“Anlamla saldıranı anlamla öldürürler”
Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation
Derin okyanus belgeselleri sıklıkla büyük yırtıcıların av gösterilerini yayınlarlar. Bu gösteriler genellikle az rastlanan avlanma şekillerinden ibarettir. Yani yunusların fok avlaması veya katil balinaların köpek balığı avlaması aslında istisnai durumlardır. İstisnai oluşları bu olayları ilgi çekici yapar ki belgesellerde en çok bu olaylara yer verilir. Halbuki, sanılanın aksine, büyük deniz yırtıcıları, genellikle küçük balıklarla beslenirler. Küçük balıkların hareket kabiliyetleri büyük yırtıcılara göre çok kısıtlı olduğu için kaçma şansları yoktur. Böylece, örneğin bir yunus, fok avlarken harcayacağı enerjinin çok çok küçük bir miktarıyla onlarca hatta yüzlere küçük balığı yakalayabilir. Ayrıca, küçük balıkların büyük yırtıcılara karşı koyabilmesinin hayalini bile kurmak zordur. Aralarındaki güç dengesizliği muazzamdır ve küçük balık büyük yırtıcı için ancak birkaç saniyede yutulacak bir aperatiftir.
Ancak küçük balıkların kullandıkları bir karşı koyma yöntemi mevcuttur. Küçük balıklar, milyonluk sürüler halinde dolaşırlar. Fakat bu “bir arada olma hali”, büyük yırtıcılardan korunmaları için yeterli değildir. Eğer bu sürü içerisinde senkronizasyon, bir arada hareket etme birliği yoksa, bütün sürü, büyük yırtıcılar için bir avlanma festivaline dönüşür. Pek çoğu yem olur, kalanlar ise avcıların doyuma ulaşmaları sonrasında ancak kaçabilirler. O halde, bu bir arada olma haline bir de “iş birliği” kavramı eklenmelidir ki, küçük balıklar, avcılarına karşı koyabilsinler. Bu iş birliğinin aslında çok temel bir çalışma mekanizması vardır; her bir küçük balık, oluşturdukları büyük sürü içerisinde birbirini taklit ederek, aynı hareketleri tekrarlayarak ilerler. Böylece, küçük balıklardan oluşan bu sürü, başıbozuk, asenkron bir güruh görüntüsünden uzaklaşarak, tek bir vücut halinde, belirli bir amaç doğrultusunda hareket eden, devasa bir balık şeklini alır. Ortaya, okyanusun en büyük yırtıcılarının bile yaklaşmaya çekineceği, tek-vücut bir balık resmi çıkar.
Öznellik, esasında kapitalizme içkin bir olgudur. Kapitalist sistem içerisinde liberal ideolojinin durmadan pompaladığı yegâne dürtü, bireylerin birbirlerinden ayrı ayrı olarak ele alınmasının gerekliliğidir. Bireyleri birbirinden ayrı kurgulayan liberal düşünce, kendi içerisinde kaçınılmaz olarak bir çelişki barındırmaktadır. Bir tarafta, objektif bir yaklaşım olarak, üretme ve tüketme edimlerine sahip failler, belirli kategoriler etrafında şekillenen rasyonel[1] bireyler olarak kurgulanırken, diğer tarafta, bu bireylere, örneğin irade kudreti tanımlayan sübjektif haklar atfedilerek, rasyonalitelerin birbirinden farklı olarak tezahür etmesinin önü açılmaktadır.[2] Böylece, birbirinden ayrı bireyler ile sübjektivite, tek bir olgunun, yani öznelliğin şemsiyesi altında birleşmiştir. Bu durum, “bir arada olma hali” dışında toplumsal bir vasfı olmayan[3], ayrı öznelliklerden oluşmuş bir yapının inşa edilmesini sağlamıştır. Bu yapı, pek çok açıdan etraflarında gerçekleşen olaylara tepkisiz, sosyal gerçeklere (social facts) yabancılaşmış, birlikte hareket etme ediminden uzak bireylerden oluşan yığınların üzerinde yükselir. Yapının kendisi, kapitalist sistemin, bireyler arasında yarattığı her türlü çelişkiye rağmen devamlılığını sağlaması bakımından hayati öneme haizdir.
Ancak ironik olan şudur ki, birbirine ve sosyal gerçeklere yabancılaşmış, ayrı öznelliklerden kurulu bu kapitalizme içkin yapının çalışma mekanizması, ayrıştırılan bu bireylerin bütün faaliyetlerini (üretmek ve tüketmek) bir arada, kolektif -ancak “iş birliği” içerisinde değil- olarak gerçekleştirmelerine bağlıdır. Sistemin çarklarının dönebilmesi için, failler fabrikalarda, plazalarda, kafe ve restoranlarda hep bir arada, emek güçleriyle üretmek ve alışveriş merkezlerinde, eğlence mekanlarında hep bir arada tüketmek zorundadırlar. Lefebvre’e göre kapitalizm, üretim için mekân işgal ederken, tüketim için mekân yaratır ve böylece yükselişini sürdürür.[4] Dolayısıyla, birbirlerine ve sosyal gerçeklere yabancılaşmış faillerin bir arada üretme ve tüketme ediminde bulunmaları, asenkron bir şekilde hareket eden ve yırtıcılara ziyafet olmaktan kurtulamayan milyonluk küçük balık sürülerini andırmaktadır.
Gündelik hayatı atomize edilmiş[5] özne ile üretim ve tüketim süreçlerini kolektifleştiren kapitalist sistem, bünyesinde vahşi bir eşitsizlikler ağı barındırmaktadır. Bu eşitsizlikler ağı, kapitalist sınıf[6] ile işçi sınıfı arasında yaşanması muhtemel zıddiyetlere (antagonizmalara) ve çetin mücadelelere gebedir. Ancak şaşırtıcı bir şekilde, yaşanmasına muhtemel gözüyle bakılan bu çatışmaların pek az sayıda ve düşük ölçeklerde gerçekleştiği, bunların da büyük çoğunluğunun sınıf zıddiyetleri yerine başka birtakım sebeplerden kaynaklandıkları görülmektedir. İşte kapitalist sistemin yarattığı bu iki zıt kutbu dengede tutan ve çatışmaların çoğu zaman önüne geçen temel olgu “korku duvarı”dır. Gerçeğin ta kendisi gibi, bu korku duvarı da özneldir ve bütün mesele bu duvarı aşabilmektir. Öznellik, “iş birliği” ve “korku duvarı” arasındaki ilişkinin daha iyi ortaya serilebilmesi için, her bir kavramın ayrı ayrı ele alınması gerekmektedir.
Anlamsızlık çölünün boyutlarının hızla genişlediği, anlamların genel duyarsızlık sürecinin bir parçası haline geldiği günümüzde[7] “gerçeğin” ne olduğunu aramak, beyhude bir çabadan öteye geçmeyecektir. Bu minvalde, yazının başlığında geçen gerçek kelimesinden kasıt, yaşanmakta, karşılaşılmakta olan sosyal gerçeklerdir. Peki, bir gerçeği sosyal yapan nedir? Bu noktada ayrımı kabaca, münferit olaylar ile bireylerden mürekkep toplum tarafından görülen, duyulan, hissedil(mey)en olaylar arasında yapabiliriz. Örneğin, bir köyde tilkinin kümesten tavuk çalması münferit bir olaydır ve sosyal bir gerçeklik değildir. Ancak kıdem tazminatlarının bir fona devredilmesi ve erişilebilir olmaktan uzaklaşması, toplumsal bir olaydır ve sosyal bir gerçekliktir. Benzer şekilde, Van Gölü’nde batan mülteci teknesi de, Pınar Gültekin’in öldürülmesi de, Alaçatı’da çıkan orman yangını da sosyal gerçeklerdir. Görüldüğü üzere, sosyal gerçeklik ile kapitalist ilişkiler bütününün arasında, mevcudiyeti yadsınamayacak bağlar bulunmaktadır. Her birinin altında yatan, örneğin, işçi haklarının gasp edilmesi, emperyalist düşlerle yerle bir olan şehirler, ataerkil kodlar[8] ve yeni rant alanları oluşturma çabaları gibi gerekçeler, kapitalizme içkin birtakım olgulardan kaynaklanmaktadırlar.
Yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalist sistemin temel dayanak noktalarından birisi öznelliktir. Hal böyle olunca, sisteme içkin, doğal süreçlerin ürünü olarak düşünülemeyecek, aksine, sosyal gerçekliğin inşası esnasında yapay olarak türetilmiş birtakım olgular mevcuttur. Sistemin durmaksızın dayattığı ve adeta sistemin kendisinin varlık sebebi haline gelen bu öznelliğin kristalize olduğu yegâne olgu özel mülkiyettir. Öyle ki, özel mülkiyeti koruyacak yasal düzenlemeler olmaksızın bir toplum tahayyülü olamayacağına inanılmaktadır.[9] Özel mülkiyete ek olarak ve en az onun kadar önemli bir diğer olgu ise kâr elde etme dürtüsüdür. Bu iki olgu, birbirlerini durmadan takip ederek genişleyen bir fasit daire şeklinde düşünülebilir. Daha çok kâr elde etmek, özel mülkiyet sahipliğinin artması anlamına gelir ve bu şekilde daire kopmadan süreçler tekrarlanır. Öznel hırslardan ve/veya egolardan beslenen bu iki olgunun meydana getirdiği fasit daire, diğer faillerle rekabet etme itkisiyle dışa doğru giderek genişler. Hal böyle olunca, bu fasit daireyi besleyen ana damarlardan birisinin de sosyal gerçekler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan, (sosyal) gerçeklerin öznelliği, kapitalist sistem içerisinde ideolojik bombardımana maruz kalarak etrafında gerçekleşenlere yabancılaşan bireylerin, bu duyarsızlıktan sıyrılarak tepkisel hale gelmelerini gerekli kılmaktadır.
Ancak, zamanla kapitalist üretim ilişkileri içerisine gömülü hale gelen, etrafında olup bitenlere duyarsızlaşan, yabancılaşan bireyler, giderek gerçeklik algılarını kaybetmeye başlarlar. Örneğin, şu anda içinden geçmekte olduğumuz küresel salgın süreci bunun çok net bir şekilde berraklaşmasına vesile olmuştur. Pek çok kişi, Covid-19 hastalığını bizzat deneyimlemeden, yani ya kendisi, ya da çok yakınındaki bir başka kişi, örneğin anne, baba, kardeş, eş, hastalığa yakalanmadan, salgının gerçekten var olduğuna inanmadılar. Bu duyarsızlaşma süreçlerini, olup bitenlere yabancılaşma süreci takip etmiştir. Hastalığın tek göstergesi, her gün ilgili devlet görevlileri tarafından ilan edilen rakamlar düzeyine inmiş, hastalanan ve hayatını kaybeden gerçek failler, soyutlaşarak gerçekliklerini kaybetmişler ve birer rakamdan ibaret hale gelmişlerdir.[10] Halbuki bir günde, sadece hastalıktan hayatını kaybeden, örneğin 17 kişi, esasında 17 aileden 17 bireyin yok olması, bazı çocukların annesiz ve/veya babasız kalması, bazı öğrencilerin öğretmensiz kalması, bazı kalfaların ustasız kalması demektir. Fakat öznel boyuttaki yabancılaşma o kadar ileri bir seviyededir ki, hastalığın kendisi gerçekleşmediği noktada hissedilmez bir hale gelmiştir. Kaçınılmaz olarak, öznelerin bilinç altında ortaya çıkan soru şudur: hissedilmeyen bir şey gerçek olabilir mi?
Covid-19 hastalığı ve doğurduğu sonuçlar için verilen bu örnek, daha pek çok başka olay için de geçerlidir. Artvin’de, Rize’de meydana gelen sel felaketleri sonucunda yıkılan evler, kaybolan aileler ve ortaya çıkan daha nice olumsuzluklar, Ankara’da yaşayan bir birey için -çoğunlukla- sahte üzülme reaksiyonlarının ortaya çıktığı ve tepkinin ortalama bir dakika sürdüğü, bizzat yaşanmadığı için hissedilmeyen, dolayısıyla da bireyler tarafından gerçek değilmiş gibi algılanan olaylardır. Bu gerçeğin öznelliği halinin kapitalist sistem açısından en çarpıcı örnekleri ise, kapitalist üretim (sömürü) ilişkileri sonucu ortaya çıkan, failler arasındaki muazzam eşitsizliklere ve bunların sonuçlarına karşı yabancılaşma halidir. Soma madenlerinde hayatını kaybeden 301 madenci, asansör kazasında hayatını kaybeden 10 işçi, her gün haksız ve tazminatsız bir biçimde işlerinden olan işçiler, sayıları her geçen gün binlerce artan diplomalı işsizler ve daha sayısız örnek, bireylerin duyarsızlıkları arasında gerçekleşip, anında gündemden düşmektedir. Dolayısıyla, sosyal gerçekler öznel olarak nüfuz etmekte ve etkileri, nüfuz ettiği boyutla sınırlı kalmaktadır diyebiliriz. Diğer bir deyişle, nüfuz alanı dışında kalan bireyler, ya günlük rutinlerine devam etmektedirler, ya da pek sınırlı bir düzeyde belli tepkiler ortaya koymaktadırlar.[11]
Gerçeğin öznel bir algılanış biçimine dönüşmüş olması, kapitalist tahayyüllerin barındırdığı bir çelişkiyi daha gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Özellikle yirminci yüzyıl itibarıyla, kapitalist modern devlet anlayışı, ulus-devlet formunda somutlaşmıştır. Benedict Anderson’un çerçevesini çizdiği haliyle, ulus-devletlerin muhtevası, birbirini hiç tanımayan ancak milliyet gibi yapay bağlar vasıtasıyla kurgulanan hayali cemaatlerdir.[12] Bu cemaatleri oluşturan bireylerin en önemli özelliği, cemaate mensup olan ancak hiç tanımadıkları başka bireyler için üzülebilmeleri, sevinebilmeleri, kısaca duyarlı olabilmeleridir. Böyle bir yapı içerisinde birbirinden ayrılmış ve zamanla etrafında olup bitenlere yabancılaşmış kimselere yer yoktur. Çünkü, iş birliği mevcut olmasa da kolektifleşerek üretmeye ve tüketmeye devam etmesi gereken kitleler, kapitalist sistemin devamlılığı için elzemdir. Fakat sistem, bir taraftan ulus-devletler eliyle hayali cemaatleri şekillendirirken, diğer taraftan sosyal hayatı atomize ederek birbirinden kopuk bireylerin ortaya çıkmasına vesile olur. Ancak bugün, artık milliyetçi söylemlerin dahi ulus-devletleri ayakta tutmaya gücü kalmamıştır[13]; ulus-devletler miadını doldurmuştur. O halde, Ankara’da yaşayan bir bireyin, Artvin’de, Rize’de, Aydın’da yaşananlara göstermesi beklenen tepki, bir hayali cemaate duyulan bağlılıktan ötürü değil, kapitalist sistemin yarattığı çelişkileri benzer ölçeklerde hisseden sınıfsal bir bağlılıktan ötürüdür.
Ancak bu tepkisel düzeyle ilgili beklenti, yukarıda anlatısı yapılan öznelleşme süreçleri neticesinde, sınırlı seviyede kalmaktan öteye geçemez. Benzer şekilde, kapitalizme içkin kâr, rant, rekabet ve mülkiyet hırsları sonucu ortaya çıkan ve bireylerden oluşan kitlelerin gözleri önünde cereyan eden bu sosyal gerçeklere gösterilen sınırlı tepkiler, pek çok zaman toplumun genelini oluşturan bireylerde yankı bulmaz. Ancak ilginç olan şu ki, toplumların geneline yayılan tepki ve mücadele pratikleri, pek çok kez doğrudan kapitalist üretim ilişkilerine karşı ortaya çıkmamıştır.[14] Örneğin, 2020 Mayıs sonunda ABD’de ortaya çıkan ve çok kısa bir süre içerisinde bütün ülkeye, oradan da Avrupa’ya yayılan BLM[15] eylemleri, bir polis memurunun, George Floyd’u, ırkçı motivasyonlarla, keyfi bir şekilde öldürmesi sonrasında ortaya çıkmıştır. Her ne kadar ırkçılık karşıtı bir motivasyonla ortaya çıkmış da olsa, BLM eylemlerinin kısa bir süre içerisinde, kapitalizm karşıtı occupy hareketine evrildiği söylenebilir. Bu noktada dikkati çeken konu, hegemonya zincirinin halkaları arasında oluşan boşluklardan yükselen ateşleri, bütün habitusu saydam ağlarla çevrelemiş olan kapitalist üretim ilişkilerine doğrudan karşıt olmayan olayların tutuşturmuş olmasıdır. Bu durumun arkasında yatan olgu, gerçekliğin hissedilmesine rağmen yadsınmasına sebep olan öznel korku duvarlarıdır.
En başta belirtildiği üzere, kapitalizme içkin olan bir diğer olgu da, atomize hayatlara maruz bırakılan bireylerin, bir arada, iş birliğinden uzak bir kolektivitede üretim ve tüketim aşamalarına katılmalarıdır.[16] Bu noktada, küçük balık sürüleri örneğinde söylendiği üzere, “iş birliği” kavramının, kolektiviteler arasında farklılaşma yarattığı ortadadır. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, bir tarafta, iş birliğinden bağımsız, kapitalist sistemin dayattığı toplumsal iş bölümüne uygun şekliyle bir kolektif “bir arada olma hali” varken, diğer tarafta, “iş birliği” içerisindeki öznelerin, kapitalist sistem kaynaklı sömürü ve eşitsizlik düzenine karşı geliştirdikleri kolektif mücadele pratikleri ortaya çıkmaktadır. Sistem, ikinci kolektif birlikteliğin önünü kesebilmek için, belli zor ve rıza mekanizmalarının yanı sıra, bireyleri, birincide belirtilen, kolektif bir arada üretme ve tüketme süreçlerinin içerisine çeker. Böylece, kapitalizme içkin ideolojik bombardıman ile gerçeğin öznelliği meselesi, birbirlerini durmadan yeniden üreten diyalektik bir süreçler bütününün oluşmasını sağlarlar. İşte tam olarak bu diyalektik yeniden üretme süreçlerini, kapitalizm lehine dengede tutan olgu, “öznel korku duvarları”dır.
“Korku duvarı” söz öbeği, her ne kadar bir benzetmeden türetilmiş olsa da, gerçekten aşılması gereken bir duvar gibi bireylerin önünde yükselmektedir. Korku duvarının esas işlevi, bireyi, “iş birliği” içerisinde hareket edebileceği bir kolektiviteden uzak tutmaktır. Böylece, sistem esasında bireyleri bu öznel duvarların arkasına hapsederek, onların etrafa yabancılaşma süreçlerini de tetiklemiş olmaktadır. Yani bu noktada, öznel korku duvarlarının ikili bir mekanizma şeklinde çalıştığından söz edilebilir. Bir tarafta, kendi öznel korku duvarlarının arkasında sıkışıp kalan bireyler, etraflarında olup bitenlerden haberdar olmaya devam ederler. Böylece, kapitalist üretim ilişkileri neticesinde gerçekleşmiş nice olay, bireylerin öznel hafızalarıyla birlikte toplumsal hafızaya da kazınmış olur. Ancak diğer tarafta, korku duvarlarının aşılamıyor oluşu, bireylerin sosyal gerçeklere duyarsızlaşmasını ve neticede etraflarına yabancılaşmasını tetikler. Dolayısıyla, korku duvarları, bireylerin gerçekleri unutmamalarını sağlarken, unutmadıkları bu sosyal gerçeklere karşı hareketsiz kalmalarına da sebep olmaktadır. İşte bu yüzden, örneğin BLM eylemlerinde olduğu gibi, öznel korku duvarlarını aşan bireylerin eylemliliklerinin, bireylerin unutmadıkları sosyal gerçeklerin de yeniden sokaklara serilmesine ve nihayetinde kapitalizm karşıtı eylemlere evrilmesine sebep olmaktadır.
Ancak bu haliyle bile, öznel korku duvarlarının, kapitalizm yararına bir denge pozisyonunda durduğu ve sisteme ilişkin pek çok çelişki tarafından beslendiği aşikardır. Örneğin, bir tekstil atölyesinde yaşanan, haksız bir şekilde, tazminatına el koyularak işten çıkartma olayına tepki gösteremeyen bir başka işçi, işsiz kalmaktan ve dolayısıyla ailesinin karnını doyuramamaktan korkar. Zaten birbirlerinden ayrıştırılmış ve haliyle etrafında gerçekleşen olaylara yabancılaşmış özneler açısından aşılması gereken duvar, işsiz kalma korkusudur. Benzer şekilde, artık hükümetin gözetleme ve denetleme faaliyetlerini yasal bir güvenceye almanın hazırlığı içerisinde olduğu sosyal medya mecraları, hükümet faaliyetlerini eleştirmek istenci içerisindeki özneleri, fişlenme, işsiz kalma, akrabaların işsiz bırakılması gibi korkularla örülmüş bir duvarın önünde hareketsiz kılmaktadır.[17] Bu ve benzeri pek çok korkutma ve sindirme mekanizmalarıyla örülmüş olan öznel korku duvarları, kapitalizmin ayrıştırdığı her bir birey tarafından münferit şekillerde aşılmadıkça, hızla yükselmeye devam edeceklerdir. Her ne kadar sosyal gerçekler, iki gün konuşulup sonra unutulacak olaylar olmasalar da, giderek aşılması güç bir eşiğe ulaşacak olan korku duvarları, bireyleri, sosyal gerçekliğin tam anlamıyla bittiği ve öznel yabancılaşma seviyelerinin had raddeye ulaştığı, dolayısıyla da toplumu tanımlamanın tek şeklinin “bir arada olma hali”ne indirgendiği bir noktaya ulaştıracaktır.
Öznel korku duvarlarının aşılması -ve belki de tamamen yıkılması-, ancak faillerin en başta belirtilmiş olan “iş birliği” içerisinde kolektif hareket etmeleri ile mümkün olacaktır. Bu iş birliği, küçük balık sürüleri için birbirini taklit ederek, aynı hareketleri tekrarlayarak ilerlemek şeklindeyken, ideolojik bombardımanlarla yükseltilmiş öznel korku duvarlarının çevrelediği bireyler için dayanışmanın yükseltilmesi ile mümkün kılınabilir. Kapitalist sınıfın kendi kâr hırsları çerçevesinde kolaylıkla iş birliği tabanlı kolektiviteler oluşturduğu bir sistemde, gerçeğin öznelliğine yer yoktur. Tam tersine gerçeklik, kolektif olarak algılanmalı ve iş birliği ile korku duvarları aşılmalıdır. Ancak ondan sonra ortaya senkronize, tek-vücut, devasa bir balık resmi çıkacak ve mücadele derinleşebilecektir.[18]
[1] Evrensel insan hakları doktrini, hukuk devleti gibi kavramlar da esasında bu objektif rasyonalite anlayışının ürünleri olarak karşımıza çıkar. Ancak, özneler, son kertede vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları hukuk devletinin kanunlarında tanımlı olan hak ve özgürlüklerden yararlanabilmektedirler.
[2] Öyle ki bireysel hak ve özgürlüklerin çerçevesi de öznelerle sınırlı tutulmuştur. Örneğin, liberal ideolojinin sınırlarını belirlediği bir hukuk devletinde, bireysel bir hak ihlali için ancak öznenin kendisi -veya öznenin vekalet verdiği avukatı- başvuruda bulunabilir.
[3] “Toplum basitçe “bir arada duran” veya aynı topraklarda yaşamak “zorunda kalan” insanlar topluluğunun adı değil de, bir dizi insani (siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) kurucu bağ (“toplumsal bağ”, “asabiye”) ile birbirine bağlanmış olan insanların varoluş biçimidir” (Erdoğan, 2015, https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688)
[4] Lefebvre, H. 1976. The survival of capitalism: reproduction of the relations of production, New York: St. Martin’s Press. Trans. Frank Bryant, s. 21.
[5] Jules Boykoff (2011) The Leaf Blower, Capitalism, and the Atomization of Everyday Life, Capitalism Nature Socialism, 22:3, 95-113.
[6] Ulus-üstü korporasyonların devletlerin yerini almaya başladığı bu dönem itibarıyla“Burjuva sınıfı” tabiri geçerliliğini yitirmekte ve bir boş gösterene dönüşmektedir. Bu açıdan, zıddiyetin bir tarafı olarak “kapitalist sınıf” tabiri daha uygun olacaktır.
[7] Baudrillard, J. 1994. Simulacra and Simulation, Ann Arbor: The University of Michigan Press. Trans. Sheila Faria Glaser, s. 161.
[8] Ataerkinin kökleri, kapitalist sistemden çok öncelere kadar gitmektedir. Ancak kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte çok daha fazla derinleştiği ve bir tahakküm ilişkisi haline geldiği yadsınamaz bir gerçek.
[9] Rawls, J. 1993. A Theory of Justice, Massachusetts: Harvard University Press, s. 6.
[10] Halk arasında, bu ve benzeri durumlar için kullanılan yaygın bir tabir vardır aslında: ateş düştüğü yeri yakar.
[11] Necmi Erdoğan (2015), bu iki konumlanışa ek olarak öznelerin suç ortaklıkları kurdukları durumlardan bahseder ve bir repertuar oluşturur. Bu noktada, örneğin Hakkari’den gelen bir şehit haberi sonrası Manisa’daki HDP binasının ateşe verilmesi de bir tepki şekli olmakla birlikte, bu yazıda anlatısı yapılan öznel tepkiler, milliyetçi, hamasi söylemler neticesinde şekillenen tepkilerden farklılaşmaktadır. Bu suç ortaklıkları, büyük ölçüde kapitalist sistem içerisinde kurulan suni ortaklıkların bir neticesi olarak, belli işlevleri yerine getirmek adına kurulmaktadır.
[12] Anderson, B. 1995. Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İstanbul: Metis, s. 20.
[13] İlham Aliyev’in birkaç gün önce söylediği, “Binlerce kişi savaş istiyor, ama sadece 150 kişi gönüllü olarak yazıldı” sözleri, ulus-devletlerin çöküşünün ilanı niteliğindedir.
[14] Elbette kapitalist sistemin pek çok dönüştürücü ve bağlam ile olan ilişkiden uzaklaştırıcı uygulaması olmakla birlikte, yükselen geniş ölçekli tepkilerin nihai kaynağının yine kapitalizmin kendisi olduğu ortadadır. Bu noktada kapitalist üretim ilişkileri ile kastedilen, emek sömürüsünün doğrudan gerçekleştiği süreçlerdir.
[15] Black Lives Matter.
[16] Kapitalizme içkin olan kolektivite anlayışı, sömürüye maruz kalan öznelerle sınırlı değildir. Sistemin ayakta kalmasını sağlayan mekanizmalar, kapitalist sınıfın da belli kolektif faaliyetler içerisinde bulunmasını zorunlu kılmaktadır. Kısaca sistem mikro ölçekte kolektif hareket etmeyen öznelerden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, makro ölçekte sömürü mekanizmalarını besleyen ulus-üstü bankalar, korporasyonlar ve hatta devletler-üstü organizasyonlar olmadan da sürdürülebilir olma özelliğini kaybedecektir.
[17] Bilinçli olarak eyleme geçmemenin, duyarsız kalmanın veya karşıt kampın lehine harekete geçmenin arkasında, aç/işsiz kalma korkusundan ziyade, parçası olunan suç ortaklığının ortaya çıkmasının korkusu vardır. Bu açıdan, her halükârda öznel korku duvarlarının varlığını yadsımanın güç olduğu söylenebilir.
[18] “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz”