Ağırlıklı olarak genç sosyal bilimcilerin takip ettiği ve katkı sunduğu bir platform olan textum sayfalarına 12 Eylül’e ilişkin bir tartışmayı taşımanın kuşkusuz başka bir anlamı var. Bugün 30’larında olanlarımız gençlik çağlarında 12 Eylül edebiyatıyla birçok kez karşılaşmış olsa da bugün 20’lerinde olanlar, hatta belki popüler tartışmaya referansla “Z kuşağı” açısından durum pek öyle değil. Bunda kuşkusuz 1980’den bu yana aradan geçen zamanın daha uzun olması kadar 2010’larla birlikte 12 Eylül ile hesaplaşıldığı yönünde güçlü bir ana akım anlatının kurulmuş olmasının da payı var. Bu doğrultuda Dr. Öğr. Üyesi Ebru Deniz Ozan’la gerçekleştirdiğimiz söyleşi ile hem 12 Eylül’e ilişkin hafızaları tazelemeye hem de bu konuda oluşturulan kimi mitleri eleştirel siyasal iktisat çerçevesinden ele almaya çalıştık. Ozan’ın 2011’de yayımlanan “12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet” alt başlığını taşıyan “Gülme Sırası Bizde” başlıklı bir kitabı bulunuyor.
Ulaş Taştekin: Çalışmanızda günümüz Türkiye’sinin, 1980 darbesinin mümkün kıldığı bir stratejinin ürünleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorsunuz. Bu, 12 Eylül’ün Türkiye tarihi ve siyasi-iktisadi çerçevesini anlamak bakımından önemini oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir ifade. 12 Eylül öncesi sürece gidersek siyasal ve iktisadi açıdan nasıl bir görünüşle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz?
Ebru Deniz Ozan: Türkiye 1970’lerin özellikle son yıllarında, iktisadi ve siyasi krizin bir arada bulunduğu, Poulantazas’ın Gramsci’ye referansla tanımladığı gibi aslında tüm toplumsal ilişkileri kuşatan, iktisadi krizin kendini siyasal krize dönüştürdüğü yapısal bir kriz, bir hegemonya krizi deneyimliyor. Yani bir yandan dünyada da sınırlarına ulaşan ithal ikameci birikim stratejisinin krizini, 1973 Petrol Krizi olarak bilinen ve Türkiye’nin 1977’ye kadar erteleyebildiği bu krizi deneyimliyor. Ekonomi; dış ticaret açığı, döviz bulma, kredi ve borç bulma sorunlarıyla karşı karşıya. Öte yandan, siyasal alanda sık değişen ve uyumlu işlemeyen, toplumsal sınıfların taleplerini siyasal alana yansıtmada sorunlar yaşayan, toplumsal uzlaşıyı sağlayamayan koalisyon hükümetleri var. Parlamenter sistem yapısında tıkanmalar gözleniyor. Bunlar da siyasal bir krize, temsil krizine işaret ediyor. Örneğin 1980 yılında süresi dolacak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine Cumhurbaşkanı seçilememesi, yüzü aşkın tur oylamanın sonuç vermemesi, parlamentonun bu anlamda tıkanması ve 24 Ocak Kararları’nın görüşülmeye başlanamaması bu siyasal krizi derinleştiriyor. Bunların yanı sıra, 1970’li yıllar boyunca sınıf mücadelesi oldukça keskinleşiyor. Daha etkin ve mücadeleci bir işçi sınıfı hareketi mevcut. Hem işçi örgütlenmelerinde ve grev sayısında artış var hem de işçi sınıfının siyasal alana müdahale niteliği taşıyan gösteri ve grevleri oldukça yaygın. Örneğin, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasına karşı 1975 sonlarından başlayarak DİSK gösteri ve grevler düzenliyor ve yasanın parlemantodan geçmesini engelleyebiliyor. 1978’de Faşizme İhtar Eylemi düzenliyor. Diğer yandan, sermaye sınıfı temsilcileri de dönemin sonuna doğru siyasal ideolojiler arasındaki çatışmanın şiddetlenmesini, sınıf mücadelesindeki bu keskinleşmeyi, iktisadi krize eşlik eden ve onu derinleştiren bir “sosyal kriz” olarak tanımlanıyor. Yani sonuçta 1970’lerin sonlarında Türkiye’de iktisadi krizin siyasal krizle bir arada yürüdüğü, iktisadi krizin var olan siyasal sistem ve aktörlerle çözülebilir olmadığı, sınıf mücadelesinin keskinleştiği ve parlamenter sistemin tıkandığı bir yapısal kriz var. Dediğim gibi, bu kriz aslında dünya ekonomisine egemen olan ithal ikameci birikim stratejisine dayanan sistemin, Keynesciliğin krizi. Bu da planlama, sosyal devlet, kalkınma gibi stratejilerin de sorgulanmasına ve terk edilmesine yol açıyor. Bu krizi aşmak için, dünyada, İngiltere’de Amerika’da neoliberal politikalar uygulanmaya başlanıyor. IMF ve DB gibi kuruluşlar yapısal uyum programlarıyla bunu diğer ülkelere de öneriyorlar. Serbest piyasa, serbest girişim, ihracatın desteklenmesi, yapısal uyum gerekliliklerinin yerine getirilmesi gibi stratejiler öneriliyor Türkiye’ye de, bu yapısal krize çözüm olarak. 1980 öncesi sermaye sınıfının talepleri de bu doğrultuda. Burada 12 Eylül 1980 askeri darbesi de toplumsal hayatın her alanını kapsayacak böyle bir yeniden yapılanmaya zemin hazırlamış oldu ve süreci kolaylaştırdı. Örneğin, bu anlamda iktisadi kararların 24 Ocak 1980 Kararları’nın uygulanmasını, parlamenter sistemdeki tıkanmayı çözerek kolaylaştırmış oldu. Yine, bu yeniden yapılanmadan en çok etkilenecek ve buna karşı çıkma potensiyeli olan işçi sınıfı hareketini, toplumsal muhalefeti bastırdı, geriletti. Siyasal ve sosyal “kaos”u çözdü bu anlamda.
Kuşkusuz yaşananların Türkiye’nin içsel dinamikleriyle ilişkili bir yanı var, peki ya uluslararası boyutuna dair neler söylenebilir? Burada uluslararası boyuttan hem krizin uluslararası bir boyuta sahip olması hem de soğuk savaş koşullarıyla bağlantılı jeopolitik hususlar anlaşılabilir, Amerika’nın rolü de sık vurgulanan faktörlerden oldu malum.
Ebru Deniz Ozan: Evet söylediğim gibi, dünyadaki gelişmelerle paralel giden bir süreçti bu. Var olan ekonomik yapının, ithal ikamecilik, planlama, sosyal devlet, refah devleti, tam istihdama dayalı devlet politikaları, yüksek ücretler gibi farklı boyutlarıyla tanımlayabileceğimiz yapının krizi söz konusuydu. Bu krizden de bu yapının kendisi sorumlu tutuluyordu yani genel kanıya göre artan kamu harcamaları, bürokratikleşme, enflasyona yol açan yüksek ücretler gibi unsurlar krize yol açmıştı. Bunlara çözüm olarak da serbest piyasa, serbest girişim, serbest ticareti destekleyen politikalar, düzenlemeler öngörülüyordu, dünya ekonomisini şekillendirecek. Türkiye gibi ülkelere pazarlarını uluslararası rekabete açma, ihracatı arttırma gibi stratejiler, yapısal uyum programları öneriliyordu. Nitekim, 1980’ler İngiltere’de Thatcherizm, Amerika’da Reaganizm Türkiye’de de Özalizm olarak adlandırılacak bir dönemi tanımlıyordu. 12 Eylül Türkiye’de bu sürecin başlangıcını oluşturuyor ve bu gelişmelerden bağımsız değil.
Darbenin geri planına bakarken elbette jeopolitik unsurları, soğuk savaş koşullarını da hesaba katmak mümkün ama burada ‘Amerika istedi oldu’ gibi açıklamaların da gerçek anlamda toplumsal iç dinamikleri hiçe saydığı da açık. İç dinamiklerden kastım toplumsal sınıflar arasındaki ilişki, aralarındaki mücadelenin niteliği ve düzeyi. Dış faktörler elbette yapısal bir belirleyicilik sunuyor ama sonuçta dış faktörler iç faktörler dolayımıyla, onunla biçimlenerek içsel gelişmelere yol açıyorlar. Sanırım Poulantzas’ın Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da Geçiş Süreci’nde vurguladığı bir şeydi bu: İç ve dış faktörler arasındaki ilişkiyi kurmak, görmek, değerlendirmek. Aslında Türkiye tarihi açısından, diğer darbeleri açıklamak anlamında da önemli bir uyarı bence.
Kültürel anlamda bakarsanız, siyasal tartışma ortamı, eleştirel düşüncenin dile getirilmesi anlamında daha da kötü bir tabloyla karşı karşıyayız. 1980 sonrasında bile siyasal partilere, liderlere yönelik eleştirileri, bazı karikatürleri anımsıyorum. Bugün gençlerin tahayyül edemeyeceği, bazılarının da maalesef tahammül edemeyeceği şeyler.
12 Eylül sonrasında dünyaya gelen kuşaklar açısından sınıf ve sınıfsallık tartışmaları hep hassas bir başlık oldu. Bu hem sosyal hareketlerde sınıfların rolü bakımından hem de sosyal bilimlerde sınıf nosyonunu bir açıklama aracı olarak kullanmak açısından böyle. Bu başlığa ilişkin bir tartışma, 12 Eylül’ü de anlamak bakımından işlevli olabilir belki. Türkiye’de burjuvazinin zaman içerisinde, özellikle de 1970’ler boyunca, güçlü bir sınıf bilinci oluşturduğuna yönelik tespitler sizin çalışmanızda da yapılıyor. Özellikle TÜSİAD ve Hür Teşebbüs Konseyi gibi oluşumların bu süreçte ortaya çıkması bu açıdan önemli ölçütler gibi görünüyor. Türkiye’de sermaye çevrelerinin sınıf bilinciyle ilgili veya 12 Eylül öncesi ülkede sınıf mücadelelerinin boyutlarıyla ilgili neler söylenebilir?
Ebru Deniz Ozan: Söylediğim gibi 1970’li yıllar boyunca Türkiye’de sınıf mücadelesi keskinleşmişti; yani sınıf temelli çelişkiler netleşmişti, sınıf çıkarları siyasi zeminde daha fazla ifade ediliyordu. Holdingleşme hızlanmıştı; sanayi sermayesi güçlenmişti ve kendi ayrı örgütünü, TÜSİAD’ı 1971’de kurmuştu. Hem siyasi hem iktisadi alanda daha görünür olmuştu sanayi sermayesi. Ecevit Hükümeti’nin ekonomik uygulamalarına karşı 1979’da TÜSİAD’ın yayınladığı ilanlar bunun bir örneği. Öte yandan siyasi amaçlı eylemler dönemin işçi hareketinin belirgin bir parçasıydı, yani siyasette işçi sınıfının ağırlığı hissediliyordu. İşçi ve sendika sayısı artmıştı. Grevler yanında, iş yavaşlatma, makinelere zarar verme, sakal bırakma gibi grev-dışı eylemler de yaygınlaşıyordu. Toplum, siyasallaşmıştı aslında. Toplumsal örgütlülük artmıştı ve çok çeşitliydi. Memurların neredeyse yarısı memur sendikalarında örgütlüydü. Öte yandan devrimci, sosyalist fikirler gençlik arasında yaygınlaşıyordu. Kürt Siyasal Hareketi örgütlenmeye başlamıştı. Sosyalist kadın örgütleri ortaya çıkıyordu, kadın hareketi kitleselleşiyordu. Bunun yanında güçlenen ve örgütlenen İslamcı ve ülkücü hareket de mevcuttu. 1980 sonrasında da etkili olacak birçok siyasi aktör, siyasal akım bu dönemde ortaya çıkmıştı.
Evet, sermaye sınıfı bu dönemde bütünlüklü bir biçimde tanımladıkları bu krizin, yapısal bir kriz olduğunun farkındaydılar ve topyekun bir değişimin gerekli olduğunu söylüyorlardı. Bu yapısal krize karşı iktisadi, siyasal ve sosyal alanlara ilişkin çeşitli talepler dile getiriyorlardı. Örneğin “yasadışı grevler”, “işyerinde barışın bozulması”, “ideolojik sendikacılık”, “anarşi” gibi sosyal ve siyasal sorunlar çözülmeden ekonomik sorunlar aşılamaz diyorlardı. Bu dönemde sermaye sınıfının kriz karşısında ortaklaştığı talepler de neoliberal politikalarla paralellik gösteriyordu: Örneğin, ihracatın arttırılması ve teşvik edilmesi, ücretlerin düşürülmesi, KİT’ler bağlamında özelleştirmeye yaptıkları vurgu, 24 Ocak Kararları’nın uygulanması, çalışma ilişkilerinin düzenlenmesi gibi talepleri vardı. Siyasal istikrarın sağlanması, devlet otoritesinin kurulması, “anarşinin önlenmesi” yani grevlerin, öğrenci olaylarının, işyerlerine yönelik saldırıların önlenmesi ve can güvenliğinin, mülkiyet-miras hakkının korunması taleplerini dile getiriyorlardı, sermaye sınıfının TİSK ve TOBB bünyesinde yer alan temsilcileri.
Elbette sermaye sınıfının iç çelişkileri vardı ancak bu, sermayenin sınıf olarak hareket etmesine engel değildi. Örneğin, 1975’te TİSK önderliğinde kurulan Hür Teşebbüs Konseyi, büyük sanayi sermayesi yanında, küçük ve orta ölçekli sanayi temsilcilerini, tüccarları, esnaf ve zanaatkarları ve büyük tarım sermayesi temsilcilerini bir araya getiren bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı. Toplantılar, basın açıklamalarıyla siyasal alana sermayenin bir bütün olarak taleplerini iletmeyi hedefliyorlardı. Aslında bu oluşum bir bakıma siyasal partilerle, sermaye sınıfı arasındaki kopuşu da gösteren bir şeydi. Taleplerini, bir bütün olarak, birlikte siyasal alana aktarma çabasındaydılar, böyle bir alternatif örgütlenmeye ihtiyaç duyuyorlardı.
Yukarıdaki ifadenize dönersek, 12 Eylül günümüz Türkiye’sinin kuruluşu için ne gibi ürünler sağladı? Bu soruyu sorarken aklıma çalışmanızdan dikkat çeken bir örnek geliyor; bir yanda kentli emekçiler mal yokluğu, kuyruklar ve karaborsadan bunalmış durumda öte yandan depolarda yakalanan stoklar nedeniyle TRT’de özel sektörü mevcut durumdan sorumlu tutan yayınlar yapılıyor. Bu, örneğin, 1980 sonrasında dünyaya gelen kuşakların pek de tahayyül edebileceği bir şey değil. TRT’nin AKP döneminde kazandığı nitelikten bağımsız olarak böyle. Bir yanıyla o dönemki toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesi bakımından da fikir verici. Benzer bir şekilde, patron örgütleri, yakın zamana kadar Özgür Burak Akkol ve Akansel Koç aracılığıyla yaptığı açıklamaları saymazsak, genel bir demokrasi söyleminin arkasında iş görmeyi tercih ettiler. Halit Narin’in ifade ettiği “şimdi gülme sırası bizde” benzeri ‘sınıf bilinçlerini’ açığa vuran ifadeler kullanma ihtiyacı hissetmediler, belki de çekindiler, ama çok uzun bir dönem pek de buna ihtiyaçları olmadı. Yukarıda sınıfsallığa ilişkin sorumun bir devamı gibi ifade edersem, bu köklü dönüşüm aslında 12 Eylül’de sermaye çevrelerinin kazandığı zaferle kapanan bir dönemle alakalı düşünülebilir mi?
Ebru Deniz Ozan: Ekonomik anlamda baktığınızda bugün hüküm süren, en genel ifadeyle neoliberal olarak adlandırdığımız politikaların başlangıcını oluşturuyor. Yani Türkiye’nin 1980 sonrası neoliberal politikalar çerçevesinde şekillenen düzende yerini almasını, bunun gereklerini yerine getirmesini kolaylaştıran bir müdahale. 1980 sonrasından günümüze kadar temel hatlarıyla varlığını sürdüren, egemen olan birikim stratejisinin temelleri o yıllarda atılıyor. Daha önce söylediğim gibi, yapısal uyum ve istikrar programı çerçevesinde oluşturulan 24 Ocak Kararları, bu darbeyle çok daha kolay uygulanır bir hale geliyor. İhracatın teşviki, dış pazar için üretimin esas alınması, yabancı sermaye girişini kolaylaştıran önlemlerin alınması ve tabii emek piyasasının, ücret artışlarının disiplin altına alınması gibi önlemleri içeriyor Kararlar. Yani sermaye ve emek arasındaki ilişkiyi, sermaye lehine yeniden biçimlendiren sürecin başlangıcını görüyoruz. İşçi sınıfı hareketi başta olmak üzere, bu politikalara karşı gelebilecek kesimleri tümüyle baskılayan bir darbeden bahsediyoruz. Sendikalar, dernekler kapatılıyor; grevler yasaklanıyor, toplu sözleşmeler iptal ediliyor. Toplumsal örgütlülüğe, siyasallaşmaya aslında büyük bir darbe vuruluyor. Bunun etkileri uzun yıllar sürdü, sürüyor aslında. 1970’lerin sendikalaşma oranı, toplumsal hareketlilik ve örgütlülük düzeyi ve çeşitliliği bugün için birçok kişiye çok şaşırtıcı gelebilir. Siyasal taleplerle grevler düzenlemek, memurların sendikalaşma oranı bunlar bugünden bakınca çok uzak görünebiliyor. Bu anlamda darbe, 1970’lerdeki toplumsal ivmeyi tümüyle durdurmasa da büyük ölçüde yavaşlatmış geriletmiş diyebiliriz. 1980 sonları ve 1990’ların başı işçi sınıfı hareketinin yeniden canlandığı yıllar. 1989 Bahar eylemleri, Zonguldak Yürüyüşü, daha sonra Tekel direnişi, daha sonra belki Gezi, bir tür toplumsal hareketliliğe işaret ediyor ancak o ivmenin 12 Eylül’de ciddi bir darbe aldığı açık.
Öte yandan, ekonomik neoliberal politikalarla birlikte gelen dayanışma yerine bireyciliğin ön plana çıkarılması gibi, serbest piyasanın kutsanması, kısa yoldan köşeyi dönmek gibi toplumsal hayata yönelik söylemlerin de o dönemde başladığını -Özal dönemine bakarsanız çok net görülür bunlar- ve aslında günümüze kadar sorgulanmadan geldiğini, genel kabul gördüğünü gözleyebiliriz. 12 Eylül’ün toplumsal örgütlülüğe vurduğu darbe, bu alanda yarattığı baskı, sonraki kuşaklar için örgütlülüğün yadırgandığı, dayanışma, birlikte hareket etme, toplum olma gibi kavramların pek de yer almadığı bir dünyaya yol açtı.
Yani aslında ciddi bir süreklilik var 1980’lerden bugüne, başlangıcını da 12 Eylül’ün oluşturduğu. Bugün, özelleştirmeler hiç olmadığı kadar kolaylıkla ve artan bir hızla yapılıyor. Kıdem tazminatı meselesi, 1970 öncesinde işçi sınıfının karşı durduğu ve sermaye sınıfının da talepleri arasında yer alan (Kıdem Tazminatının bir fona devredilmesini ve yükün üzerlerinden alınmasını istiyorlardı) bu mesele, yine işverenler lehine gündeme geliyor. Toplumsal örgütlenmenin, sendikalaşma oranının daha da azaldığı, toplumsal hareketliliğin daha da sınırlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Milliyetçi-muhafazakarlık sınıf temelli çatışmaların üzerini örtme işlevi görüyor büyük ölçüde. Bu anlamda sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkmasını, aslında neoliberal politikalarla zarar gören kesimlerin kayıplarının, örneğin yoksulluğun sorgulanmasını, bir ölçüde geri plana atan bir işlev üstleniyor. Bu dünyada ve Türkiye’de ne kadar sürdürülebilir, daha ne kadar etkili olacak ayrı birşey. Bugünün krizini de yaratan bu aslında. Neoliberal politikalar toplumda daha geniş bir uzlaşma zemini sağlamak, bunu uzun süre korumak, bu anlamda hegemonik bir siyasal iktidar kurmak ve sürdürmek için ne kadar elverişli yapısal olarak, bunlar tartışılıyor. Ama Türkiye’de bu politikaların izlenmesi anlamında çok ciddi bir süreklilik olduğunu görmek mümkün. Kaldı ki, o dönemde temeli atılan birçok kurum, YÖK gibi, Siyasal Partiler Yasası gibi varlığını sürdürüyor ve hatta daha baskıcı politikalar gündeme geliyor. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasını düşünürseniz, KHK uygulamalarından tutun, yargının bağımsızlığının ciddi ölçüde zedelenmesine, gitgide yürütmenin güçlenmesine kadar (ki bu 1971’deki Anayasa değişikliklerine kadar götürülebilir) bir çok gelişme 12 Eylül koşullarını aratmayacak düzeyde.
Kültürel anlamda bakarsanız, siyasal tartışma ortamı, eleştirel düşüncenin dile getirilmesi anlamında daha da kötü bir tabloyla karşı karşıyayız. 1980 sonrasında bile siyasal partilere, liderlere yönelik eleştirileri, bazı karikatürleri anımsıyorum. Bugün gençlerin tahayyül edemeyeceği, bazılarının da maalesef tahammül edemeyeceği şeyler. Bu o dönemde bile toplumsal çeşitliliğin kabulünü, belli bir tartışma ve ifade kültürünün, basın özgürlüğünün yerleşmiş olduğunu gösteriyor. Ama bugün çok daha eleştiriye kapalı, bu çeşitliliği, farklılığı reddeden, daha dışlayıcı ve kutuplaştırıcı bir anlayış var. Bireyciliğin, bireyselliğin yüceltilip, bir arada olma, örgütlenme bu şekilde siyasal alana müdahale gibi yolların değersizleştirilmesi ya da baskıyla önünün kesilmesi söz konusu. Bireysel çıkarlar, siyasal iktidara yakın olmak, gelecek kaygısı gibi motivasyonlara indirgenmiş gibi gözüküyor örgütlülük.
Türkiye’de demokrasiyi prosedürel olarak ele alan bir yaklaşıma göre darbenin ardından askeri yönetimden sivil yönetime geçilmesiyle demokrasinin tesis edildiği gibi bir algı egemen. Dahası girişte belirttiğimiz gibi, son on beş yılda da Türkiye’de 12 Eylül’le bir hesaplaşma yaşandığına dair bir mit oluşturuldu. Özellikle 12 Eylül 2010’da gerçekleşen Anayasa Referandumu ve Kenan Evren’in -büyük ölçüde sembolik olarak- yargılanması bu bakımdan büyük bir işlev gördü. Hatta kimi liberal çevreler askeri vesayetin sona ermesi argümanıyla o dönem coşkulu bir destek de sundular buna. Gerçekten bir hesaplaşma yaşandığı söylenebilir mi?
Ebru Deniz Ozan: Bunu söylemek mümkün değil. Darbecilerin yargılanması önemli bir aşamaydı, sembolikti büyük ölçüde de. Ancak bunun zihinsel, ruhsal düzeyde bile bir tatmin getirdiğini düşünmüyorum. Burada 12 Eylül’den zarar gören kesimleri ne kadar tatmin ettiği önemli bu hesaplaşmanın. Özellikle Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın ikisinin de dava sürecinde ölmesi, davanın düşmesi. Bunlar tatmin edici değil.
Ciddi bir hesaplaşma için darbenin nasıl bir toplumsal dönüşüme yol açtığının, sürecin kazanan ve kaybeden toplumsal kesimlerinin kimler olduğunun tespit edilmesi önemli. Sermaye sınıfı, işçi sınıfı, toplumsal muhalefeti temsil eden kesimler için, gerçek bir hesaplaşma bu kesimlerin bugünkü durumunda bir değişiklik yaratmış olmalı.
Vurgulamaya çalıştığım gibi ciddi bir süreklilik varken, kurumsal anlamda da, iktisadi ve siyasal anlamda da bir süreklilik varken ciddi bir hesaplaşma beklemek ne kadar gerçekçi, 2010’da da, o zaman da ne kadar gerçekçiydi? Ekonominin ve siyasetin yapılanması aynı hatta devam ederken böyle bir hesaplaşma beklemek çok doğru değildi aslında. Bu boyutu dikkate almak, bu düzeyde bakmak gerekiyordu sanırım.
Ciddi bir hesaplaşma için darbenin nasıl bir toplumsal dönüşüme yol açtığının, sürecin kazanan ve kaybeden toplumsal kesimlerinin kimler olduğunun tespit edilmesi önemli. Sermaye sınıfı, işçi sınıfı, toplumsal muhalefeti temsil eden kesimler için, gerçek bir hesaplaşma bu kesimlerin bugünkü durumunda bir değişiklik yaratmış olmalı. O dönemden bugüne neler değişmedi, neler korundu ya da korunuyor? Bunları ortaya koymak ve süreklilikleri vurgulamak, gerçekten bir hesaplaşma yaşanıp yaşanmadığını anlamak açısından da önemli sanırım. 12 Eylül’ün geri planını sorgulamak, dönemin kazanan ve kaybedenlerini ortaya koymak, bugün ne değişti, ne değişebilir diye sormak da önemli bu açıdan.
2015 yılında çoğunlukla otomotiv sektöründe çalışan işçiler Bursa başta olmak üzere çok sayıda şehirde fiili grev ve direnişler gerçekleştirdi. O günlerde dönemin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “İdeolojiden arındırılmış bir işgücü piyasası oluşturmamız gerekiyor.” demişti. Bunun aslında 12 Eylül öncesinde TİSK, TOBB ve MESS gibi işveren örgütlerinin yaptığı açıklamalarda sürekli “ideolojik sendikacılık” vb. ithamlarla işçi hareketini suçlamasıyla bir süreklilik taşıdığı düşünülebilir mi? Bugün otoriter emek rejimi olarak adlandırılan sürecin oluşumunda darbe nasıl bir rol oynadı?
Ebru Deniz Ozan: Elbette bu bir süreklilik. 1980 sonrası izlenen neo-liberal politikalar çerçevesinde, sendikaların itibarsızlaştırılması, ücretlerin düşürülmesi, bireyciliğin ön plana çıkarılarak aslında sınıf temelli politikaların önünün kesilmesi gibi stratejiler izlendi. 1980 sonrası sermaye ve emek arasındaki ilişkinin yeniden yapılanması, emek piyasasının, emeğin disipline edilmesini, grevlerin yasaklanmasını ve ücretlerin düşük tutulmasını kapsıyordu. Aslında bu neoliberal strateji 1970’lerin sonlarına doğru netleşmeye başlamıştı Türkiye’de. Hem sınıf mücadelesini önleme, bastırma, hem de ücretleri baskılama, 1970 öncesi sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı geliştirdiği ortak tavrıydı. 1980 öncesi, “anarşi ve kaosa son verilmesi”, yasadışı grevlerin önlenmesi gibi talepleri, lokavt uygulamalarına işçi sınıfı tarafından gösterilen aşırı tepki gibi şikayetleri vardı sermaye sınıfının. Bunlar “hür teşebbüsün dayanışmasının” nedenleri olarak da gösteriliyordu. Bu hedeflerin, 1980 sonrası gerçekleştiğini ve daha sonra da pekiştirildiğini söylemek mümkün. Hatta esnek, güvencesiz, taşeron çalışma gibi bugünün emek piyasasında daha belirleyici olan koşullar, işçi sınıfı hareketinin gücünün, sendikalaşmanın geriletilmiş olmasıyla daha mümkün, uygulanabilir hale geldi. Örneğin, bugün salgının hem üretim faaliyetinin merkeziliğini, hem de üretimin toplumsal sınıf karakterini ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu işçi sınıfı açısından bir yandan bir olumlu birşey ama bu koşullar içinde daha çok sömürülmesi anlamına da geliyor. Şöyle açıklayayım: MÜSİAD’ın “İzole Üretim Üssü” adını verdiği, salgın gibi durumlarda üretimin sürdürülmesini sağlamak için ortaya koyduğu bir proje, aslında 1980’de başlayan sürecin nereye varabileceği ya da vardığı hakkında bir ipucu veriyor. Aileleri ile birlikte işçilerin fabrika çevresine yerleştirileceği ve salgını önlemek için gerektiğinde kapıların kapatılacağı bir model bu. Bu, işçilerin sahip olduğu tüm kazanımların, örgütlenmeden tutun, çalışma saati gibi çok temel hakları bile hiçe sayan bir proje. Bunu şunun için söylüyorum: İşgücünün, onların tabiriyle ideolojiden ya da ideolojik sendikalaşmadan arınmadığı bir durumda, bu tür bir projeyi hayata geçirmek hiç de kolay olmayacaktı, belki mümkün olmayacaktı. 12 Eylül’ün etkisi bu anlamda da maalesef hâlâ sürüyor.