelediğimizde hane içindeki ilişkileri de sınıf analizine dâhil edebilir ve burayı da sınıf mücadelesinin mekânlarından biri olarak imleyebiliriz.[8] Bu yaklaşımı, haneyi bir yeniden üretim ve tüketim mekânı olmanın ötesinde düşünmeyi mümkün kıldığı, onu aynı zamanda toplumsal ve iktisadi dönüşümlerle de çelişkili diyalektiği içerisinde analiz etmeyi sağladığı için yeğliyorum. Böyle bir perspektif, farklı sınıfsal süreçlerin politik, kültürel ve iktisadi belirlenimleri arasındaki çelişkili ilişkiyi de gözeterek, sınıfsal dönüşümün koşullarını serimlemeye imkân tanır. Örneğin, hizmet sektörünün genişlemesinin ve esnekleşmenin bir sonucu olarak kadın iş gücüne duyulan talebin artması ile ev işlerini kadınlığın bir ifadesi veya kadınların görevi olarak imleyen ideoloji arasında çelişkili bir gerilim söz konusudur. Bu gerilimin hane içi üretim süreçlerini ne yöne çekeceği ise sınıf mücadelesinin ve feminist siyasetin konusu olagelmiştir. Benzer bir bakış açısıyla, pandemi döneminde belirli sektörlerde iş yükünün artması, ailesel ve kamusal bakım desteğinin ortadan kalkması ve ev içinde temizlik/yemek gibi işlerin oranının artması hane üyelerinin emek gücüne farklı yönlerden baskı uygulayarak hem ücretli hem ücretsiz işlerin organizasyonuna dair sınıfsal çatışma ve dönüşüme kapı aralıyor. Bir yandan ücretli emek de ücretsiz hane içi emek gibi görünmezleştirilip “vazgeçilebilir” olarak imlendiğinde sömürünün raddesinin arttırılmasının imkânı doğuyor. Diğer yandan süregelen toplumsal cinsiyet ideolojileri hane içinde daha fazla ücretsiz işin kadınlarca üstlenilmesi yönünde baskı uyguluyor. Fakat feminist siyasetin kazanımları ve etkisi hane içi feodal üretim ilişkilerine dönüşü de zora sokarak daha bağımsız ve komünal hanelerin ortaya çıkışına zemin hazırlayabiliyor. Şimdi bu süreçler arasındaki etkileşim, çelişki, çatışma ve dönüşümleri sınıfsal çeşitlilik dilini kullanarak görünür kılmaya çalışabiliriz.

Covid-19’un eve getirdikleri

Pandeminin eve getirdiklerini, Rüya’nın deneyimini aktararak serimlemeye çalışalım. Pandemiden önce de kısa bir süre evden çalışmayı deneyimlemiş olan Rüya, freelance olarak video kurgulama işleri yapmış. Partneri “yine bu tür işleri kovalamasını” salık verse de o, evden çalıştığında kendisinden temizlik yapması, yemek pişirmesi gibi işler bekleneceğinden görüşme yaptığımız sırada ev dışında, öğretmen olarak çalışıyordu. Kadınların kamusal alanda var olmasını da bu nedenle önemsiyordu. Rüya, görüşmemizde bir yandan da göçmenlerle birlikte gönüllü yürüttüğü çalışmaların kendisi için ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştı. Hane içinde göreli bir eşitliği de gerek partneri, gerekse ailesi ve çevresiyle yürüttüğü müzakere ve çatışmalar sonucunda kazanmıştı. Haftada 4 gün bir ev işçisinin kendilerine yardımcı olması konusunda uzlaşmışlardı. Böylece ev içinde belirli işlerde feodal bir sınıfsal süreçten kapitalist sınıf sürecine geçilmişti. Öte yandan Rüya geri kalan işlerde de mücadelesinin sonucunda daha eşitlikçi bir paylaşımın mümkün olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla hane, komünal sınıf süreçleri ile kapitalist sınıf süreçlerinin bir arada olduğu bir şekilde döndürülüyordu.[9]

Buna karşılık, pandeminin patlak vermesiyle beraber bu düzeni yerinden eden iktisadi ve toplumsal dönüşümler de gerçekleşti. Rüya ücretli işinden oldu ve bir süre işsiz kaldı, bu sırada çalıştığı sivil toplum kuruluşundaki gönüllü işinde ise iş yükü arttı. Eşinin de iş yükü işyerindeki çalışan sayısının azalmasıyla beraber arttı. Bu esnada okulların kapanması ve dışarıdan hizmet almanın riskli veya zorlu hale gelmesi de evdeki bakım ve iş yükünü arttırdı. Dolayısıyla çevresinden evde daha fazla çalışması beklentisi dile getirildi. Rüya her ne kadar göçmenlerle birlikte yürüttüğü gönüllü işinin çok önemli olduğunu belirtse de bu konuda çevresinden destek görmedi. Ev içindeki eşitlikçi iş bölümünün bozulmasında cinsiyet normları ve iktisadi dönüşümlerin yanı sıra, gönüllü işlere dair yaygın kavrayışın, yani ücretli işler kadar değerli addedilmemelerinin de bir payı olduğunu düşünebiliriz. Gönüllü emek sarf etmenin önündeki iktisadi ve ideolojik bu tür engellerin, çalışanların örgütlenme süreçleri söz konusu olduğunda da her ne kadar azımsanıyor olsa da önemli bir engel teşkil ettiği kanaatindeyim. Öte yandan görüşmemiz esnasında Rüya’nın hane içindeki mücadelesi de devam ediyordu.

Görüştüğüm yalnız ebeveynlerin işi ise pandemide daha da zorlaşmıştı, zira Türkiye’de hâlâ kamusal bakım hizmetleri oldukça yetersiz ve bu nedenle aile merkezli çözümler kilit bir rol oynamaya devam ediyor.[10] Salgının ileri yaşlı nüfus için daha fazla risk teşkil etmesi, büyükannelerden bakım desteği alınmasını da zorlaştırmıştı. Nitekim uluslararası bir şirkette muhasebeci olan Hayal, annesi seyahat edemediği için şehir değiştirip kızıyla beraber ailesinin yanına taşınmış ve yeni bir düzen oturtmaya çalışmak zorunda kalmıştı. İki görüşmemizde de kalabalık aile yanında olmanın, özerkliği kaybetmenin, babasıyla yaşadığı çatışmanın zorluklarından bahsetmişti. En büyük hayali çocuğu ile bağımsız bir yaşam kurabilmek olan Hayal’in önündeki bir engel de kronik hastalığına yönelik sistematik tedavinin sigorta tarafından karşılanmamasıydı. Bu nedenle ikinci görüşmemizde daha önce dile getirdiği erken emekli olma ve bağımsız yaşama planlarını askıya almış, kızını ailesine emanet edip ofisten çalışabilmek için geldiği kente geri dönmeyi planlıyordu. Böyle bir aile desteği olmayan ve yayıncılık sektöründe çalışan Emel için ise önce uzaktan, sonra hibrit çalışmayı yönetmek epey kaygı verici olmuştu. Evden çalışırken gün içerisinde çocuğuyla ilgilenmekten bazen çalışamadığını, telafi için akşamları çalışmak zorunda kaldığını ve yine de işyerinden kendisine olumsuz bir tepki gelmesinden çekindiğini aktarmıştı. Çocuğuyla da layıkıyla vakit geçiremediği için suçluluk duyuyordu. Hibrit çalışmaya geçildiğinde çocuğuna kimin bakacağı da ciddi bir kriz olmuştu. İş arkadaşları kendisini idare etse de kendini onlara borçlu hissediyor, işi olduğunda çocuğunu emanet edecek kişiyi sürekli arayıp ayarlaması gerekiyordu. Özetle kadınlar kamusal bakım desteklerinin yokluğunda ya yalnızlığın getirdiği kaygı ve yetersizlik hislerini, ya da aile içinde daha feodal ilişkilere dönmenin getirdiği sıkışmışlığı deneyimlemek zorunda kaldı.

Son olarak, pandemi süresince kamusal hayatın sekteye uğraması ve sosyalleşme zorlukları özellikle yalnız yaşayan evden çalışanlar için psiko-sosyal problemleri de beraberinde getirdi. Örneğin, yine yalnız yaşayan bir bilişim emekçisi olan Sevil pandeminin ilk dört ayı depresifleşip içe döndüğünü, sağlıksız alışkanlıklar edindiğini aktarmıştı. Bir yandan da ücretli iş yükü o kadar artmıştı ki Gamze gibi o da temel ihtiyaçları için bile işine ara vermekte zorlanıyordu. Bu bunalmışlık hissiyle müdürüyle çatışmaya başladı ve yeni iş arayışına girişmek istedi; ancak “hayatını değiştirme gücünü” kendinde bulamıyordu. Pandemiden önce yalnız yaşayan Gamze ise bu tür sorunlar yaşamamak için ailesinin yanına geri taşınmıştı; ailesiyle yaşayanların krizi daha kolay atlattığını gözlemliyordu:

Evde bir şey düşünmeyip ailesiyle yaşayanlar bunu daha rahat atlattı… çünkü o ev dinamiği sadece onların sorumluluğu olmuyor. Şu hissiyat güzel bir şey: benden ayrı da birileri bir şey yapıyor, her şey benim üzerime kalmıyor; birileri benim için bir şey yapıyor bu ev içerisinde.

Gamze bu süreçte ailesinin de cesaretlendirmesiyle ücretli işini bırakıp freelance çalışmaya başladı. Hane içindeki manevi paylaşım ev işlerinin ve çalışma saatlerinin paylaşımı bir dayanışma duygusu yaratmış, bu sayede çalışma düzeni ile yaşadığı çatışmayı dönüştürme gücü bulabilmişti. Böylece ücretli işinde kapitalist sınıf sürecinden bağımsız sınıf sürecine geçiş yaparken, ücretsiz ev içi işlerde ise daha komünal bir sürece geçiş yapmıştı.

Diğer bir deyişle, pandeminin erken döneminde bir ailevileşme süreci yaşandı; aileler bakım, ve yeniden üretim emeği ile duygulanımsal emeğin yoğun sarf edildiği destek mekanizmaları olarak kamusal desteğin ve kapitalist hizmetlerin yerini aldı. Bu bazen ev içi ücretsiz işlerde sömürücü feodal sınıfsal süreçlerin yaygınlaşmasına neden olurken, bazen de çatışmaya ve sınıfsal dönüşüme yol açtı. Örneğin Hayal, annesi ile tartışmasının sıklıkla ev işlerinin yapılma şekliyle ilgili olduğunu düşünüyordu. Annesi iş yaptırmak istemiyor, Hayal ise işin daha iyi yapılması için paylaşılmasını istiyordu. Yani çelişkili bir şekilde ev işlerine dair özünde cinsiyetçi normlara dayanan idealler, bu işlerinin daha eşit bölünmesi ile sonuçlandı. Bazen bu sınıfsal dönüşüme cinsiyetçi iş bölümüne dair algının dönüşümü de eşlik edebiliyor. Söz gelimi Sait, pandemide eşinden daha fazla ev işi yapmaya başladığını aktarıyor, eskiden bu tür işlerden ofise erkenden giderek kaçtığını itiraf ediyordu. Ne var ki uzun vadede evden çalışma ve hane içi ilişkileri sürdürmekte zorlanmış, yaşadığı çatışmalar ikinci görüşmemizi yaptığımız sırada bu ilişkilerde kopuşa neden olmuştu. Dolayısıyla zaman içinde hane içi ücretsiz üretim ilişkileri önce komünal, daha sonra bağımsız bir nitelik kazanmıştı.

Özetle, pandemide sermaye göreli kârını korumak veya arttırmak için işçilerin pek çok yan hakkını gasp edip sömürüyü arttırmaya çalışırken bunun hem iş ilişkilerinde hem hane içi ilişkilerde çatışma ve gerilimlere neden olduğunu gözlemleyebiliriz. Merkez kapitalist ülkelerde bu süreçte beyaz yakalılar arasında “büyük istifa” tufanının koptuğu, yeni neslin rahatını daha fazla öncelediği ima ve iddialarıyla beraber aktarıldı.[11] Oysa gözlemlediğimiz şey örgütsüz de olsa bir sınıfsal çatışma olarak adlandırılabilir. Hane içinde artan ücretsiz işlerin organizasyonunun da benzer bir çatışmayı beraberinde getirebildiğini, pandemi öncesinde bazı hanelerde geliştirilmiş komünal ve kapitalist hibrit sınıf süreçlerindeki dengenin bozulduğunu gördük. Ortaya çıkan çatışma, yeni müzakereleri ve cinsiyetçi iş bölümüne dair sorgulamaların tekrar edilmesini de beraberinde getirdi. Bazı hanelerde bu süreçte feodal ilişkilere geri dönüşü tespit ederken, diğerlerinde komünal veya bağımsız yönde dönüşümlere geçişi gözlemliyoruz.[12]

Son olarak, hane içi ilişkilerin sadece hane dışı kapitalist üretim ilişkilerinden tek yönlü etkilenmediği, bu ilişkileri çelişki içerebilecek bir diyalektik içerisinde belirleme ihtimali olduğunu da belirtelim. Bu nedenle son bölümde pandeminin farklı dönemlerinde hane içinde deneyimlenen ücretli ve ücretsiz iş yükündeki değişimlerin duygulanımsal sonuçlarına politik öznellik üzerindeki muhtemel etkileri açısından değineceğiz.

Evden çalışmanın psiko-sosyal ve politik etkilerine dair

İlk dönem: kaygı ve melankoli 

Daha önce de belirtildiği gibi pandeminin ilk döneminde uzaktan çalışmaya geçiş, yalnız yaşayanlar açısından zorlayıcı olurken ailesiyle veya ev arkadaşlarıyla yaşayanlar açısından yakınlık kurabildikleri, kendilerine ve sevdiklerine daha fazla zaman ayırabildikleri bir dönem olmuştu. Öte yandan bunun neden uzun sürmediğini Ekin güzel aktarıyor:

Ben evime yerleştiğimi hissettim; sanki otel gibi kullanıyormuşum, öyleydi. Ya da bir telaş… Birlikte camları sildik eşimle. Evin her yerini elden geçirdik, temizledik, ettik. Güzeldi bu anlamda, ama ne zaman ki evin içine çalışma, iş girince, benim öğretmenlik, EBA’lar… biraz orada çığırından çıktı.

Ekin devamında 3 yaşındaki çocuğu ile beraber nasıl bir yandan ders anlatıp diğer yandan onu oyalamaya çalıştığını aktarıyor. Söylediğine göre, pandemiden önce bir ev işçisinin desteğini alıyorlar, eşiyle de belirli işleri bölüşüp yapıyorlardı. Dolayısıyla bir an evvel okulların açılmasını, “yüzüne bir iki şey sürüp dışarı çıkabilmeyi” dört gözle bekliyordu. Bu sürede hissettiği “işlerinden çığrından çıktığı” hissi diğer görüşmecilerde de farklı şekillerde ifade buluyordu. Geleceğe dair endişeli beklentiler eskiye, “normal”e özlemi de beraberinde getiriyordu. Bir yandan hayata dair verili pratik ve normların kaybı ve belirsizlik, diğer yandan da ücretli/ücretsiz emeğe yönelik taleplerin bombardımanı evden çalışanları kaygılı bir duruma sürüklemişti.

Kaygıya dair Lacancı psikanalizde iki farklı tutum olduğu söylenebilir. Biri Öteki’nin arzusuna, yani eksik ile karşılaşmaya dairse,[13] diğerinin öznenin arzu nesneleri ile bombardımanından kaynaklandığı iddia edilir.[14] Diğer bir deyişle, hayatı yeniden ve yönlendirme olmaksızın kurma sorumluluğu karşısında veya buna müsaade edilmemesi karşısında hissedilebilir. Pandemi süresince bir yandan yeni “normal”in inşasının gerekliliği, diğer yandan ücretli/ücretsiz iş yükündeki artışın aslında buna müsaade etmemesi böyle bir kaygılı ruh haline neden olmuş olabilir. Dahası bu çalışma düzeni, kaybettiklerimizin yasını tutmamıza da fırsat tanımadığından kaygının bir sonraki aşaması daha melankolik bir ruh hali olabilir, zira kayıpların adını koyup bir kolektiflik içerisinde anlatılaştıramadığımızda, yeninin inşası da güç olur. Pandemide kaybettiğimiz hayatlar, sağlık, toplumsallık, gelir, sosyal güvence, bakım desteği, kamusal alanlar gibi tek tek adlandırmanın pek bir anlam ifade edemediği, iç içe geçmiş bir dizi kayıpların böylesi bir ruh haline neden olduğunu düşünebiliriz. İstanbul’daki bir beyaz yakalı örgütünde aktivist olan Dilara da nedenlerini tam ayırt edemediği böylesi bir durumu tarif etmişti. Bir şey yapma isteğinde azalma, yakın sosyal çevreye kapanma gibi sonuçları olan bu durumu çevresindeki aktivistler ve örgütü destekleyenler arasında da gözlemlediğini aktarıyordu:

Kimsenin hiçbir şeyle tam olarak ilgilenmeme gibi bir durumu var. Yani sürekli çok kötü şeyler oluyor. Ben de mesela öyleyim, Twitter’a sürekli bakıyorum ama aslında çoğu şeyi de okumuyorum baştan sona. Öyle gibi oldu galiba, ekstra bir aşırı mutsuzluk ve o duyarsızlık hali mi var? Bir şey, yani etkileşim içinde olamama problemi var genel olarak.

Öte yandan pandeminin daha ileri evrelerinde ortaya çıkan bu içe dönüklük hali öncesinde, İstanbul’da faaliyet gösteren 9 beyaz yakalı örgütü bir araya gelip evden çalışanların taleplerine ilişkin bir kampanya başlatmıştı. Bu kampanya 10 Mart 2021’de yürürlüğe giren evden çalışmayla ilgili yasal düzenlemeye bir yanıt niteliğindeydi. Düzenleme evden çalışmaya geçiş kararı, üretim araçlarının temini, iş güvenliği, çalışma saatleri ve iletişim biçimi gibi pek çok hususu evden çalışan işçi ile işverenin müzakeresine havale eden, işvereni bağlayıcılıktan yoksun maddeler içeriyordu. Sözgelimi, işveren dilediğinde evden çalışmaya geçiş kararı alabilirken, işçi mücbir durumlar nedeniyle evden çalışmayı talep ettiğinde işverenin onayına bağlıydı. Dolayısıyla düzenleme, evden çalışmanın yeni ihtiyaçlar doğurduğunu kabul etse de işverenin keyfî iktidarını onamaktan öteye geçmiyordu. Buna karşılık işçiler birçok hususta düzenleme talep etti: Evden çalışmada psiko-sosyal risklerinin azaltılması için çalışma saatlerinin düzenlenmesi, kreş hakkının işverenin yükümlülüğü olması, fazla çalışmanın önlenmesi amacıyla bağlantısızlık hakkının tanınması ve telafi çalışmasının önlenmesi gibi taleplerle evden çalışmada yukarıda tespit ettiğimiz iş yoğunlaşması sorununa bir çözüm önermişlerdi.

Bu kampanyanın katılımcılarından olan ve Dilara’nın da üyesi olduğu örgüt, pandeminin erken dönemlerinde online toplantılara devam etmiş ve pandemide çalışma hayatının dönüşümü hakkında önemli araştırmalar yapıp raporlamıştı.[15] Öte yandan pandeminin ikinci senesini geride bırakırken örgütün aktivistleri yüz yüze toplantılar olmadığında katılım ve yaratıcılığın azaldığını, temasta oldukları örgütlerin de benzer durumda olduğunu aktarıyordu. Nedenini sorduğumda ise üyelerinin yurt dışına taşınması, makro siyasetin ve gelecek seçimlerin gündemi belirlemesi ve ekonomik krizin etkisinden bahsediyordu. Peki, bu maddi sebepler dışında duygulanımsal süreçlerin de etkisinden söz edebilir miyiz? Freud melankoli ve yasla ilgili ünlü makalesinde, melankolide öznenin kaybettiği şeyi veya o şeyde neyi kaybettiğini adlandıramadığı bilinçdışı bir sürecin söz konusu olduğundan bahseder.[16] Melankoliyi ayırt eden semptomun, kederden ziyade kendini suçlamayla ifade eden bir özgüven kaybı olduğunu ifade eder. Böylece melankolide kaybedilen nesnenin bir kimlik kaybına, dolayısıyla da özgüven kaybına neden olduğu anlaşılabilir. Yas tutmanın önündeki bir engel yukarıda bahsedilen maddi sebeplerse, diğeri de toplumsal bağlam/destek olmaksızın yasın mümkün olmamasıdır.[17] Belli bir kolektiflik içinde kayıpların anlamlandırılıp nitelendirilememesi hem yetersizlik duygularına hem de sorumluluk atfedilen ötekilere yönelik suçlama (resentment) yönelimine yol açabilir. Böylelikle sonuç, siyasi eylemlilikten bir nebze feragat edilmiş bir bekleyiş hali ve seyircileşme olabilir. Yas tutamamanın bir diğer sonucu da “eski normal”i sorgulama ihtimalinin azalmasıdır; zira yas, aslında kaybedilen nesnenin arzu edilebilirliğini de sorunsallaştırabilir. Dolayısıyla sınıf siyasetinde pandemi döneminde yaşadığımız türden çeşitli kayıplarla başa çıkmanın ciddi bir duygulanımsal emek de gerektirdiğinin dikkate alınması ve buna yönelik araçların geliştirilmesi önemli bir gündem maddesi olabilir.

İkinci dönem: değişim isteği 

Pandeminin ikinci senesini arkada bırakırken gerçekleştirdiğim görüşmelerde bir yandan da pandeminin kişilerin hayatlarında bir “dönüm noktası” teşkil ettiği vurgusuyla sıklıkla karşılaştım. Bu vurgu, pandeminin ilk döneminde de vardı. Sosyal medyadan edindiğimiz izlenimleri hatırlayalım: İstanbul’un havasının nasıl temizlendiğine dair paylaşımlar, evde ekmek yapma trendi… “Yeni normal”e dönülürken de hayata ve iş yaşamına dair sorgulamalar ifade bulmaya devam ediyor gibiydi. Gelgelelim, bireysel düzeydeki bu değişim arzusuna Türkiye’de ekonomik krizin ciddi ket vurduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Hayal, ilk görüşmemizde erken emekli olup kızıyla yaşamak istiyordu; ancak ikinci görüşmemizde, evden çalışma sürecinde işin yoğunlaşmasından ötürü sağlığı ile ilgilenemediğini ve artan tedavi masraflarını karşılamak için artık ömür boyu çalışmak zorunda olduğunu paylaşıyor. Bir yandan da değişim arzusu yok olmuş değil, yurt dışına taşınıp başka bir hayat kurma planlarından da bahsediyor. Yurt dışına uzaktan çalışmak; kendi işini kurmak, freelanceçalışmaya geçmek, başka kente taşınmak gibi istekler bazen hayaller, bazen gerçekçi planlar, bazen de bu ikisi arasında salınan cümlelerde kendine ifade buluyor. Bu hayaller Lauren Berlant’ın “zalim iyimserlik” adını verdiği, kronikleşmiş bir acıyla başa çıkma yöntemini hatırlatıyor: İstenilen değişimin gerçekleşmesi önündeki “geçici” engellerin ayakta tuttuğu, böylece öznenin de içinde bulunduğu koşullara katlanmasını mümkün kılan bir iyimserlik.[18]

Öte yandan, Lauren Berlant’ın da vurguladığı gibi aslında hikâye anlatmaktan başka da bir seçeneğimiz yoktur.[19]Kanımca bu hikâyelerin fantezi düzeyinde mi kalacağı, bireysel kurtuluş hikâyelerine mi yerini bırakacağı, yoksa kolektif mücadele için duygulanımsal bir zemine mi evrileceği politikanın seyrine göre değişecektir. Dolayısıyla işçilerin bireysel addedilebilecek “kurtuluş arzuları”ndaki potansiyeli görmek de sınıf siyasetinin konusu olabilir. Kendine nasıl ifade bulduğu farklılık gösterse de, bu araştırma sırasında dinlediğim hikâyelerin ortaklaştığı husus, çalışma ve yaşama koşullarına dair bir sorgulama ve değişim arzusuydu. Bu arzu pek çok durumda evden çalışmayla beraber artan ücretli-ücretsiz iş yükü, her iki iş türündeki mesainin yoğunlaşması, Türkiye’de yaşanan dramatik ekonomik kriz ve güvencesizleşme ile siyasi belirsizliklere yanıt olarak anlatılaştırılıyordu. Fakat arzu edilen dönüşüm pek çok kez bu maddi koşulların iyileştirilmesi, yani sömürünün azaltılması talebinin ötesine geçiyor, çalışma hayatının temelinden sorgulanmasına kapı aralıyordu. Sözgelimi bilişim sektöründe çalışan Sevim pandeminin ilk senesi iş değiştirmenin sorunlarına bir çözüm olacağını düşündüğünü aktarmış, fakat ikinci kez görüştüğümüzde daha iyi bir işe geçiş yapmanın ona yeterli gelmediğini vurgulamıştı. İşi üzerinde daha fazla hâkimiyet sahibi olmayı istiyor, ileride freelance çalışmayı düşünüyor ve bir yandan da mesleğiyle ilgili hevesle kendi araştırmalarını yürütüyordu. Onu bu arzuya sevk eden ve çalışma düzenine dair aktardığı nedenleri anlamak ise güç değildi:

Sabah dokuzda bilgisayarın başında olup bir toplantıya girmek istemiyorum; tabii ki bunu yapabilirim. Belki daha fazlasını yapabilirim, ama bunu ben tercih etmek istiyorum artık. Kaç senedir çalışıyorum, sadece 14 iş günü iznim var (…) Beni bazen arayıp “proje çekeceğiz, senin proje ile ilgili şu kişileri ara,” diyorlar. Yani pazar akşamı bir kadını aramak, sonra da ondan “Çocuğumla parktayım; eve gidince yapayım, olur mu?” sözlerini duymak istemiyorum. Ya anlatabildim mi söylemek istediğimi?

Sonuç yerine

Bu makalede Covid-19 pandemisi sırasında yaygınlaşan evden çalışmanın, hane içinde ücretli ve ücretsiz iş yükünü arttırdığını serimleyip, artan sömürüye her iki iş türünde de sınıfsal çatışmanın ve dönüşüm ihtimallerinin eşlik ettiği göstermeye çalıştım. Sınıfsal çatışmanın hane içinde ve dışındaki gündelik yansımalarını görünür kılmayı, özneleşme imkânlarını güçlendirmeyi amaçlayan bir pratik olarak görüyorum. Feminist hareketin dönüşümüne dair yakın zamanda tamamladığı doktora araştırmasında Bermal Küçük, bağımsız örgütler kapanırken yerlerini gündelik hayat politikasına dayanan “moleküler” bir devrimin bıraktığını aktarmıştı.[20] İktisadi ve toplumsal dönüşümlerin feminizmin daha ağsal bir form kazanmasına nasıl neden olduğunu açıklayan bu analiz, tek bir politik hedef etrafında benzerlerin bir araya geldiği merkezî örgütlenmelerin de dönüştürücü olma niteliğini yitirdiğini savunuyor. Haneyi sınıf mücadelesinin mekânı olarak imlerken sınıf siyasetini benzer bir şekilde kısmen gündelik hayat üzerinden düşünebileceğimizi önersem de, söz konusu çatışma ve dönüşümlerin kamusal siyasi bir müşterekte temsil bulmaması halinde öznellik üzerindeki uzun erimli etkileri konusunda çekinceliyim. Zira yukarıda belirtildiği gibi kaybettiklerimizin yasını ancak kolektiflik içinde tutabilir, yeniyi arzulayıp inşa etmek için güç bulabiliriz. Aksi halde çatışma, bu çalışmada tespit edilen türden eskiye dönme arzusu veya bireysel kurtuluş arayışları içerisinde sönümlenebilir. Dahası bu arayışların sonuçsuz kalması ve yaşanacak hayal kırıklıkları eyleme geçme kapasitesini uzun vadede azaltabilir de. Bu nedenle sınıfsal çatışmanın temsili kadar örgütsel pratiklerde duygulanımsal emeğin önemini de hesaba katmak, kolektif yas tutmanın imkân ve altyapısı üzerine düşünmek faydalı olabilir.


[1] Fraad, H., Resnick, S. A., & Wolff, R. D. (1994). Bringing it all back home: Class, gender, and power in the modern household. Pluto Press (UK).

[2] Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde 2019 yılında tamamladığım yüksek lisans tezi freelance çalışma hakkındaki neoliberal söylemin bir eleştirisinin yanı sıra, freelance çalışanların çalışma ve yaşam koşulları, işleriyle kurdukları ilişki, sınıfsal deneyimleri ve örgütlenme pratiklerine dair analizler içeriyor. Güncellenmiş ve Türkçeleştirilmiş hâli için bakınız: İlyas, Ö. (2022). Freelance Emek: Ofissiz Çalışmanın Sınıfsallığı. İletişim Yayınları.

[3] Resnick, S. A., & Wolff, R. D. (1989). Knowledge and class: A Marxian critique of political economy. University of Chicago Press.

[4] Resnick, S., & Wolff, R. (2006). New departures in Marxian theory. Routledge. s. 77

[5] Cullenberg, S. (1992). Socialism’s burden: Toward a “thin” definition of socialism. Rethinking Marxism5(2), 64-83.

[6] Gibson-Graham, J. K., Cameron, J., & Healy, S. (2013). Take back the economy: An ethical guide for transforming our communities. U of Minnesota Press.

[7] Gibson-Graham, J. K. (2006). The end of capitalism (as we knew it): A feminist critique of political economy. University of Minnesota Press.

[8] Fraad, H., Resnick, S. A., & Wolff, R. D. (1994). Bringing it all back home: Class, gender, and power in the modern household. Pluto Press (UK).

[9] Öte yandan ev işlerinin ücretli hale getirilmesinin kadınları illa ki özgürleştirmediğini, gerek emek piyasalarındaki gerek hane içindeki cinsiyetçi iş bölümü ve sömürünün farklı şekillerde devam edebildiğini uzun süredir biliyoruz. Bununla ilişkili olarak, ev işlerinin verili cinsiyet normlarının performansı ile de ilişkisini kuran bir analiz için bakınız: Bora, A. (2005). Kadınların sınıfı: ücretli ev emeği ve kadın öznelliğinin inşası. İletişim.

[10] Buğra, A. (2012). The changing welfare regime of Turkey: Neoliberalism, cultural conservatism and social solidarity redefined. Gender and society in Turkey: The impact of neoliberal policies, political Islam and EU accession, 15-31; Yazıcı, B. (2012). The Return to the Family: Welfare, State and Politics of the Family in Turkey. Anthropological Quarterly, 85(1), 103-140.

[11] İstifa oranlarındaki artışın ABD’de daha uzun erimli bir trend olduğu iddiası da söz konusu: https://hbr.org/2022/03/the-great-resignation-didnt-start-with-the-pandemic

[12] İki eğilimin de pandemiyle başlamadığını ise not edelim. TÜİK 2021 verilerine göre 2014-2021 yılları arasında tek kişilik hanehalkı sayısı %5 oranında ve tek ebeveynden oluşan hanehalkı sayısı %2,5 oranında artarken, eşler ve çocuktan oluşan çekirdek aile sayısı %4,9 oranında düşüş gösterdi. Detaylı bilgi için: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Aile-2021-45632#:~:text=ADNKS%20sonu%C3%A7lar%C4%B1na%20g%C3%B6re%2C%202014%20y%C4%B1l%C4%B1nda,%2C9’a%20y%C3%BCkseldi%C4%9Fi%20g%C3%B6r%C3%BCld%C3%BC.

[13] McNulty, T. (2009). Demanding the impossible: Desire and social Change. differences, 20(1), 1-39.

[14] McGowan, T. (2016). Capitalism and desire: The psychic cost of free markets. Columbia University Press.

[15] Politeknik’in yürüttüğü ilk araştırma pandeminin erken döneminde evden çalışma deneyimi ve işyerlerinin önlemlerine dairdi. Ev masraflarının artması ve ev işlerinin yoğunlaşması başı çeken sonuçlardan: https://politeknik.org.tr/politeknik-muhendis-mimar-sehir-plancilarinin-calisma-hayatinda-covid-19-arastirmasi-sonuclandi/

Politeknik’in bir diğer araştırması ise yeni mezunların Covid-19 pandemisinden nasıl etkilendiğini analiz etti. Araştırmanın dikkat çekici bir sonucu gençlerin sadece %3’ünün evden çalışmayı tercih ediyor oluşu: https://politeknik.org.tr/politeknikin-yeni-mezunlar-yeni-mezunlarla-calisanlar-muhendis-mimar-sehir-plancilarinin-calisma-hayatinda-covid-19-etkisi-arastirmasi-sonuclandi/

[16] Freud, S. (1917). Mourning and melancholia. The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, 14(1914–1916), 237-258.

[17] Özselçuk, C. (2006). Mourning, melancholy, and the politics of class transformation. Rethinking Marxism, 18(2), 225-240

[18] Berlant, L. (2011). Cruel optimism. Duke University Press. “Zalim İyimserlik” kavramsallaştırmasına ilişkin yazarın kendi dilinden Türkçe bir özet için bkz. Berlant, L. (2023). Zalim İyimserlik üzerine. (çev. Mustafa Çağlar Atmaca). Textum Dergi. https://textumdergi.net/zalim-iyimserlik-uzerine/

[19] Berlant, L., & Edelman, L. (2013). Sex, or the Unbearable. Duke University Press.

[20] Yazarın doktora araştırmasına dayanan incelemenin detayları için bkz. Küçük, B. (2023). Günümüz Türkiye’sinde feminist politikanın ve öznellik biçimlerinin dönüşümü. Çatlak Zemin. https://catlakzemin.com/gunumuz-turkiyesinde-feminist-politikanin-ve-oznellik-bicimlerinin-donusumu/