Neoliberal Biyopolitika ve İntihar

İntihar, son yıllarda sayısı giderek artan intihar haberleri üzerine bir kez daha ülke gündemine girdi. Yaşanan son tartışmalar üzerinden intiharları ele aldığı bu makalede Başak Coşkun, insanların neden intihar ettiği sorusundan önce “nasıl yaşadıkları” ve ölümle nasıl bir ilişki kurduklarını ele alıyor. Bu bağlamda genel olarak Foucault’nun çalışmalarını baz alarak bir öznel deneyim olarak intiharı “bilgi, iktidar ve etik” eksenlerinde inceliyor.

Apple ürünlerinin üretildiği Foxconn'da yaşanan bir intihar dalgasının ardından, işçilerin yatakhanelerinin bulunduğu binalara "intihar önleme ağları" yapılmıştı. Fotoğraf: Getty Images

Homo Economicus ve İntihar: Neoliberal İktidar Alanında Ekonomik Öznenin Çöküşü[1]

 Özet

Bu yazıda öncelikle bir survival of the fittest düzeneği olarak kurulan neoliberal biyopolitik alanda intiharın neden ve nasıl sorunsallaştırıldığını; intiharın neoliberal rasyonalite ile nasıl bir ilişkisi olduğunu; bir yandan insanları bireysel olarak sorumlu hâle getirirken toplumsal ve siyasi olarak iktidarsızlaştıran, bir yandan da geniş nüfus kitlelerinin açlık, yoksulluk ve ölüme terkedil(ebil)melerini mümkün kılan, yani insanları “atık” hâle getiren iktisadi ve siyasi düzenekler kurulmuşken neden intiharın önlenmek istendiğini ve tam da “intiharı önleme” stratejilerinin, söylemlerinin ve pratiklerinin de bir parçası olduğu neoliberal biyopolitikanın “intihar” üretip üretmediğini inceleyeceğim. Bu bağlamda, bir öznel deneyim olarak intiharı sorunsallaştırmak için kullanılan “bilgi ve iktidar” alanında söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklere; intihar ve “intihara eğilimli” bireyler etrafında psikiyatrik ve tıbbi bilginin örgütlenmesine ve bunların bireyler ve nüfus üzerinde bir yönetim tekniği olarak kullanımına da (kendinin özyönetimi ve başkalarının yönetimi) kısaca değineceğim.

Yazının ikinci bölümünde, bir “şirket, girişim, üretim” ve yatırım insanı olarak homo economicus’un intihara eğilimli bir özne olup olmadığını; neoliberal “yaşam” alanında intiharın “rasyonelliğini” ve etik-politik bir direniş potansiyeli taşıyıp taşımadığını ele alacağım. İntiharın hayatta kalmanın temel hedef olduğu neoliberal biyopolitik ve yönetimsel zincirden bir çıkış, “böyle yönetilmeyi, böyle yaşamayı, böyle özneler olmayı” reddetme ve bir iktidar uygulama pratiği olup olamayacağını sorgulayacağım.

Giriş

2019’un Kasım ayında Türkiye’de arka arkaya yaşanan toplu intiharlar (ya da ölümler), intiharı bir kere daha ülke gündemine getirdi. 6 Kasım’da yaşanan ilk olayda İstanbul Fatih’te yaşları 48 ile 60 arasında değişen dört kardeşin siyanür zehirlenmesi nedeniyle öldüğü tespit edildi. Kapılarında siyanüre karşı bir uyarı notu bırakmışlardı. Bir hafta sonra, Antalya’da bir apartmanda dört kişilik bir ailenin cesetleri bulundu ve incelemelerde siyanür tespit edildi. 14 Kasım’da İstanbul Bakırköy’de üç kişilik bir ailenin siyanür ile zehirlenerek öldüğü tespit edildi (Acarer, 2019). Bu intiharlarla ilgili olarak medyada ve dijital platformlarda birçok habere yer verildi ve tartışmalar yaşandı. Bazı psikiyatristler intiharların psikiyatrik sorunlarla ilgili olabilecek veçhelerine odaklanırlarken iktisatçılar, siyaset ve toplum bilimciler ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik ve diğer toplumsal faktörlere değindiler. Siyanürün açık kapı bırakmayan ve kesin ölüm getiren özelliği nedeniyle, içine düşülen umutsuzluğun ve çaresizliğin boyutlarına da dikkat çekildi. Elbette bunlar Türkiye’de meydana gelen ilk (ve son) intiharlar değildi. TÜİK verilerine göre 2018 yılında Türkiye’de 3,161 kişi intihar etmiştir. Bu da günde ortalama 9 kişiye tekabül etmektedir. 2001-2018 yılı arasında ise toplam 52,422 kişi intihar etmiştir. İşsizlik, yoksulluk, mobbing, şiddet vb. sorunlara bağlı intiharlar sıkça gündeme gelmektedir.

“İntihara kaybedilen tek bir hayat bile çok fazladır” (WHO, 2014, s.2) diyen Dünya Sağlık Örgütü (WHO) yazınına göre dünyada her yıl yaklaşık 800,000 insan (her kırk saniyede bir insan) intihar etmektedir ve dünyada sıtma, meme kanseri, savaş ve cinayetten daha fazla can kaybına neden olan intihar ciddi bir “kamu sağlığı sorunu”dur (WHO, 2019, s.7). 2016 yılı itibarıyla, küresel bazda intihar oranı her yüz bin kişide 10.5’tir ve bu oran cinsiyetler (erkeklerde intihar oranı kadınlara göre 1,8 kat daha fazladır), ülkeler ve yaş grupları arasında farklılık göstermektedir (WHO, 2019, s. 9-10).[2]

WHO’ya göre, intiharın “akıl sağlığı sorunları”, itkisel ve anlık kararlar, alkol ve diğer uyuşturucu maddelerin etkileri, şiddete maruz kalmak (özellikle toplumsal cinsiyete bağlı), intihar araçlarına ve yollarına kolay erişim gibi birçok nedeni olabilmektedir; ancak intihar bireysel, toplumsal, psikolojik, kültürel, biyolojik ve çevresel birçok nedene bağlı olarak gerçekleşmektedir (WHO, 2014, s.11). (Dolayısıyla, intiharın önlenmesi çabalarının birçok kamusal ve özel aktörün, sağlık ve sağlık-dışı sektörlerin [eğitim, emek, tarım, iş, adalet, hukuk, savunma, siyaset ve medyanın] katılımını ve koordinasyonunu içermesi gerektiği vurgulanmaktadır (WHO, 2014, s.11)).

“İntihar”ın (sanki tek bir tür intihar varmışçasına) tek bir makalenin ya da araştırmanın konusu olamayacak denli geniş bir konu olduğu açıktır. Durkheim 1897’de yayımlanan İntihar adlı kitabında “nasıl bir sonuç vereceği bilinen, kurbanın kendisi tarafından gerçekleştirilen, olumlu ya da olumsuz bir edimin, dolaylı ya da dolaysız sonucu olan her ölüm intihardır” diye belirtir ve gözlenmesinin çok kolay olmaması nedeniyle intiharın kolay tanınamama gibi bir özelliği olduğunu da vurgular (2019, s. 3-5). İntiharın arkasındaki niyetin fazlasıyla mahrem olması bir yana, insanın attığı adımların gerçek nedenleri konusunda kendisinin de yanılması mümkündür (Durkheim, 2019, s. 4). Niyet ettiğimiz her şeyi gerçekleştiremeyiz. Daha da önemlisi, niyetlerimizin arkasında gizli (ve belki de bilinçsiz) birçok başka motivasyon olabilir.

Ben de bu yazıda, insanların neden intihar ettiği sorusundan önce “nasıl yaşadıkları” ve ölümle nasıl bir ilişki kurduklarını ele alacağım. Bu bağlamda genel olarak Foucault’nun çalışmalarını baz alarak bir öznel deneyim olarak intiharı “bilgi, iktidar ve etik” eksenlerinde inceleyeceğim. Bu yazıya konu olan intiharlar, belirli bir toplumsal ve siyasi etki yaratma hedefi olan eylemler, terör eylemleri (intihar bombacıları vb.), “şehitlik” ve feda eylemleri vb. dışında kalan; genellikle ekonomik, toplumsal (ve kısmen siyasal) dışlanma ve yoksulluk gibi nedenlerle girişilen kendini öldürme eylemlerini kapsayacaktır.

Neoliberal Bilgi ve İktidar Alanında İntihar

İntiharın Ekonomi Politiği

Son yıllarda siyasi ve ekonomik krizler, mülteci akımları, işsizlik, eşitsizlik, yoksulluk, savaşlar, terör saldırıları, küresel ısınmaya bağlı doğal felaketler, çevre kirliliği ve son olarak salgınlar sürekli gündemdedir. Dünya çapında düşük ücret seviyeleri, çalışan yoksulluğu, sefalet ve açlık son derece yoğunlaşmıştır. İşçi nüfusunun önemli bir bölümü sürekli olarak ya işsiz ya da yarı işsiz durumdadır. Güvenceli ve sabit işler geçmişte kalmış; güvencesiz, esnek ve geçici işler yeni “normal” hâline gelmiştir.

Bu arka planda Apple, Dell, HP, Nintendo ve Sony gibi şirketler için üretim yapan Tayvanlı Hon Hai Precision adlı şirketin bir iştiraki olan Foxconn’da geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen intihar ve intihar girişimleri son derece dikkate değerdir. Neoliberal İktidar ve Özne’de detaylı olarak ele aldığım gibi, yüzbinlerce işçiyi istihdam eden bu firma, düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, yöneticilerin verdikleri sözleri tutmamaları, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi, işçilerin aşağılanması gibi nedenlerle gerçekleşen işçi intiharları ile gündeme gelmiştir. 2010 yılında 18 intihar girişimi olmuş ve 14 işçi ölmüştür. 2012 yılında 150 işçi çatıya çıkarak intiharı bir pazarlık faktörü olarak kullanmıştır. 2016’da da ücretleri geciktirilen bir grup aynı şeyi tekrar etmiştir. Foxconn yönetimi çözüm olarak işçilerden intihar etmeyeceklerine dair teminat istemiş, binaların etrafına ağlar çekmiş, işçileri sakinleştirmek için Budist rahipler getirmiştir. Steve Jobs ise intiharların “ulus ortalamasında” olduğunu açıklamıştır (Standing, 2017; Merchant, 2017; Coşkun, 2019).

Foxconn’da ciddi bir disiplin, baskı ve psikolojik şiddet uygulandığı açıktır. Öte yandan burada (bile) söz konusu olan, “iktidar ilişkileri” ve “yaşatan” bir “yönetim” biçimi olarak biyopolitikadır (Coşkun, 2019, s. 77). Bu vaka bize neoliberalizmin asıl “yeniliği”nin ne olduğunu analiz etme fırsatı sunmaktadır. Dikkat edilirse, yönetimin intiharları sona erdirmek için kullandığı stratejiler bedenlerin zorla sömürülmesini aşan ve ruhsal alana sızan birtakım teknikleri kapsamaktadır. İşçiler bu fabrikada zorla çalıştırılan birer köle değildirler ve bir performans-haz düzeneği içinde birbirleriyle rekabet etmekte, performansa bağlı prim ve fazla mesai ücretlerini talep etmekte, işlerini iyi yapamadıklarına dair aşağılanmalardan etkilenmektedirler. Neoliberal yönetimselliğin yeniliği insanların “tutumlarını yönlendiren”, “ruh”u işe koşan, arzuları tetikleyen, iş yeri ve üretim süreci ile (yabancılaşmanın aksine) özdeşleşen performansa adanmış etkin ve aktif öznellikler üretmesidir.

Verili iş gücü piyasasında, işçiler Foxconn’da çalışmaya “rasyonel” bir seçimle karar vermektedirler: “…Ya işsiz kalacaklardır ya burada çalışıp mutsuzluğa ve depresyona dayanacaklardır ya da intihar edeceklerdir” (Coşkun, 2019, s. 78).  Neoliberal çalışanlar iş yerine hem bağlı hem de bağımlıdırlar. Makroekonomik çerçeve istihdam edilebilir (içerilebilir) nüfusu belirleyen bir gerçeklik alanı yaratırken ve geri kalanlar atık/feda edilebilir hâle gelerek ölmeye bırakılırken, bir yandan da istihdam edilebilir nüfusu şekillendiren rasyonaliteler, söylemler, normlar ve normalleştirme düzenekleri işletilmektedir.

Foxconn’daki intihar girişimleri tam da bu şekilde “yönetilmeye”, “yaşam”ın emek gücüne dönüştürülmesine, belirli türden “bireyler/işçiler/özneler” olmaya, bir “çokluk/nüfus” olarak yönetilip feda edilebilir olmaya (yani hem ekonomik sömürü, hem disiplin, hem yaşam şekli hem de yönetim biçimine) karşı bir tepki olarak gelişmiştir. Bunun etkin ve etkili bir direniş ve karşı-tutum olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini bir sonraki bölümde ele alacağım.

Foucault’ya göre, biyopolitikada (öldüren ya da hayatta bırakan hükümranlığın aksine), “yaşatmak ve ölüme bırakmak”tan ibaret olan bir iktidar söz konusudur (Foucault, 2013b, s. 252). Bu iktidarda ölüm diskalifiye edilen, saklanılan, mahrem ve en utanç verici bir şeye dönüşmüştür. Hükümranlıkta ölüm bir iktidardan (hükümranın iktidarından) başka bir iktidara geçişi temsil edip, ölen kişinin iktidarının kalanlara devrini içerirken (vasiyet ve son istekler vb. vasıtasıyla); daha az öldürme, daha çok yaşatma ve yaşama müdahale etme iktidarı olan biyopolitikada ölüm, “yaşamın sonu olarak… iktidarın da bitimi, sınırı, sonudur”. Bu iktidar ölümle değil, ölüm oranı ile ilgilenir (Foucault, 2013b, s. 253-254). Hükümranlıkta, ölüm ve öldürme hükümranın iktidarının bir tezahürü iken, artık “ölüm tersine bireyin her türlü iktidardan sıyrıldığı, kendi kendisine döndüğü… el etek çekip, kendisinin en özel yanına çekildiği andır” (Foucault, 2013b, s. 254).

Diğer taraftan, Foucault’ya göre, biyopolitik iktidar alanında tehlikeli tutum, artık toplum için biyolojik bir tehdit oluşturmak, ıslah edilemez ve zararlı olmaktır. Bu bağlamda, örneğin soykırımlar, türü biyolojik olarak sürdürme mantığına büründürülmüştür. Dolayısıyla, ölümün biyopolitik iktidar alanından dışlanan, ortadan kaldırılan (ya da Foucault’nun deyimiyle boş verilen (2013b, s. 254))  bir şey olmadığını, kullanım şekli ve bağlı olduğu rasyonalitelerin değiştiğini söyleyebiliriz (Coşkun, 2019, s. 117-118).

Bunu bir başka toplu intihar vakası üzerinden daha iyi analiz edebiliriz: Söz konusu vaka Hindistan’da 1995 ila 2009 yılları arasında çeyrek milyondan fazla çiftçinin intihar etmesidir (Alt, 2018). Bu intiharların temel sebebi, son yirmi yılda tarım sektöründe yapılan reformlar, devletin kontrol görevinden çekilmesi, sektörün küresel piyasalara açılması neticesinde, çiftçilerin özel borçlanma kurumlarından çok yüksek faizlerle borçlanmak zorunda kalmaları olarak görülmektedir (Alt, 2018, s. 1-5).

İntiharların gündeme gelmesiyle birlikte, görmezden gelmekten kalan ailelere tazminat vermeye, sonra tazminatların daha çok intihara yol açtığı söylemlerine, intiharların nedenlerinin ekonomik değil psikolojik olduğuna, tarım politikalarını değiştirmek yerine hükûmetin çiftçilerden özsaygı ve özgüven talep etmesi gerektiğine, intiharların evlilikle ilgili sorunlara, depresyona ve alkolizme bağlanmasına, “intihara eğilimli” bölgelere daha fazla psikiyatrist gönderilmesine, kamu sağlığı görevlilerinin çiftçilerin akıl sağlığını test etmelerine kadar birçok yaklaşım sergilenmiştir. Dolayısıyla intiharlar baskın bir şekilde “bireysel bir patoloji” olarak ele alınmaya çalışılmıştır. Bu intiharlara yönelik bir diğer yaklaşım ve müdahale de şirketlerin, çağdaş dünyanın güvencesizlikleri ve risklerini daha iyi öngörüp yönetmeleri için, çiftçilere eğitim, bilgi ve uzmanlık sağlamaya davet edilmesidir. Bunlar dışında, birtakım self-help eğitimleri, seminerler, women empowerment programları da uygulanmıştır. Tüm bunlar temelde bireyleri neoliberal düzene uyumlamak üzere işe koşulan, özel alanlara ve psikolojiye nüfuz eden yönetimsellik teknikleridir ve tam da kitlesel intiharlar bu türden tekniklerin uygulanmasını meşrulaştırmaya yaramıştır. İntiharın patolojikleştirilmesi ve çiftçilerin girişimcileştirilmesi, neoliberal düzene uyumlanmak için esneklik gösterebilen bir özne üretmeye yaramaktadır (Alt, 2018).

Peki, böylesi bir iktidar alanında bu tip intiharlar nasıl mümkün olabiliyor, yaşatmayı hedefleyen bir iktidar alanında insanlar neden topluca intihar ediyorlar?

Hatırlayacak olursak, Foucault’nun biyopolitik alanda gerçekleşen “öldürme” ile ilgili açıklaması, toplumun belirli bir kesiminin yaşamının, “yaşamak istiyorsan, ötekinin ölmesi gerekir” gibi bir savaş denkleminden ziyade “aşağı türler”in ve “anormal” insanların ortadan kaldırılması gibi, “üstün” olduğu ileri sürülen türün devamı için yürütülen bir biyolojik ilişki düzeyinde ele alınmasını öngören “ırkçılık”tır. Bu bağlamda, ölüm zorunluluğu siyasal düşmanlar üzerinde değil biyolojik tehditler üzerinde uygulanır. Foucault’ya göre, “devlet biyo-iktidar modu üzerinden işlediği andan itibaren, devletin öldürücü işlevi ancak ırkçılıkla yerine getirilebilir” (2013b, s. 260-262).

Bu düşünceler neoliberal biyolopolitik alanda intihar konusunda bize nasıl yol gösterebilir? “Neoliberal toplumlarda ekonominin ve ekonomik rekabetin “yaşam”ın genel işleyiş ilkesi hâline gelmesi itibarıyla, Foucault’nun “biyolojik tehditler” olarak ifade ettiği “düşman”lar… homo economicus’ların ekonomik (ve dolayısıyla biyolojik) yaşamlarını tehdit eden toplum kesimleri”dir (Coşkun, 2019, s.117). Ekonomik tehditler, biyolojik tehditlere dönüşmektedir. Fakat burada söz konusu olan mültecilerin, işsizlerin, yoksulların, başarısızların vb. topluca ortadan kaldırılmasından ziyade, tam da bunların varlığı kullanılarak derinleştirilen ve güçlendirilen rasyonaliteler, söylemler, bilgiler, normlar ve normalleştirme mekanizmalarıdır.

Neoliberal toplumda yoksulluk, yoksullar ve konumuz bağlamında intihar tamamen ortadan kaldırılması, cezalandırılması, yok edilmesi gereken şeyler değildir. Tam tersine, sistem tam da bunların varlığı sayesinde işler. Yoksulluğun ve yoksulların varlığı sayesinde neoliberal toplumun işlemesi için gerekli olan normalleştirme faaliyetlerini gönüllü olarak üstlenen bireylerin tutumları (içeriden) yönlendirilir. Sistemde kabul edilir tutum, başarılı olmak için çabalamak ve yoksulluğa düşmemektir; yani “başarılı ya da başarısız” ekonomik özne olmaktır. Önemli olan belirli yaşam şekillerinin ve tutumların makroekonomik ve toplumsal rasyonalite ile olan ilişkisidir. Başarısız olanlar böylece sosyal güvencelerden, sendikalardan, sigortalardan yoksunluğu değil kendi bireysel başarısızlıklarını sorunsallaştırırlar. Böylece sistemsel sorunlar bireysel alana itilmiş olur. Zira başarı ve zenginlik idealize edilirken (bir anlamda bunlar “üstün ırk”a has özellikler olarak temsil edilirken); yoksulluk ve yoksullar değersizleştirilerek (yani “aşağı” olarak görülerek) feda edilebilir hâle gelirler. Böylesi bir ortamda (yoksulluğa ve başarısızlığa bağlı) intihar, bir yandan da bu ekonomik rasyonaliteyi içselleştiren homo economicus’ların kendi kendilerini değersizleştirerek kendilerini sistem adına ortadan kaldırmaları olarak okunabilir.

Nitekim Wendy Brown, günümüzde artık “çıkar”ın neoliberal özneyi iyi tanımlamadığını; söz konusu olanın makroekonomik iniş ve çıkışlarda kendilerini kurtarmaya çalışan sorumlulaştırılmış bireylerin üretimi olduğunu vurgular (2018, s. 98). Dolayısıyla, bu ortamda çıkar peşinde koşmak değil neredeyse kendini ekonomik işleyiş için feda etmek söz konusudur.[3] Nitekim, 2020 yılında Covid-19 salgınının yol açtığı ekonomik etkilerin ABD başta olmak üzere bazı ülkelerde tetiklediği sağ halk hareketlerini düşündüğümüzde, burada söz konusu olanın  bir yandan makro seviyede ekonomik krizi durdurmaya ve bireysel seviyede işe dönüp para kazanmaya çalışırken bir yandan da paradoksal olarak tam da bunu yaparken kendini ölüme atmak ve feda etmek olduğunu görebiliriz. Sanırım homo economicus’un içinde bulunduğu açmazı en iyi özetleyen örneklerden biridir bu.

Peter Fleming homo economicus’un aslında en başından beri başarısızlığa mahkûm olduğunu (designed to fail), bu figürün üst sınıflar için değil tam da bu sınıfların dışında kalan ve girişim-yatırım-kazanç-para takıntılı kültürden yararlanması en az mümkün olan geniş toplum kesimlerini oyunda kalmak (aslında yaşamak) için daha çok debelenmeye iterek ölüm-kalım iklimine dayanan bir ekonomi, iş ve sosyal düzen tesis etmek için kullanıldığını vurgular (2017, s. 93-94 ve 99-100). Artık homo economicus’un paraya olan takıntısı tamamen geçim ve gelecek kaygısı boyutundadır (Fleming, 2017, s. 8). Hatta artık mesele para kazanmak bile değildir. İşler iyi gitmediğinde insanlar varlık sebeplerini yitirmektedirler ve Fleming’e göre örneğin 2007 ile 2009 arasında Avrupa ve ABD’de normalden 10,000 fazla insanın intihar etmesi bununla da ilgilidir (2017, s. 128).

“Ekonomik insan” her şeyden önce bir fikir ve ideal olarak ölmüştür. Öte yandan, psikolojik sorunlarla, fiziksel hastalıklarla, tükenmişlik sendromuyla, iş başında ölümlerle, öz-yıkımla, öngörülemez öfke ve şiddet dışavurumlarıyla (özellikle ABD’de giderek artan mass-shooting vakalarını hatırlayalım) kendini gösteren gerçek bir ölüm süreci de söz konusudur. Burada bahsedilen ölüm sermayedarların, holding ve bankaların üst yönetiminde bulunanların, teknoloji şirketi sahiplerinin, büyük dijital girişimcilerin vb. değil, tam tersine gerçekte bu hayallere ulaşmaları hiçbir zaman mümkün olmamış ve olmayacak olan “orta” ve “alttakiler”in ölümüdür. “İş, borç, şiddet” döngüsü homo economicus’un varlığını çok daha iyi şekilde tanımlamaktadır ve hatta duvara çarpıp yanıp kül olmak bu varlığın misyonunu tamamlama sürecinin son adımını temsil etmektedir (Fleming, 2017, s. 94). Bu built-to-burn eğilimi günümüzde küresel yoksullara ve artık giderek boşalan orta sınıfa dayatılmaktadır. Homo economicus’luk bu sistemin kaybedenleri içindir ve kaybedenlik orta sınıfı da derinden kapsayacak şekilde genişlemiştir (Fleming, 2017, s.103 ve 127). Öte yandan yenilen pehlivanın güreşe doymaması gibi, kaybedenler de kaybettikçe oyunda kalırlar; kendilerine ezberletilen girişimcilik, insan sermayesi, başarı odaklılık masallarını yeni dekorlarda biteviye sergilerler; işsiz kaldıklarında profesyonel iş arayıcılarına dönüşürler; serbest piyasanın işleyişine ve adaletine gönülden inanırlar ve ıskartaya çıkarılmalarını kendi sorunları ve eksiklikleri olarak kabul ederler. Bu bağlamda, bireyler ekonomik krizlerin faturalarını üstlenmek, kemer sıkma programlarını kabullenmek ve kendi kendilerini kurtarmak zorundadırlar.

Kapitalizmin içinde bulunduğumuz aşamasında para yaşam satın almanın, iktidar ve ilişki kurmanın tek aracına ve dolayısıyla bir cashism rejiminin temeline dönüşmüş; öte yandan insanları varlığıyla değil yokluğuyla, gelecekteki akışına güvenilmezliğiyle, elden kayıp gitmesiyle ve istikrarsızlığıyla belirler olmuştur (Fleming, 2017, s. 16 ve 152).

Böylesi bir ekonomi politik iktidar alanında, “intihara eğilimliliğin” homo economicus’un öznelliğinin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Hindistan’daki çiftçi intiharları bir yandan “intihara eğilimli” özneler üretirken, bir yandan da “intihara eğilimlilik” üzerinden gerçekleştirilen bir değersizleştirmenin, kalanların yaşamları üzerindeki müdahalelerin meşrulaştırılmasının bir örneğidir. Bu da iki yolla yapılmıştır: intihar edenleri (ya da intihar teşebbüsünde bulunanları) akıl sağlığı sorunları yaşayan özneler olarak kategorize ederek onların tedavi edilmesi gerektiğini öne sürmek; ya da neoliberal girişimcilik mantalitesine sahip olabilmeleri için onları eğitmek gerektiğini savunmak. Dolayısıyla yalnızca bir ekonomi politik ideoloji değil, aynı zamanda bir biyopolitik rasyonalite ve yaşam formu öngören neoliberal sistemde intiharların yönetimsel bir işlevi olmuştur. Böylece intiharlar apolitikleştirilmiş ve siyasi değişim potansiyelinden arındırılmıştır (Alt, 2018).

Bilgi-İktidar Düzeneğinde İntihar ve İntiharın Yönetimselleşmesi

Foucault Cinselliğin Tarihi’nde yaşama odaklanan bir toplumda intiharın bir şaşkınlık yarattığını vurgular:

İntiharın – bu ya da öbür dünyadaki hükümdarın tek başına sahip olduğu ölüm hakkının bir tür zorbalıkla ele geçirilmesi olarak görüldüğünden eskiden cinayet olarak nitelendirilen intiharın – XIX. yüzyılda toplumbilimsel çözümleme alanına giren ilk davranışlardan biri olmasına şaşmamak gerekir; intihar yaşam üzerinde kurulan iktidarın sınırlarının ve çizgilerinin ötesinde kişisel ve özel ölme hakkını ortaya çıkarıyordu… bireysel özellikler ya da kazalarla açıklanamayan ölme azmi, siyasal iktidarın kendine görev olarak yaşamı yönetmeyi seçtiği bir toplumun yaşadığı ilk şaşkınlıklardan biri olmuştur. (Foucault, 2010, s. 102)

Aslında intiharın nasıl ele alınması gerektiği tarihsel olarak da oldukça karmaşıktır. Nitekim, intiharın yönetimselliği konusunda yazan Thomas F. Tierney, intiharın Avrupa tarihinde hep belâlı bir mesele olduğunu, Antik Yunan’dan itibaren intiharın kamusal, yasal ve etik bağlamlarda nasıl ele alınması gerektiği hususunda birçok farklı görüş ve uygulama olduğunu hatırlatır.[4] 15. yüzyıla gelindiğinde, intihar edenlerin kendini öldürmeye teşebbüs suçu mu işledikleri yoksa aklî dengelerinin yerinde mi olmadığı (non compos mentis) soruşturulmaya başlanır ve aklî dengesi yerinde olup da intihar edenler Hristiyan törelerine göre gömülmekten men edilerek, mallarına el konulur (Tierney, 2010, s. 364-367). Fakat Foucault’nun da ele aldığı süreçle birlikte liberalizm Avrupa’ya yayıldıkça intihara karşı düşmanca tavır giderek zayıflamıştır.[5] 17. yüzyıldan itibaren intihar ve intihara eğilimli kişilere yaklaşımda önemli bir dönüşüm olur ve cezalandırma yerine bir kuruma kapatıp tedavi etme uygulamalarına geçilir (Marsh, 2017, s. 134).

Böylesi bir biyopolitik alanda intihar, artık ölüm sonrasında bir şeyler alarak (mal varlığına el konularak, Hristiyan geleneklerine göre cenaze töreninden men edilerek vs.) tepki gösterilen bir olay olmaktan çıkmış, hem nüfus hem de birey düzeyinde denetim altına alınması gereken hedeflerden biri haline gelmiştir. İntihara eğilimli kişilerin tımarhanelere kapatılması, 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de ve Fransa’da gerçekleşen intihar vakalarının sistematik bir şekilde sayılması, biyopolitik mantığın ilk dışavurumları gibi görülebilir… intihar… biyopolitik iktidar ekonomisinde, hastalık ve çöküşe (ve sonunda ölüme) karşı sağlık ve canlılığı (kısacası yaşamı) desteklemeyi hedefleyen yöntem ve stratejileri tehdit eden bir olgu hâline gelmiştir. Bu ölümler önlenemez ölümler değildirler… ve artık intihar sorunu, bunun lüzumsuz bir ölüm olmasından kaynaklanır; intihar… önlenebilir bir durumdur… ve dahası yaşam ziyanıdır; iktidarın aktiflerinden birinin kaybı, son tahlilde bir trajedidir (Marsh, 2017, s. 136-137).

Öte yandan, intiharı yalnızca bireyi ilgilendiren ve bundan ötürü de yalnızca ruhbiliminin alanına giren (bir akıl sağlığı meselesi olan) bir edim olarak gören bakış açısına saldıran Durkheim’ın çalışmalarının amacı, intiharı bambaşka bir cepheden, yani toplumsal cepheden ele almak ve toplumbiliminin ilerleyişini başlatmaktır. Durkheim toplum dengesinde değişiklikler ile intihar vakaları arasında istatistiksel ilişkiler kurar:

Şu halde intihar oranı, tek ve belirli bir olgular düzeni oluşturuyor… Bu özellikler toplumsal bireyselliğin kendisi gibi değişir; intihar oranı da bundan ötürü değişkendir… Özetlersek bu istatistik verilerinin anlattığı şey, ortak olarak her topluma musallat olan intihar eğilimidir… Her toplumda belirli bir miktarda “istençli ölüm” ya da “isteyerek ölüm” çıkarmaya hazır bir ortam vardır. Bu hazır ortam ya da hazır oluş toplumbiliminin konusuna giren özel bir inceleme ister. İşte giriştiğimiz böyle bir inceleme olacaktır (Durkheim, 2019, s. 13-14).

Neden intihar bir suç olmaktan çıkarılıp bir akıl sağlığı sorunu olmuştur? Tierney, Durkheim’ın çalışmalarına intiharın sosyolojideki önemi bağlamında değinir:

Kendini öldürme suçu ve günahı, acınası bir akıl hastalığı biçimine dönüşürken, akıl hastalığı ile ilgilenen disiplinler – psikiyatri ve psikoloji – geleneksel dini ve ahlaki söylemler yerine tıbbi iddialar getirmiştir. Gerçekten de, Durkheim’ın çalışmalarının ana hedeflerinden biri, intihar hakkında sosyolojiye has bir bilgi kurmak ve böylelikle yaşamın yönetimsel idaresi için hayati olan diğer bilimler içinde sosyolojinin statüsünü yükseltmek… Fakat bundan önce intiharın akıl sağlığı sorunu olduğuna dair hüküm süren görüşü zorlaması gerekiyordu (Tierney, 2010, s. 377).

Öte yandan, Durkheim’ın bu çalışmalarına rağmen psikiyatrik söylem baskın ve geçerli söylem olmaya devam etmiştir.

Hatırlayacak olursak, Foucault “hakikatin ekonomi politiği”nden bahseder ve hakikatin bilimsel söylem biçimi ve bunu üreten kurumların merkezinde ortaya çıktığını, devamlı ekonomik ve siyasi teşvik altında olduğunu, eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde dolaştığını ve büyük siyasi ve ekonomik aygıtların denetiminde üretilip iletildiğini söyler (2011a, s. 50). Bu bağlamda “intihara eğilimlilik” deneyimi de bu deneyimin etrafında örgütlenen kurum, bilgi ve pratiklerin kapitalist sistemde oynadığı roller, kurulmasına yaradığı iktidar, teknik, pratik ve prosedürler, gerçekleştirdiği hedefler, nüfusun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir işlev gördüğü ve yalnızca intihara eğilimlileri değil, tüm toplumsal alanı denetlemeyi nasıl mümkün kıldığı göz önünde bulundurularak bilgi-iktidar-etik eksenlerinde analiz edilmelidir. Foucault’nun deliliğin tıbbileştirilmesi hakkındaki düşünce yöntemini takip edecek olursak, burada mesele, “intihara eğilimli” diye adlandırılan bireyler etrafında belirli bir bilgi türünün örgütlenmesini sağlayan “hakikat oyunları” ile “iktidar oyunları” arasındaki ilişkidir. Bunlar ekonomik ve toplumsal süreçlerle ve iktidar düzenekleri ile ilişkilidir (Foucault, 2011b, s. 241). Dolayısıyla, bu yazı kapsamında bizim için temel meselelerden biri “intihara eğilimli” bireyler etrafındaki tıbbi bilginin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin ekonomi politiğidir.

Kendilerine has uzmanları (psikologlar, psikiyatristler, terapistler vb.), kurumları (akıl hastanesi, okullar, fakülteler), bilgileri, söylemleri ve pratikleri (kapatma, terapi yapma, tedavi etme, ilaç verme, gözetleme vb.) ile ‘psi’ disiplinleri (psikoloji, psikiyatri, psikanaliz ve psikoterapi vb.) insanların bireysel olarak patolojikleştirilip tedavi edilmesinden çok daha geniş bir bilgi-iktidar-etik alanı yaratırlar. Düzenle uyumsuz olmanın (veya eleştirel olmanın) bir tutum ve varoluş tarzı olarak patolojikleştirilmesine, belirli düşünce şekillerinin (neoliberal rasyonalite) geçerli hâle getirilmesine, insanların yönetilebilir nüfusun birer parçası olmasına, bireysel sorumlulaştırmaya, bireyin kendi selametinden tamamen kendisinin sorumlu olmasına, kendi kendini yönetmesine ve potansiyel bir direnişçi olmamasına tekabül eden yaşam tarzlarının temellerindeki ilkelerin yaygınlaştırılmasına hizmet ederler. “İntihara eğilimlilik” de bireysel bir mesele olarak sorunsallaştırılır.

Burada bir diğer önemli nokta, insanların da (eğer örneğin intihar düşünceleri varsa) kendilerini geçerli söylemler doğrultusunda ele almaları, kendilerini “patoloji sahibi”, “anormal”, “sorunlu” olarak görmeleri ve kendileri üzerinde çalışmaya, kendilerini sisteme uyumlu olmak üzere şekillendirmeye ikna olmalarıdır. Böylece kendilik, yönetimsel yönetime açılmış olur.

‘Psi’ disiplinleri yalnızca hastane ve terapi odaları ya da bilimsel yayınlarla sınırlı olmayan, okullara, iş yerlerine, her türlü medyaya yayılan geniş bir söylem ve pratik ağı yaratmıştır. Nitekim, self-help pratikleri de bunlar arasında sayılabilir. Ekonomik ve toplumsal krizlerin yüküyle ezilen, işsizlik, güvencesizlik, yalnızlık, kaygı, depresyon, tükenmişlik ve öfke ile boğuşan insanlar sistemi değil, kendilerini sorgulamalı, (geçerli söylem ve bilgileri kullanarak) kendilerini eğitmeli, dönüştürmeli ve yönetmelidirler.

İntiharı da bu hakikat rejimi ve iktidar oyunu arka planında değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim, “baskın veya egemen söylem ve uygulamaların, “intiharı” ve “intiharın öznelliğini” (suicidal subjectivity- y.n.) kontrol altına almaya veya tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, zaman içinde – kısmen de olsa – bunları biçimlendirdiklerini” düşünmek ve başka bir gözle bakmak gerektiğini ileri süren Ian Marsh İntihar: Foucault, Tarih ve Hakikat adlı kitabında tam da bu işe girişmiş ve intiharla ilgili çağdaş hakikat rejiminin analizini yapmıştır (2017, s. 8).

Marsh intiharı bir ruh ve akıl sağlığı sorunu olarak ele alan ve yaygın normatif standartları oluşturan söylemsel ve söylemsel olmayan pratikleri incelemiş; akademik yayınlarda, kitaplarda, hükûmet politikası belgelerinde, WHO yazınında vb. “intihara eğilimli” kişinin sağlıklı olmayan, depresif, vb. olarak temsil edilmesinin arkasında yatan düşünce şekillerine ve pratiklere odaklanmıştır.

Nitekim, en son 2016 yılında yayımlanan “Uluslararası İntiharı Önleme Elkitabı”nda yer verilen makaleler intihar konusundaki baskın söylemin psikiyatriye ait olduğuna dair iyi bir örnek teşkil etmektedir. Major mod bozuklukları, şizofreni, psikotik bozukluklar, madde kullanımı, kişilik bozuklukları, fiziksel hastalıklar/tıbbi koşullar ile intihar davranışının ve riskinin ilişkisi; genler ve erken-dönem çocukluk deneyimlerinin intiharın nörobiyolojisine etkileri ve intihara eğilimli beyni anlamak gibi konularda birçok makalenin bulunduğu bu çalışmada müdahale, tedavi ve bakım konusundaki makaleler de yine baskın bir şekilde önleyici psikiyatrik, tıbbi ve self-help eğilimli müdahaleleri kapsamaktadır.

Öte yandan, bu çalışmada (çok kısıtlı da olsa) eşitsizlik, ekonomik durgunluk, işsizlik ve intihara eğilimli davranışların ilişkisine de yer verilmiştir. İntiharın önlenmesi bağlamında sosyoekonomik eşitsizlik faktörünün belirgin bir şekilde ihmal edildiği saptamasını takiben, dünya literatüründe eşitsizlik hem bireysel hem de yığınsal seviyede ele alınmış; yığınsal seviyede işsizlik, ekonomik durgunluk ve sosyoekonomik yoksunluk; bireysel seviyede sosyal sınıf, eğitim, gelir, ev durumu ve emek piyasasındaki konum sosyoekonomik eşitsizliğin temel göstergeleri olarak değerlendirilmiştir (Platt, 2016, s. 258-259). Araştırmalardan elde edilen sonuçlar derlendiğinde, özellikle işsizlerde (bireysel seviyede) ve düşük sosyal sınıflarda daha yüksek intihar riski olduğu belirtilmiştir (Platt, 2016, s. 267).[6]

Ekonomik krizlerin önemli bir veçhesi artan işsizliktir. Dolayısıyla, işsizlik depresyonun, kendine zarar verme davranışlarının ve intiharların artmasına neden olan bir risk faktörü olarak da görülebilir. Zira işsizlik, gelirin, özgüvenin ve sosyal temasın azalmasına ve dolayısıyla statünün ve günlük yaşam programının kaybına neden olmaktadır. Bu bağlamda akıl sağlının da bozulması şaşırtıcı değildir (Gunnel ve Chang, 2016, s. 291).

Dolayısıyla, intiharın önlenmesi çabaları kapsamında yürütülen strateji, program ve müdahalelerin sosyoekonomik yoksunluk, yoksulluk ve eşitsizlikleri azaltmayı doğrudan hedeflemesi gerektiği açıktır. Bununla birlikte intihar, intihara eğilimli davranışlar ve intiharın önlenmesi konusunda yürütülen söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin baskın biçimde bireysel akıl sağlığı ekseninde ele alındığını söyleyebiliriz.[7] İntihar, “sınıflandırılması, yönetilmesi, kontrol altına alınması ve önlenmesi gereken bir sorundur ve sorunun çözümleri de farmakolojik veya psikoterapötiktir… Diğer akademik disiplinlere doğru… hafif bir kayma görülmekle birlikte, temelde baskın olan akademik disiplin, epidemiyoloji ve psikiyatri formundaki tıptır” (Marsh, 2017, s. 40).

Marsh, intiharla ilgili söylemleri üretenlerin uzmanlıklarından gelen otorite ile etkili olduklarını, kendi iddialarını destekleyen diğer makalelere referans verdiklerini, belirli nesne ve kavramlara gerçek statüsü sağlayacak bir çalışma şeklini benimsediklerini (örneğin intihar ile ruh hastalığı ve patoloji arasında ilişki kuran çalışmalardan (psikolojik otopsi gibi) ve belirli bir özne tipinden yararlandıklarını) vurgular. Böylelikle belirli bir hakikat rejimi oluşturulur ve bu da muteber bilginin üretildiği iktidar-bilgi ilişkileri çerçevesinde olur (Marsh, 2017, s. 58). Bu bağlamda, “intiharın önlenmesi” için oluşturulan stratejiler ve teknikler de “ruhsal hastalığı olan kişiler” temelinde şekillendirilir. İntihara eğilimli kişiden kendisini açması, itiraf etmesi, tedaviyi kabul etmesi beklenir. Zorla hastaneye kapatma, izleme, davranışlarını kısıtlama, sürekli gözetim, fiziksel engelleme en yaygın kullanılan tedavi şekilleri olsa da bunlar psikiyatrik söylemde pek de yer almaz (Marsh, 2017, s. 94-95).

İntihar tehdidi, psikiyatrik iktidarın birçok alana yayılıp nüfuz etmesini mümkün kılan, patolojik bireyleri (ve eklemeliyiz ki patolojik bireylerden yola çıkılarak oluşturulan normlar vasıtasıyla geri kalanları – y.n.) yönetmeye yarayan bir kanal olarak kullanılmaktadır (Marsh, 2017, s. 234). İntiharın önlenmesi kapsamında ‘psi’ disiplinleri temelli yönetimsellik stratejileri, nüfus içinde “kabul edilebilir” intihar ortalamasının (bkz. WHO yazını) ve “yüksek riskli hedef gruplar”ın belirlenmesi; intiharın ve intihara eğilimli bireyin bir araştırma nesnesi olması; epidemiyolojik çalışmalar; yaş, cinsiyet gibi ölçülebilir faktörlerin incelenmesi; psikolojik otopsi; nörokimyasal, nöroanatomik, genetik özelliklerin ve/veya anormalliklerin değerlendirilmesi gibi teknikleri kapsar. Dolayısıyla intihar, etik-politik değerlendirmelerin önünü büyük ölçüde kesecek şekilde “ruh sağlığı yerinde olmayan kişinin trajik eylemi” (Marsh, 2017, s. 91) olarak sorunsallaştırılır ve neoliberal ekonomi politik rasyonalite çerçevesinde istatistiksel ve psikiyatrik olarak ele alınır.

Burada asıl hedef (her ne kadar tek bir intihara bile tahammül edilmemesi gerektiği söylense de) nüfus içindeki intihar ortalamasını yönetmek ve nüfusun içindeki atık hâle gelmiş unsurları (bunlar insanlar, tutumlar, yaşam şekilleri, kişilik özellikleri vb. olabilir) patolojikleştirip değersizleştirerek bu unsurların feda edilebilirliğini rasyonelleştirmektir. Böylelikle intihar nüfus üzerinde icra edilen yönetimsel yönetim çerçevesinin içine alınır ve iktidar dispozitiflerine işlerlik kazandırarak “tutumların yönlendirilmesi” için kullanılır. Bu tutumlar, çizilen iktisadi ve toplumsal çerçeve içinde “girişimci, yatırımcı, hesap yapan, yatırımlarına geri dönüş arayan, rekabetçi olan” özneden beklenen tutumlardır. Böylelikle, Foucault’nun analizlerinde ele aldığı gibi, gözetim tekniklerine başvurmak, insanların akli yapıları, patolojileri, (konumuz bağlamında intihara eğilimlilikleri) hakkında bilgi üretmek, bireyleri yönetilebilir nüfusun bir parçası olarak özneleştirmek, makro teknikler ile mikro teknikleri bağlamak, normalleştirme mekanizmaları işletmek ve insanların mümkün eylem alanlarını belirleyerek onları kendi kendilerine yönettirmek mümkün olmaktadır.

Neoliberal Biyopolitik Alanda İntiharın Etik-Politik İncelemesi

Durkheim, aslında ölmek istemiyor olduğu hâlde “bölüğünü kurtarmak için kesin bir ölüme koşan asker”in, “iflas utancından kurtulmak için kendini vuran sanayici ya da tüccar” ile aynı çizgi üzerinde kendi ölümünün faili durumuna geldiğini vurgular. Din uğruna şehit olanlar ya da çocuğu için kendini feda eden anneler için de aynı şey söylenebilir. Sonuçta ortada bir “yaşamdan vazgeçme” edimi vardır ve Durkheim’a göre intiharı karakterize eden şey, nedeni ne olursa olsun, sonucun kesin bir ölüm olacağının bilincinde olmaktır (2019, s. 4-5).

Öte yandan, intihar hakkındaki baskın söylemin psikiyatri olması ve intiharın bir patoloji olarak ele alınması, bu eylemin başka açılardan değerlendirilmesini ciddi anlamda kısıtlamaktadır. İntiharı aklı başında, ne yaptığını bilen, ölüm anına kendi iradesi ile karar vermek isteyen bireylerin veyahut intiharı bir karşı tutum, direniş ve protesto olarak icra etmeyi seçen bireylerin bir davranışı olarak incelersek neler olabilir? Bu soruların hepsini bu yazıda yanıtlayamayacak olsak da, bu bölümde neoliberal dünyada intiharı etik ve politik olarak değerlendirmek istiyorum.

Neoliberal biyopolitik alanda geçerli olan anlayış şudur: Sistem rasyoneldir ve başarılı olanlar rasyonel davranmışlardır. Başarısız olanlar ise irrasyoneldir, sorunludur, patolojiktir, yetersizdir, iyi hesap ve yatırım yapamamaktadırlar. Öte yandan işsiz ve çaresiz kalan, geçinemeyen, borçlarını ödeyemeyen birinin intiharı, aslında sistemin başarısızları eleyen rasyonalitesine uygun bir davranıştır ve sistem zaten intihara eğilimli özneler üretmektedir.

Homo economicus her şeyden sınırsızca sorumlu iken, kendi kaderi üzerinde belirleyici olan ekonomik ve toplumsal programlar üzerindeki söz hakkını ve iktidarını kaybetmiştir. Kendi kendinin girişimcisi ve yatırımcısı olmak iflastan, işsizlikten, yoksulluktan, evsizlikten ve açlıktan kurtulmak anlamına gelmemektedir. Onu feda edilebilir ve atık hâle gelebilir kılan tam da bu sorumlulaştırma/sorumlulaşma rasyonalitesine dayanan “doğal seleksiyon” (survival of the fittest) düzeneğidir. Bu neoliberal güvenlik düzeneklerinin ve normalleştirme mekanizmalarının bir parçasıdır. Hem belirli normlara (örneğin performans kriterlerine) dayanan hiyerarşiler oluşturularak “yaşamayı hak edenler” (örneğin istihdam edilmeye layık bulunanlar) belirlenmekte hem de nüfusun bir bütün olarak yönetilmesini sağlayan (ve rekabete dayanan) “performans eğrileri” ve “normaller” oluşturulmakta/ortaya çıkmaktadır. Neo-özneler kendilerini bu normallik sınırlarına getirmek üzere sürekli olarak kendileri üzerinde çalışmalı, işe yaramayan parçalarını dışarıya atmalı, kendilerinden sürekli olarak şüphe etmeli, “geçmişi terk edebilme ve parçalanmayı kabullenme yeteneği” geliştirmelidirler (Sennet, 2017, s. 68). Peter Drucker’ın vurguladığı gibi girişimci yönetim “eskimiş, işe yaramayan, verili düzen içinde artık üretken olmayan her şey”in bir kenara atılmasını gerektirir (1985, s. 151). Aslında Drucker’ın “sistematik terk” olarak tanımladığı bu süreç, yalnızca şirketlerin değil, bireylerin de kendilerine ve kendi parçalarına karşı benimsemesi gereken bir tutumdur.

Burada söz konusu olan, iktisadi, toplumsal ve siyasi koşullar değiştikçe, büyük sermaye için kâr ve sermaye değeri yaratamayan (ürünler, iş birimleri, süreçler, şirketler, sektörler kadar meslekler, insanlar, yetenek ve beceriler, kişilik özellikleri, bilgiler vb.) faktörlerin değersiz birer atık olarak temsil edilmesidir. Homo economicus’tan beklenen de, bunu kabullenmesi ve gerektiğinde kendini (veya bazı parçalarını) bir kenara atması, yani öldürmesidir. Homo economicus hayatta kalabilmek için kendini bir kere değil, sürekli olarak öldürmek zorundadır. Dolayısıyla paradoksal olarak intihar ve intihara eğilimlilik homo economicus’un varoluşunun bir koşuludur:

Muzaffer olan çehresi, utanıp sıkılmadan başarıdır, çöküntü hâlindeki diğer çehresi ise hâkim olunamayan süreçler ve normalleştirme teknikleri karşısındaki yenilgidir. Depresyon ile sapkınlık arasında salınan neo-özne ikiye bölünmeye mahkûmdur: Hayran olunan performans ustası ve fırlatılıp atılan haz nesnesi (Dardot ve Laval, 2012, s. 407).

Bir performans ustası olarak tasarlanan homo economicus kendi içinde birçok intihar, cinayet ve ölüm gerçekleştirerek yaşar. Kendilik yatırımları üzerinden sürekli olarak geleceğe referansla yaşayan homo economicus’un, gelecekten umudunu kesmek zorunda kaldığında, yatırımlarının ve performansının gelecekte yeterli bir kazanç getiremeyeceğini gördüğünde, şimdi kendisini ortadan kaldırması “rasyonel” bir karardır. “Öteki dünya”ya göçmek zorundadır, zira burada “başka bir dünya/başka bir yol” ve bir “dışarı” yoktur. Bu bağlamda homo economicus özel türde bir canlı olduğu kadar özel türde bir ölüdür de. Ölümden bu denli korkan, yaşamı biyolojik ölümden kaçış olarak ele alan bir varlık için bu, oldukça trajik bir durumdur. Neoliberal biyopolitik alanda ölüm, kaçınılan bir şey olmak üzerinden yaşamın merkezine yerleşmiştir.

Bu durumda, çağdaş toplumlarda intiharı etik bir karşı tutum olarak ele alabilir miyiz? Öncelikle şunu vurgulamakta fayda var: Foucault “Simplest of Pleasures” adlı metinde “intiharınız bir işe yarasın, zarif olsun… intihar gibi emsalsiz bir deneyim fırsatına sahip olduğumuz için kendimizi şanslı saymalıyız” derken, kendi ölümünün biçimine, yerine ve zamanına kendisi karar vermeyi seçen bireyin etik ve estetik davranışından bahseder. Biz  bunu “yaşamını” etik ve estetik (ve özgür) olarak yaşamayı becermiş bireyler için yine etik bir davranış olarak değerlendirebiliriz. Öte yandan yoksulluk, işsizlik vb. nedenlerle girişilen intiharlar daha ziyade muhtaçlaşmanın yol açacağı özerklik kaybından ve dolayısıyla onursuz bir yaşamdan (sadaka ve yardım istemek zorunda kalmaktan) kaçmakla ilgilidir. Oysa bu metinde Foucault, intiharın işi batıracak mutsuz insanlara göre bir şey olmadığını, intiharı düşünenlerin akıllarına gelen can sıkıcı ve rahatsız edici detaylar nedeniyle de intihar konusunda epey depresif düşüncelere kapıldığını; hatta bu insanların tüm bu detayları düşünmemek için de bir an önce intihar ettiğini ve intiharları önlemek isteyenlerin tam da öngörüyle, sükûnetle ve bocalamadan girişilen intiharları desteklemesi gerektiğini öne sürer. Buradan yola çıkarak, “etik” olarak değerlendirilebilecek olan “intihar”ın çaresizlik, köşeye sıkışmışlık, yenilgi, öfke, acı vb. nedenlerle gelişen tepkisel ve dürtüsel bir eylemden ziyade etkin, proaktif ve özgürce bir eylem olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Foucault düşüncesindeki “kendilik kaygısı etiği” çerçevesinde icra edilen intiharın “estetik bir ölme biçimi”nden öte “politik” bir eylem olup olamayacağını da belirleyen bu tutum olacaktır. Neoliberal biyopolitik alanda yaşayan bireylerin öncelikle “hayatta iken”, yaşamı bir ekonomik girişim ve yatırım, performansı da bir haz olarak kuran sisteme yönelik bir karşı tutum sergilemeleri, kendi düşünceleri, tutumları ve arzuları üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.

Bu durumda, Foucault’nun (2013a, s. 178-180) “karşı tutum”u, tutumları yönlendiren iktidar biçimlerine karşı sergilenen, etkin ve üretken bir anlam taşıyan, sağlam ve dayanıklı bir varoluş ve örgütlenme biçimleri olan tutumlar olarak tanımladığını düşünecek olursak; intihar neoliberal biyopolitik iktidarın yönetimselliğine bir karşı tutum olarak ele alınabilir mi? Doğrudan öldürmeyen, yaşatan veya ölmeye bırakan bir iktidar alanında, intihar son bir kontrol kazanma ve iktidar edimi, “böyle yönetilmeye”, “böyle” bir özne/canlı olmaya karşı bir tür direniş olarak görülebilir mi? Politik öznellikleri yok olmuş, konuşma özgürlüklerini ancak belirli şekillerde kullanmaya mecbur edilen (hele ki örneğin Türkiye gibi ülkelerde politik ve muhalif düşünce, ifade, eylemler cezalandırılırken) insanlar için intihar son bir söz söyleme çabası olabilir mi? Nitekim Hindistan’daki çiftçi intiharlarının önemli bir bölümü işçileri borca sürükleyen tarım ilaçlarıyla yapılmıştır. Kendilerini etkileyen ekonomi programları üzerinde hiçbir söz hakları bulunmayan çiftçilerin son sözlerini bu şekilde söylemeye “çalışmış” olmaları da mümkündür. Aynı şekilde, Türkiye’de siyanürle intihar vakaları da sistemin zehirliliğine yönelik (bilinçsiz bile olsa) bir gönderme taşıyor olabilir.

Bunların net bir yanıtı olmamakla birlikte şunu söyleyebiliriz: politik öznelliği yok eden ve insanları kendi kendilerine işlettiren bir sistemde yalnızca intiharı değil, herhangi bir eylemi bir karşı tutum olarak değerlendirebilmek için, o eylemin tam da etik ve politik bir değişim, dönüşüm ve etki yaratması, insanları belirli türden özneler olarak kuran hakikat rejimini ve söylemleri hedef alması, neoliberal yönetimselliğin rasyonalitesini sarsmayı hedeflemesi gerekir.

Oysa, neoliberal biyopolitik alanda intihar, yaşamı ve kendileri değersizleştirilenlerin, yatırım nesnesi olabilme özelliğini yitirmişlerin, istihdam edilemezlerin, performans gösteremeyenlerin ve artık içerilemez olanların tam da bu rasyonaliteyi ve onları bu şekilde temsil eden realiteyi içselleştirmeleri neticesinde gerçekleştiğinde (ki başka türlü yaşamlar ve intiharlar da mümkündür), bu eylem insanların kendi kendilerini de değersizleştirerek ortadan kaldırmaları anlamına gelmekte ve bu edim iktidar düzeneklerinden kaçmaya çalışanların kendilerini bir şekilde “dışarı”ya atmaya çalışırken geri dönülemez bir şekilde “içeri”de kalmalarına neden olmaktadır.

Yoksulluk, borçluluk, işsizlik vb. nedenlerle girişilen intiharlar, biyopolitik iktidarın rasyonalitesine ve intiharı patolojikleştiren tıbbi iktidara yönelik iradi siyasi eylemler değil, tam da bireyi yönetilen nüfusun (feda edilebilir) bir parçası olarak ele alan neoliberal iktidarın homo economicus’unun bireysel çöküşüdür. Atık hâle gelenlerin ölmeleri ya da intihar etmeleri sistemi niceliksel ya da niteliksel olarak tehdit etmemekte; hatta geride kalanların yönetimi için niteliksel bir dayanak oluşturmakta; neoliberal normları, normalleştirme mekanizmalarını ve rekabeti pekiştirmektedir. Dolayısıyla, yoksulluk nedeniyle veyahut yoksullaşma korkusuyla girişilen intiharlar neoliberal biyopolitikaya karşı eylemler değildir; bu yönetimin bir parçası ve birey adına son adımıdır. Nitekim, Hindistan’daki intiharlar neoliberal yönetimi güçlendirmek için kullanılmış, Foxconn’da birtakım dar kapsamlı kazanımlar dışında şirketin yönetim ilkelerinde bir dönüşümün önünü açmamıştır.

Bu bağlamda, Türkiye’de şirket/parti-devlet tarafından bir KHK ile işten çıkartılan muhalif akademisyenlerin yaptığı açlık grevleri örnek bir karşı tutum olarak ele alınabilir. Bu akademisyenler bir yandan beden sağlığını biyopolitik kaygılarla ele alırken, bir yandan da belirli kesimleri işsiz (ve aç) bırakarak onları ölüme terk eden neoliberal iktidarın hakikat rejimini görünür kılmışlar; beklenen “rasyonel” davranış ve ekonomik hesap normlarının dışına çıkarak, kendilerini bir yatırım nesnesi (beşeri sermaye) olarak kurmalarını ve yönetmelerini öngören anlayışı reddetmek suretiyle bedensel, niteliksel ve siyasi bir eleştirel tutum sergilemişlerdir.

Özellikle içinde bulunduğumuz iktidar sisteminde etkin direnişler ve karşı tutumlar, tam da “bireyleri özne yapan” iktidar biçimine yönelmelidir. Modern iktidar yapılarının eş zamanlı olarak bireyselleştirici ve bütünselleştirici “ikili kısıtlamasından” kurtulmak için “ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek… yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız” (Foucault, 2011b, s. 68). Oysa ki intihar eylemi, tüm bu olasılıkları ortadan kaldırdığı zaman, bir karşı tutum, bir direniş, etik-politik bir edim olarak değerlendirilemez. Zira böyle bir intihar, yeni bir dünya, öznellik, varoluş, örgütlenme, yapma, eyleme; kendimizle, ötekilerle ve dünya ile yeni bir ilişkilenme biçimi; farklı türden bir etik, yeni bir düşünce alanı ve nihayetinde yeni bir yaşam tahayyül etme ve yaratma potansiyeli taşımaz. Böylesi bir intihar bir “eleştiri” niteliğine de sahip değildir, zira bir düşünce eylemi değildir. Bu tip intiharlar tam da “neoliberal ölüm”dür. Ancak geride kalanlar/yaşayanlar için düşünce ve eleştiri sürecini tetikleyebilir; bu da intihar edenin kendisiyle ilgili değildir. Hatta (genellikle) geride kalanlar için de ötekinin ölümü bir zaferdir: survival of the fittest düzeninden birileri daha elenmiştir.

Dolayısıyla, bu tip ölümlerin – “zaten pek de yaşamamakta olan”ların, “ölüm ve yaşam arasında askıya alınmış olarak yaşayanlar”ın – yası da tutulmamaktadır (Butler, 2013, s. 51). Zira, öteki için yas tutmak, kendi içimizdeki ölümler için de yas tutmak anlamına gelecektir. Bu da tüm bir yaşamın yasını tutmayı, özeleştiriyi ve dönüşümü çağırır. Oysa homo economicus’un bunlara ayıracak zamanı ve kaynağı yoktur. Bu tip süreçler iç dünyada birçok çalkantı yaratacak ve bir etik-politik dönüşüm talebi üretecektir. Böylesi bir dönüşüm süreci, yaptığı yatırımların karşılığını en kısa zamanda almak zorunda olan biri için son derece maliyetli ve “irrasyonel”dir.

Judith Butler Kırılgan Hayat’ta Körfez Savaşı sırasında ölenlerin ölüm ilanlarının olmamasından; ABD’nin öldürdüklerinin ölüm ilanı olamayacağından; bu tip ölümlerin sadece belirtilmiyor değil belirtilemez olmasından; İsrailli askerler tarafından öldürülen iki Filistinli aile için ABD gazetelerine ilan vermek isteyenlerin geri çevrilmesinden ve bu bağlamda “insanlıktan çıkarma”nın söylemin reddi üzerinden işlediğinden bahseder:

“Kimse yas tutmayacak” (der Kreon Antigone’de). Eğer bir “söylem” varsa sessiz ve melankolik bir söylem bu; hiçbir yaşam ve kayıp barındırmayan; içinde ortak bir bedensel durum, benzerliğimizi kavramamızın temeli olabilecek yaralanabilirlik bulunmayan, bu benzerliğin koparılmasını barındırmayan bir söylem. Bunların hiçbiri olay düzeninde vuku bulmaz… Gazetenin sessizliğinde ne olay vardı ne de kayıp. Kendilerini bu şiddeti uygulayanlarla özdeşleştirenlerle özdeşleşmek, kabul etmekten, tanımaktan aciz olmayı şart koşuyor (Butler, 2013, s. 51).

Benzer bir yaklaşım geride kalan homo economicus’ların ekonomik nedenlerle intihar edenlere yönelik benimsediği tutumda da bulunabilir. Homo economicus’lar sistemin ölüme ittikleri hakkında gazetelerde yazan psikiyatrik söylemleri benimsemek ve sistemin intihar ürettiğini konuşmamak; yani tam da bunu uygulayanlarla ve sistemle özdeşleşmek, kaybın niteliğini ve hatta bunu bir kayıp olarak işlemeyi reddetmek konusunda fazlasıyla isteklidirler. Ötekinin ölümünün/intiharının nedeni olduğunu düşünmek (rekabette ötekini elemiş olmak), o ölümün herhangi bir anda kendileri için de gerçekleşebileceği bilgisini reddetmelerini kolaylaştırdığı oranda çekici, hatta zorunludur. Oysaki yaşamları ölüm ve yaşam arasında askıya alınanlar yalnızca başarısızlar değildir; şimdilik-başarılı özneler de aynı durumdadır.

Neoliberal düzen ölümü bulanıklaştırır, bedensel ölüm olmayan birçok ölüm üretir. “Dışarı”da yani nüfus düzleminde feda edilebilir olanların bazıları ölür ya da intihar eder; ancak ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak “ölü” olsalar da çoğu insan bedensel olarak hâlâ yaşamaktadır. Aynı şekilde, başarılı olanlar da “içeri”deki ölüm ve ölülerle birlikte yaşarlar. Şiddet ve “ortadan kaldırma” yalnızca dışarıdaki ötekilere değil, homo economicus’un kendi içindeki “öteki”ne de yönelmiştir.

Böylesi bir ortamda intihar bir tür özgürleşme çabası olabilir, ancak bir özgürlük pratiği değildir. Ayrıca, Foucault’nun ele aldığı anlamda, bireyin hakikate erişmek için kendi üzerinde yapması gereken dönüşümlere tekabül eden kendilik kaygısı etiği olarak da değerlendirilemez. Hatta korkuya, yani kendine yenilmek ve kendi üzerinde iktidar kuramamak olarak da okunabilir. Paradoksal olarak intihar, ölümden korkmayanların değil, kendi yaşamları ve ölümleri üzerindeki kontrollerini yitirmekten çok korkanların ve bu korkuya daha fazla dayanamayanların girişeceği bir tür kaçış olarak da görülebilir. Crispin Sartwell intiharı şöyle yorumlar:

…durumumuzdan içimizdeki hayatın bir ifadesi olarak kaçıp kurtulma noktasına geldiğimizde hayat kendi karşıtına dönüşür; o noktada hayat kendisiyle barışık olamaz, belki de yaşamı imkânsız kılacak kadar yoğun bir canlılık gösterir… ve intihar her zaman hayatın en şiddetli ifadesidir: İnsan intihara kalkışır çünkü hayattan kaçış yoktur; çünkü kişi hayatını ve dolayısıyla konumunu öylesine büyük bir şiddetle hisseder, hayata karşı öylesine duyarlıdır ki… (Sartwell, 2015, s. 47)

Oysaki Foucault’nun düşüncesinde, kendisi için etik anlamda kaygı duyan kişi, kendisiyle de başkalarıyla da ilişkisini doğru şekilde kuran, başkaları üzerinde de kendi üzerinde de tiranca bir iktidar uygulamayan, nelerden korkup nelerden korkmamak gerektiğini, neleri ummanın uygun, nelerle hiç ilgilenmemek gerektiğini bilen, nihayetinde ölümden korkmamak gerektiğini bilen kişidir (2011b, s. 231). Foucault’ya göre iktidar ve haz arasında bir sarmal vardır: “Bir yanda, sorgulayan, gözetleyen, izleyen, gözleyen, karıştıran, yoklayan, gün ışığına çıkaran bir iktidarı kullanmanın hazzı, öte yanda, bu iktidardan kaçmak, onu atlatmak ya da onun kılığını değiştirmek zorunda olmanın doğurduğu haz…” (Foucault, 2010, s. 41). İntihar, bu türden bir nihai haz veren bir eylem, iktidarı atlatmak için oynanan oyunda uç bir hamle olarak icra edildiğinde, aslında özne iktidar sarmallarının içinde kalmaktadır. Etkin direniş ise tam da bu iktidar-haz mekanizmalarından özgürleşmek olarak ele alınmalıdır ve bu da “kendilik kaygısı etiği” çerçevesinde ele alınan özgürlük (ve hâliyle, yaşam) pratiklerine dönüşmek zorundadır.

Neoliberal biyopolitik iktidara direniş, “dışarı”ya atlamadan önce iktidarın rasyonalitesini ve öznel normlarını “içeri”den çıkarmayı; başarıyı ötekiler üzerinde sağlanan bir üstünlük olarak görmekten vazgeçmeyi; yaşamayı ve çalışmayı bir ortaklık eylemi olarak icra etmeyi; başka öznellikler ve başka bir toplum oluşturmayı hedeflemelidir. “Mümkün eylem alanları”nı yapılandıran, belirli şekillerde “besleyen”, “eğiten”, “tedavi eden”, “geliştiren” ve “yaşatan” iktidara kendini basitçe öldürmek suretiyle etkili bir direniş sergilemek mümkün değildir.

Sonuç

Foucault iktidar ilişkilerinde mutlaka direniş imkânı olduğunu söyler ve “iktidar ilişkisi tamamen dengesiz olduğu zaman, birinin diğeri üzerinde gerçekten tüm iktidara sahip olduğu söylenebildiği zaman bile, bir iktidar başkası üzerinde yalnızca o başkası için kendini öldürme, pencereden atlama ya da ötekini öldürme imkânı açık olduğunda uygulanabilir” diye vurgular (2011b, s. 236). Bu düşünce ile “Simplest of Pleasures”da klişe ve basmakalıp yollar dışında ölüm olanaklarından ve “o an”ın artık geldiğinin açıklıkla hissedilmesine olanak tanıyan belirsiz bir sürenin sonunda gelen ölüm/intihar kararının yalın hazzından bahsettiği düşünceyi birlikte değerlendirmeliyiz: Tam da Foucault’nun bahsettiği bu “intihar anı”nın; yani ölümünün zamanlamasına ve biçimine kendisi karar verme sorumluluğunu üstlenen insanın kendini estetik biçimde öldürme hakkının, kararlılığının ve bilincinin yaşamın merkezine yerleştirilmesi, gerçek anlamda özgür siyasi ve etik eylemlerin (ve direnişin) icra edilmesinin önünü açacak olan cesareti sağlayabilir. Ölüme karşı bu tutum, tam da ölüm korkusu üzerinden işleyen survival of the fittest rejiminin kalbine saplanmış bir hançer olacaktır. Neoliberal biyopolitikaya direniş, politik bir etki yaratma potansiyeli taşıyan etik bir yaşam ve etik bir ölme biçimini geliştirmekle mümkün olabilir.


Kaynaklar

Acarer, E. (18 Kasım 2019). Aile İntiharları: Yoksullukla Birlikte Çürümeyi Anlatıyor. https://www.birgun.net/haber/aile-intiharlari-yoksullukla-birlikte-curumeyi-anlatiyor-276693

Alt, S. (2018). Farmer Suicides and the Function of Death in Neoliberal Biopolitics. International Political Sociology. 13 (1), 37-52.

Brown, W. (2018). Halkın çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi. (B.E. Aksoy, Çev.). İstanbul: Metis.

Butler, J.  (2013). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü. (B. Ertür, Çev.). İstanbul: Metis.

Coşkun, B. (2019). Neoliberal İktidar ve Özne: Foucault’nun İzinde Güncel Bir İnceleme. İstanbul: Notabene.

Dardot, P. ve Laval, C. (2012). Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme. (I. Ergüden, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Drucker, P. (1985). Innovation and Entrepreneurship: Practice And Principles. New York: HarperCollins.

Durkheim, E. (2019). İntihar: Bir Toplumbilim İncelemesi. (Z. İlkgelen, Çev.). İstanbul: Pozitif Yayınları.

Fleming, P. (2017). The Death of Homo Economicus: Work, Debt and the Myth of Endless Accumulation. London: Pluto Press.

Foucault, M. (2010). Cinselliğin Tarihi (1. Cilt). (H. U. Tanrıöver, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Foucault, M. (1995). Discipline and Punish: The Birth of The Prison. (A. Sheridan, Çev.). New York: Vintage Books.

Foucault, M. (2011a). Entelektüelin Siyasi İşlevi. (I. Ergüden, O. Akınhay ve F. Keskin, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Foucault, M. (2013a). Güvenlik, Toprak, Nüfus, Collège De France Dersleri 1977-1978. (F. Taylan, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Foucault, M. (2013b). Toplumu Savunmak Gerekir. (Ş. Aktaş, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Foucault, M. (2011b). Özne ve İktidar. (I. Ergüden, O. Akınhay, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Lotringer, S. (der). (1996). Simplest of Pleasures, içinde, Foucault Live: Interviews, 1961-1984. (s. 295-297). New York: Semiotext(e).

Gunnel, D., Chang, S. (2016). Economic Recession, Unemployment, and Suicide. O’Connar, R.C., Pirkis, J. (Der.), içinde, The International Handbook of Suicide Prevention (s. 284-300).

Marsh, I. (2017) İntihar: Foucault, Tarih ve Hakikat. (Y.A. Dalar, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Merchant, B. (18 Haziran 2017). Life and Death in Apple’s Forbidden City. The Guardian. https://www.theguardian.com/technology/2017/jun/18/foxconn-life-death-forbidden-city-longhua-suicide-apple-iphone-brian-merchant-one-device-extract. Erişim Tarihi: 3 Şubat 2020.

Platt, S. (2016). Inequalities and Suicidal Behavior. O’Connar, R.C., Pirkis, J. (Der.), içinde, The International Handbook of Suicide Prevention, Second Edition (s. 258-283). West Sussex: Wiley Blackwell.

Sartwell, C. (2015). Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik. (A. Yılmaz, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Sennett, R. (2017). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Ayrıntı.

Standing, G. (2017). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf. (E. Bulut, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Tierney, T.F. (2010). The Governmentality of Suicide: Peuchet, Marx, Durkheim and Foucault. Journal of Classical Sociology. 10(4), 357-389. https://www.academia.edu/8076225/The_Governmentality_of_Suicide_Peuchet_Marx_Durkheim_and_Foucault. Erişim Tarihi: 3 Şubat 2020.

WHO (World Health Organization). (2014). Preventing Suicide: A Global Imperative. Luxembourg: WHO. https://www.who.int/mental_health/suicide-prevention/world_report_2014/en/ Erişim Tarihi: 3 Şubat 2020.

WHO (World Health Organization). (2019). Suicide In The World: Global Health Estimates. Luxembourg: WHO. https://www.who.int/publications-detail/suicide-in-the-world. Erişim Tarihi: 3 Şubat 2020.

 


[1] Bu çalışma Neoliberal İktidar ve Özne: Foucault’nun İzinde Güncel Bir İnceleme (2019) adlı kitabıma dayanarak, intihar konusuna odaklanıp yeni analiz ve eklemelerde bulunarak kaleme alınmıştır.

[2] İntihara bağlı ölümlerin yüzde 79’u düşük-ve-orta-gelirli ülkelerde gerçekleşirken; oransal olarak bakıldığında en yüksek intihar oranları yüksek-gelirli ülkelerdedir (11,5/100,000). Düşük-orta-gelirli ülkelerde intihar oranı 11,4’tür. Bu oran düşük gelirli ülkelerde 10,8 iken yüksek-orta-gelirli ülkelerde 9’dur. (Bkz. WHO, 2019, s. 14.) Küresel intiharların yüzde 52,1’i 45 yaş öncesi gerçekleşmektedir. Dünya çapında ergen intiharlarının yüzde 90’ı düşük-ve-orta-gelirli ülkelerde gerçekleşmektedir. 15-29 yaş arasında intihar, trafik kazalarından sonra ikinci ölüm nedenidir (WHO, 2019, s. 10-11).

[3] “…yük olan bireyler, firmalar ve sanayiler meşru bir şekilde ıskartaya çıkarılabilmekte veya yeniden yapılandırılabilmektedir – küçülme, ücretsiz izin, dış kaynak kullanımı, sosyal yardım kesintileri, tam zamanlı bir işi mecburen başkasıyla paylaşıp yarım maaşa razı olma, ücretin vergi cenneti yabancı ülkelere kaydırılması.” (Brown, 2018, s. 98.)

[4] Platon ve Aristoteles intihar konusunda genel olarak eleştirel iken, Stoikler ve Epiküryenler daha lehte düşünürler. 5. yüzyılda Augustine, intiharın kutsal kitaptaki cinayet karşıtı emirlerin ihlali olduğunu ileri sürer. 6. yüzyıldan itibaren dinsel yasa öz-kıyımla ölenlerin Hristiyanlık törelerine göre gömülmesine engel olur. Roma İmparatorluğu’nun geç dönemlerinde yasalar da değiştirilir ve imparatora intihar edenlerin mallarına el koyma hakkı tanınır. Bu uygulama İngiltere, Fransa ve Almanya gibi başka Avrupa ülkelerine de yayılır. Ortaçağ’da bu uygulamalar yanında intihar ederek ölenlerin cesetlerinin sokaklarda sürüklenerek asılması, cenazelerin yol kenarlarına gömülmesi ya da cesetlerin yakılması gibi türlü kamusal aşağılama uygulamaları da vardır (Tierney, 2010).

[5] 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere ve Fransa’da intihar nadiren cezalandırılan ve bir akıl hastalığı nedeniyle gerçekleştirilen bir eylem olarak ele alınmaya başlamıştır. Almanya’da Foucault’nun tıbbi polis düşüncesinin önde gelen teorisyenlerinden biri olarak tanımladığı Johann Peter Frank’in (1745-1821) çalışmaları Foucault’nun ele aldığı Polizeiwissenschaft yaklaşımını yansıtmaktadır. Frank, intihara teşebbüs edenlerin ya da intihar edenlerin cezalandırılmaması gerektiğini, intiharın nedenlerinin araştırılması gerektiğini söylemiştir. İntiharın nedenleri arasında mastürbasyon, gençlerin ahlaksızlığı, dinsizlik, avarelik, müsriflik ve zehirli romanların okunması gibi faktörleri sayan Frank, hukuka dayalı cezalandırma yerine, daha iyi eğitim, ahlak, kumarın kısıtlanması, intiharın övülmesinin yasaklanması, bedeni sağlıklı tutan jimnastik ve diğer eğlencelerin yaygınlaştırılması, en yoksul kesimlerin sefaletinin hafifletilmesi ve son olarak akıl sağlığından şüphelenilen melankolik insanlara çevreleri tarafından destek verilmesi ve bunların güvenli yerlere getirilmesi gibi çözümler öne sürer. Bunların çoğu bireylerin davranışlarını yönlendirme ve akıl hastalığına yol açacak faaliyetlerden onları uzaklaştırma ile ilgili uygulamalardır (Tierney, 2010, s. 368-370).

[6] “Uluslararası İntiharı Önleme Elkitabı”nda, ekonomik durgunluk ve işsizlik ile intiharın ilişkisine dair yapılan birçok araştırmaya göre bunlar arasında açık ilişki bulunduğu vurgulanmıştır. Ayrıca ekonomik krizler ve durgunluklar nedeniyle hükûmetler tarafından uygulanan sert politikaların durgunluktan zaten daha çok etkilenen kesimler arasında intihar vakalarını artırabileceği belirtilmiştir. İş kaybı ve işsizlik intiharların artmasında önemli faktörler olsa da borçluluk, yaşanan eve el konulması, ilişki stresleri, alkol sorunları, sağlık hizmetlerinde kesintiler de önemli faktörler arasında sayılmıştır (Gunnel ve Chang, 2016).

Ekonomik krizler döneminde birçok ülkede intihar oranları belirgin şekilde artmıştır. 1920’ler ve 1930’ların başında Büyük Depresyon’un etkileri ABD, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda gibi birçok ülkede hem işsizliğin hem de intiharın artmasına neden olmuştur. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla üye ülkeler birçok toplumsal dönüşüm ve ciddi ekonomik krizler geçirmişlerdir. Bu dönemde özellikle Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Estonya, Litvanya gibi ülkelerde intihar oranları belirgin şekilde artmıştır. 1997-98 arasındaki Asya krizinde Hong Kong, Japonya ve Kore’de işsizlik ve intiharlar önemli oranda artarken, Tayvan, Singapur gibi krizden daha az etkilenen ülkelerde artış olmamıştır. Daha yakın tarihte 2008 kriziyle birlikte Avrupa ve Amerika’da özellikle erkek intiharları artmıştır (Gunnel ve Chang, 2016, s. 285-287.)

[7] WHO yazınında akıl sağlığının intiharla ilişkisini ihtiyatla incelemek gerektiği, her akıl ve ruh sağlığı sorununun intiharla sonuçlanmadığı vurgulanmaktadır. Bununla birlikte WHO intihar edenlerde birçok psikiyatrik bozukluk olabileceğini vurgular. WHO’ya göre intiharla en çok ilişkilendirilen rahatsızlıklar depresyon ve alkol kullanımına bağlı bozukluklardır; bunlar dışında da birtakım rahatsızlıklar ile ilişki bulunduğu ve birden fazla psikiyatrik bozukluğun intihar riskini artırdığı ileri sürülmektedir. İş ya da maddi kayıplar, umutsuzluk, kronik acı ve hastalıklar, ailede intihar geçmişi de bireysel intihar risk faktörleri arasında sayılmaktadır. (WHO, 2014, s. 40.)