Türkiye’de münakaşa hürriyeti ve hürriyet münakaşasının sınırları

Türkiye’de ifade özgürlüğü, son yılların en önemli tartışma başlıklarından biri. Candaş Ayan, Ahmet Emin Yalman'ın 80 yıl önce kaleme aldığı yazısından hareketle münakaşa hürriyetinden ifade özgürlüğüne uzanan geniş bir düşünsel hattı, tarihsel bir perspektiften ele alıyor.

Türkiye’de en geniş anlamıyla hürriyet denilince ilk akla gelenin onun sınırları olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Liberalizmin pazarı aşkın özgürlükler vaadi, piyasada olanca can bulup hâkim sınıfı beslerken diğer tüm toplumsal başlıklarda da sınıfta kalıyor. Daha özgür bir Türkiye arzuladığını her fırsatta dile getirmekten geri durmayan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin “hiçbir dönemde bu kadar özgür” olmadığı konusunda da son derece iddialı. Dahası, henüz geçtiğimiz Eylül ayında Erdoğan, Türkiye’de ifade özgürlüğünün artık daha güçlü temellere oturduğu yönünde beyanat verdi. Ne var ki 2020 Özgürlük Evi[1] raporu ile bu sene de özgür bir ülke olmadığı tasdiklenen Türkiye, dünya genelinde de son 10 senede özgürlüklerini en çok yitiren ülkelerden biri oldu. Durmaksızın ve parça parça feragat edilen bu özgürlüklerin en önemlilerinden biri de ifade özgürlüğü. Bugünlerde yoğun olarak kullanılan ve bir dönem ‘düşünce özgürlüğü’ olarak tanımlanan ‘ifade özgürlüğü’ kavramını tarihsel bütünlüğünde ele aldığımızda, bu kavramın özellikle 1940’lı ve 1950’li yıllarda “münakaşa hürriyeti” olarak sıklıkla kullanılan bir başka kavramın yerini aldığını görüyoruz. Bu yazının esas gayesi, münakaşa hürriyetinden ifade özgürlüğüne uzanan geniş bir düşünsel hattı, tarihsel bir perspektiften ele alarak, günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olan sorunların, kavrama ilişkin liberal yaklaşımların kaçınılmaz bir sonucu olduğunu serimlemektir.

“Münakaşa” kelimesi şimdilerde hâlâ kullanılıyor olsa da başlıkta geçtiği haline, yani bir kavram olarak kullanımına artık pek sık rastlanmıyor. “Münakaşa” Arapça nkş kökünden gelen ve “karşılıklı tartışma” anlamında kullanılan bir sözcüktür. Bir topluluk içinde sosyal hayatı organize etmenin yolu, doğru olarak görülen, anlaşılan ve kararlaştırılan anlaşmazlıklar ile uğraşmaktır.[2] Tartışma, vukua geldiği mekândan bağımsız bir çerçevede iki veya daha fazla fail tarafından karşılıklı olarak gerçekleştirilen bir eylemdir. Ancak ‘münakaşa hürriyeti’ kavramı bu yazıda, gerçekleştirilen tartışmanın doğrudan kamusal alan ile bağı kurularak ele alınacaktır. Kamusal alanın, toplumsal birbirine bağlılıkları kişisel yaşamlarının sınırlarını aşan özel bireylerden oluştuğu göz önüne alınacak olursa[3], münakaşa sözcüğünün kökünden ve barındırdığı anlamdan hareketle, kamusal alana içkin bir dizi eylemliliğin bir nakış edasıyla örülmesi, münakaşa hürriyetini kamusal bir bağlama oturtmaktadır. Zaten kapalı kapılar arkasında cereyan eden herhangi bir tartışmanın, o kapılardan dışarı sızmadığı ölçüde kamusal alana dahil olması olası değildir. Öyleyse, kamusal alanda vukua gelecek bir münakaşanın failleri, her şeyden önce kendi kendini belirleme ve oluşturma eylemidir.[4]

Bu noktadan hareketle, bu yazının bir sonraki kısmında Türkiye siyasi tarihinde münakaşa hürriyetinin merkeze alındığı temel liberal uğraklardan olan Ahmet Emin Yalman’ın başmakalesi incelenerek, kavramın ortaya çıkış biçimi teorik bir zeminde tartışmaya açılacaktır. 23 Ocak 1938 tarihli Tan Gazetesi başmakalesinde, kitlelere liberal ideolojiyi zerk etmeyi kendine görev edinen döneminin bu duayen gazetecisi, Türkiye’de münakaşa hürriyetini olmayan ve olmaması da gereken “bir, iki şekli” ile ta o tarihte şöyle betimlemektedir: “[…] eski idareler yüzünden kaybettiği asırlarca zamanı[5] telafi etmek ihtiyacında olan bu memleketi gerilere doğru sürüklemek; istikrar ve emniyeti bozmak; başka memleketlerin ihtiyaç veya şartlarından doğan birtakım bize yabancı cereyanları memlekete sokmak ve yapmak hürriyetleridir.” Türkiye’de yukarıda verilen anlamıyla münakaşa hürriyetinin geçirdiği dönüşümün son on beş yılına baktığımızda, Ahmet Emin Yalman’ın seksen yıl önce münakaşa hürriyetine dair değerlendirmelerinin, AKP iktidarının da kamusal alana içkin özgürlükleri kısıtlamak için başvurduğu iki temel gerekçede kendisini açığa çıkardığını görüyoruz. Bunların ilki, ülke içerisinde birliği bozucu, yıkıcı faaliyet yürütme amacındaki odakların engellenmesi; bir diğeri ise ülkenin, özellikle AKP iktidarları dönemi boyunca elde ettiği ilerlemelerin (özellikle ekonomik ve teknolojik), bilhassa “dışarıdan” alınan destek ve cesaretlendirmelerle önüne geçilmeye ve ülkenin kat edilen yoldan geriye döndürülmeye çalışılmasıdır. Bu süreklilikten hareketle, yazının sonuç bölümünde içinden geçtiğimiz sürece dair birtakım notlara yer verilecektir.

Bir Liberal Keyfiyet Alanı Olarak Münakaşa Hürriyeti

Liberal ideolojinin tarihsel bir perspektifte münakaşa hürriyeti kavramına olan yaklaşımlarını ortaya koyabilmek için bir miktar geriye, liberalizmin zor günler geçirdiği ve yüz yıllardır vadettiği özgürlüklerden meşruiyet alanı yaratmaya en çok ihtiyaç duyduğu savaş öncesi döneme gitmekte yarar var. Giriş kısmında da belirtildiği üzere, 1938 Türkiye’sindeki “münakaşa hürriyetini” kendi keyfince tanımlayan Yalman, bir de aynı keyfilikle münakaşa hürriyetine belli sınırlar çizmiştir. Hobbes’un sözleşmeye taraf olunduğu vakit direnme hakkından feragat edilmiştir yaklaşımından hareket edercesine Yalman, bir taraftan ülkenin selameti adına yürütülecek her türlü tenkitin özgürce dile getirilebileceğini savunurken, öte yandan kendi bakış açısına uymayan yönelimler içerdiği takdirde bu hürriyetin işletilemeyeceğini savunmaktadır. Sözü uzatmaya gerek yok; anti-komünist ve liberal dünya görüşünü sıkı bir laiklik savunusuyla harmanlayan Yalman’ın, “bir, iki” diye üstü kapalı olarak söylediği iki şekil komünist hareket ve irticai faaliyetlerdir. “Başka memleketlerin ihtiyaç veya şartlarından doğan birtakım bize yabancı cereyanlar” şeklinde nitelediği cereyanlar esasında komünist eğilimler, “bu memleketi gerilere doğru sürüklemek” çabasındaki yaklaşımlar da irticai faaliyetlerdir. Aynı yazısında “[y]oksa,” der Yalman “Türkiye’de tam münakaşa hürriyeti vardır[6][7].[8]

Anti-komünistliğiyle maruf Ahmet Emin Yalman’ın (Şenol-Cantek, 2019, syf. 429)[9] liberal ideolojiye tutkuyla bağlılığı, liberalizmi “tutulacak yolların en hakikisi[10] olarak sıklıkla nitelemesinden ve kaleme aldığı yüzlerce başmakaleden anlaşılabilir.[11] Öyle ki sol baş parmağındaki çocukluğundan kalma yara izini yolunu şaşırdığı zamanlarda eliyle yokladığını, sağını ve solunu kendine hatırlattığını ve böylece hayatı boyunca sola kaymaktan imtina ettiğini hatıratının en başında belirtmiştir.[12] Yalman’ın anti-komünistliği onu 1945 yılında bir de Komünist Manifesto’ya karşı bir ‘Liberal Manifesto’ yazmak için Dünya Liberalleri Birliği’ne (World Liberals Union) çağrı yapmaya sevk edecektir.[13] Liberalizmle membaında, 1909-1914 yılları arasında ABD’deki Columbia Üniversite’sinde öğrenim gördüğü dönemde hemhâl olan Yalman, ömrünün sonuna kadar bu ‘en hakiki’ yoldan şaşmamıştır.

Yalman’a dönüp baktığımızda, bugün basın kuruluşlarında ve akademide birçok benzerleriyle etrafımızın çevrili olduğumuzu görüyoruz. Gerçekten de gözünü kırpmadan haysiyetini satabilen liberal kalemlerin Erdoğan Türkiye’si için bir dönem sürekli gündeme getirdikleri güzellemeleri hatırladığımızda, Yalman’ın şu sözleri Türkiye’de liberallerin hala aynı kuru gürültüye eşlik ettiklerini bizlere gösteriyor: “Bizim birçok yeni şeyler yaptığımızı harici alem öğrenmiştir. Fakat bizi yakından tetkik eden mahdut ecnebiler hariç olmak üzere Atatürk Türkiye’sinin hür ve demokrat simasını hakkile tanıyanlar çok azdır. Bilakis memleketimizi diktatörlükle idare edilen, demokrasi ile alakası olmıyan, münakaşa hürriyetine (vurgu sonradan) kıymet vermiyen memleketler arasında tasnif edenler pek çoktur (sic.)”.[14] Bu yazısında Yalman, Türkiye’de münakaşa hürriyetinin uzanabileceği sınırları kendi meşrebince belirliyor. Bu yazının detaylarına inerek piyasa ve güç sahipleri için liberal, emek ve ezilenler için illiberal olan liberalizmi, o günden bugüne değişmeyen riyakârlığı ve ikiyüzlülüğü ile tekrar afişe etmek faydalı olacaktır.

Ahmet Emin Yalman’ın “Çok yanlış bir görüş” başlıklı yazısının yer aldığı 23 Ocak 1938 tarihli Tan gazetesi.

Yalman’ın ‘Çok Yanlış Bir Görüş’ başlığını attığı bu yazısını kaleme almasının nedeni bugün de benzerleriyle sıkça karşılaştığımız ve yukarıda güncel örneklerini yâd ettiğimiz özgürlükler üzerine uluslararası bir rapordur. Dönemin Columbia Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi Dekanı Carl Ackerman’ın hazırladığı ve dünya ülkeleri arasında münakaşa hürriyetinin hudutlarını ele alan bu raporda, gerçekten de bugünkü koşullarını aratmayan bir Türkiye resmedilmiştir. Türkiye’nin münakaşa hürriyetinin en düşük seviyede olduğu ülkeler arasında olduğunu belirten bu rapora karşı Yalman, “[b]u haksız telakkiyi ortadan kaldırmak için” yola koyulur. Bugünün birçok yandaş ve liberal kalemi gibi, Yalman da ülkemizin “barış ideali bakımından, ileri görüş ve gidiş bakımından dünyanın en ziyade barış, demokrasi ve terakki taraftarı memleketlerinin safında yer” aldığını ifade eder.[15]

İşin ironik olan kısmı, liberalizmi tutulacak yolların en hakikisi olarak gören bu entelektüel şahsiyet, kendi tuttuğu yolun bir mahsulü olarak kamusal alana dahil edilen münakaşa hürriyetinin kapsamını, gayet gayri liberal bir yaklaşımla sınırlandırma yoluna gitmiştir. Bu ironinin arkasında yatan yapısal probleme ilişkin ilk yorum, Yalman’ın başmakalesinden bir gün sonra bizzat kendisine yollanmış olan bir okur mektubunda kendisini apaçık bir şekilde göstermektedir. Bu mektup, münakaşa hürriyetinin dönemin “sıradan insanları” tarafından ne kadar ciddiye alındığını göstermesinin yanında, asıl çerçevenin gözden kaçırılmaması gerektiği ile ilgili de ipuçları barındırmaktadır. Mektubu yollayan okur, 24 Ocak 1938 tarihli mektubuna, Yalman’ın bir gün önceki başmakalesini okuduğunu ve yazıda bahsi geçen birtakım konularla ilgili kendisinden açıklama beklediğini yazarak başlar ve Yalman’ın başmakalesinden, yukarıda sunulan kısmı aynen yazar. Akabinde okur, Yalman’ın yazdıklarından anladığının ne olduğunu şu şekilde kâğıda döker: “Bu izahattan çıkan mana şudur: Türkiye’de amme menfaati, memleket selameti mevzubahis olan mesaili münakaşa hususunda tam bir hürriyet vardır fakat memleket ve millete zarar verecek cereyanlara asla müsamaha edilemez”.[16] Ancak hemen sonra, bu izahatın kendi zihninde doğurduğu sorular olduğunu söyler ve cevaplaması için bu soruları Yalman’a yöneltir. En başta sorduğu soru, bugün dahi cevabı bilinçli olarak muğlak bırakılmaya devam edilen bir sorudur: “Memleketin selameti ve terakkisi, daha doğrusu amme menfaatini tayinde kriteryum (sic.) nedir?”.[17] Bu soruyu önceleyen ve cevabı bilinen ancak dile getirilmekten çekinilen başka bir soruyu da biz soralım: birbiriyle karşıtlık içerisinde bulunan faillerden teşekkül bir toplumda menfaatin ortak olması beklenebilir mi?[18]

Yalman’ın okuyucusunun sorduğu soru ile bu soruya ek olarak bizim sorduğumuz soru bir arada düşünüldüğünde, liberal demokrasinin[19] sınırlılıkları içerisinde amme menfaatini belirleyen kriterin aslında ne olduğu kendisini göstermektedir. Yazının başında belirtildiği üzere, amme menfaati ile münakaşa hürriyeti birbirlerini içeren bir biçimde, iç içe geçmiş eylemlilikler bütünü olarak düşünülmelidir. Münakaşa hürriyeti kavramı, kamusal alana ilişkin, karşılığını en güçlü şekilde hak mücadelelerinde bulan bir dizi başka eylemliliği daha bünyesinde barındıran, kapsayıcı bir tabirdir. Öyle ki münakaşa eylemini gerçekleştiren özneler, içerisine girdikleri eylemlilik haliyle birer faile dönüşürler. Bu eylemlilikler, faillerin kamusal olana ilişkin her türlü meseleyi yine kamusal alan içerisinde ortaya dökmeleri, tartışmaları, sorunlara çözüm üretemeyen yönetimleri tenkit etmeleri, sorunlara çözüm önerilerini dile getirmeleri, yani en nihayetinde gasp edilen hakları ve özgürlükleri için mücadele etmeleri şeklinde uzayıp gider. Öyle ki eylem, mükemmel bir siyasal etkinlik olduğu için, tükenip yok olmaya değil, yeni eylemlilik halleri doğurma kapasitesiyle siyasetin merkezi kategorisi olmaya adaydır.[20] Ancak liberal bir entelektüel olan Yalman üzerinden gösterilmeye çalışıldığı gibi, genel olarak liberal ideolojinin kavramların esas sahip olması gereken içeriklerini, sermaye ve onun baş destekçisi siyasa yapıcılar lehine, keyfi bir şekilde yeniden dizayn etmek gibi ahlaksız bir yönelimi bulunmaktadır. Liberalizmin kendi hegemonya ağını tesis etmesinin temel prensibi bu yeniden dizayn sürecinin, yani ammeye ait olması gereken mücadele pratiklerine keyfi anlamlar yükleyerek etki alanını sınırlandırma düsturunun ta kendisidir. Mektubu yollayan okur da benzer bir çerçevede düşünmüş olacak ki mektubunun devamında başka sorular sorarak münakaşa hürriyetinin sınırlarını belirginleştiren kriterleri kim(ler)in belirlediğini resmetmeye çalışmıştır. Okur, parti hakimiyeti cari olan bir memleketi nazarı itibarı alalım der ve sorularını sıralar: “Bu kabil bir memlekette amme menfaatinin takdirini bir ferde veya bir zümreye (partiye) bırakmak caiz midir? Bir an için memleketin iyilik ve terakkisini taktirde işbaşında olanların hata ettiklerini farz edecek olursak, buna karşı müeyyide nedir? Tabiri diğerle, vazıı kanunun (kanun koyucunun) yanıldığı ve ferdin esasi haklarını ihlal eder mahiyette bazı kanunlar isdar ettiği (kanun çıkarttığı) müşahede edilecek olursa, buna karşı şayanı tavsiye olan tarzı hareket nedir?”.[21]

Görüldüğü gibi okurun Yalman’a yönelttiği bu sorular, temelde Yalman’ın liberalliğini sorgulamakla birlikte, esas itibariyle liberal demokrasiye içkin en hayati sorunsalları bütün çıplaklığıyla görünür hale getirmektedir. Liberal (temsili) demokrasinin bugün bir laf kalabalığından öte olmadığı[22] bir kenara bırakılacak olursa, bu soruları soran okurun, halihazırda liberal demokrasinin iki yüzlü bir biçimde mesnetsiz bıraktığı ferdi haklar meselesinden haberdar olduğu, sonrasında verdiği örneklerden de anlaşılmaktadır. Mektubunun son kısımlarında, Fransa ve ABD gibi liberal demokrasilerin “pürüzsüz işlediği” ülkelerin yasalarında “teşrii (yasama) kudretin suiistimaline karşı fert haklarını koruyan” hükümlere rastlanmadığını söyleyen okur -bu noktada İngiltere’nin meşruti monarşiyle yönetilmesinden dolayı orada demokratik bir yaklaşımın aranamayacağını da ekler-, “Bana göre sair memleketlerde fert için bu teminatı bulmak hemen hemen imkansızdır[23] der ve Yalman’a sorduğu soruları yineleyerek bir cevap beklediğini belirtir ve mektubunu sonlandırır. Seksen yıl önce yollanmış olan bu mektup, sorgulaması yapılan temel problematikler itibariyle neredeyse noktası ve virgülüyle bugünü anlatmakta ve bizlerin de benzer bir sorgulama ve liberalizmle hesaplaşma içerisine girmemize olanak tanımaktadır. Özel imtiyazlar karşısında amme menfaatine tanınan bu öncelik, liberal düşüncenin önde gelen kaynaklarınca geleneksel liberal önceliklerin tersine dönmesi gibi görülmektedir.[24] Haliyle, önceden olduğu gibi, bugünün liberal öğretisinin de nihai hedefinin eyleyici failleri kamusal alandan kopartarak kendi özel alanlarına hapsedilmiş öznelere dönüştürmek olduğu ortadadır. Bu tarz bir böl-parçala-yönet stratejisine dayanan hegemonik basınçtan, failler kadar kamusal alanı sarmalayan ‘münakaşa hürriyeti’ gibi kavramlar da nasibini almıştır. Bugün gelinen noktada, önce münakaşa hürriyetinin kapsadığı eylemlilikler birbirinden ayrıştırılmış, kavram parçalanmış ve son tahlilde kavram, öznelerin tekil bireyler olarak düşündüklerini ifade etmelerine kadar daraltılmıştır. Böylece kamusal alanda vukua bulacak işteş bir tartışma eyleminin ifade edilecek olan düşünceye katacağı derinlik, kavramın çerçevesinden uzaklaştırılmıştır. Özellikle amme menfaatinin bir ferde ve emrindeki zümreye bırakılmış olduğu yaklaşık on senelik bu son dönemde Hürriyetin Münakaşası mücadele alanını kamusal alana dönüştürmekte başarılı olamayan bir boş gösterene dönüşme tehdidi altına girmiş bulunmaktadır.

Okurun, genel olarak liberal-demokratik idare mekanizmalarına ilişkin yönelttiği sorulara, liberalizmin bayrak taşıyıcısı konumundaki ülkeler üzerinden cevap aramış olması tesadüf değildir. Özellikle ilk olarak Batı’da devlet ile kamusal alanda görünürlük kazanan sivil toplumun birbirinden ayrışmış olması yeni bir takım özgürlük ve eşitlik söylemlerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki, bu ayrışma aynı zamanda yeni hakimiyet ve zor şekillerinin de yaratılmasına sebebiyet vermiştir.[25] Kaldı ki, mektup yollayan okurun Yalman’dan daha ileri bir liberalizm algısı olduğu ve üstü kapalı bir biçimde Yalman’ın liberalizmle çelişir şekilde özgürlükleri sınırlandırma yoluna gitmiş olmasını sorguladığı düşünüldüğünde, liberal demokrasiye içkin sorunsallar çok daha çarpıcı bir biçimde su yüzüne çıkmaktadır. Bizatihi ‘demos’un ta kendisi konumunda olan bir okuyucunun mektubunda dile getirdiği sorular, bu demosun kendi kendini idare edebilecek en geniş özgürlük alanının yaratıldığı iddiasındaki liberal demokraside, amme menfaatinin belirlenmesindeki kriterin, seçilmiş dahi olsa bir zümrenin eline bırakılması meselesine bir cevap üretemediğini ortaya koymaktadır. Halihazırda, liberallerin, demokratik biçimciliğin sakin yüzeyinin altında gizlenen popüler egemenlik hayaletine olan gizli güvensizlikleri zaten sır değildir. Kitlelerden korku ve kanun ve nizam, liberal ideolojinin gerçek temelleridir.[26] Kaldı ki, mektubun yollandığı yılın 1938 olduğu ve İtalya’da ve Almanya’da faşist rejimlerin, okurun çekincelerini haklı çıkartacak bir mahiyette, yani liberal demokrasinin mekanizmalarını kullanarak totaliter yönetimler kurdukları gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır.

Başmakalenin ve ona cevap niteliğinde olan mektubun tarihlendiği 1938’den çıkıp, kaseti ileriye doğru saracak olursak, Türkiye’de liberal demokratik mekanizmaların, 1945 itibariyle kademeli ve bir nevi sancılı bir şekilde uygulanmaya başladığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Savaş sonrası dönemde gerçekleşmeye başlamış da olsa, bu süreçte aşağıdan yükselen bir talebin olduğu da gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Bu geçişin ilk on beş yılı sancılı olmuş ve bir askeri darbe ile sonlanmıştır. Darbe sonrası dönemde, yani 1960-1980 arası dönemde münakaşa hürriyetinin, kesintilerle de olsa özünde barındırdığı eylemlilikler bütünü çerçevesinde toplumsal bir münakaşa ve mücadele rüzgârı estirebildiği söylenebilir. Ancak Yalman’a mektup yollayan okuyucunun, liberal demokrasi ve liberal-demokratik idare mekanizmaları içerisinde, amme menfaatinin seçilmiş dahi olsa bir kişinin/zümrenin/partinin “inisiyatifine” bırakılmış olmasının doğurabileceği problemler konusundaki endişelerinin yersiz olmadığı, 1980 yılında gerçekleşen ikinci askeri darbe sonrasında şekillenen süreçte ortaya çıkmıştır.

Sonuç Yerine: Hürriyet Münakaşasının Bugünü

bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;

kurt, köpek, çakal makal, dedi.

ne dersin bu adamlara, dedim;

yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.[27]

Münakaşa hürriyeti ve içerisinde barındırdığı toplumsal her pratik, 1980 darbesiyle birlikte topyekûn yasaklanmıştır. Diğer bir deyişle, hürriyet münakaşası tam manasıyla askıya alınmıştır. 1980 itibariyle kamusal münakaşa alanının sınırlandırılması sonrasında, bugünkü yönetim anlayışının temelleri niteliğindeki Özal dönemi bünyesinde bulundurduğu liberal ideologların yazdıklarıyla ve söyledikleriyle, Baudrillard’ın kavramlarıyla ifade edecek olursak, liberal özgürlükler simülasyonuna dayanarak otoriter yönetimin sınırlarını zorlamış, adeta askeri darbe dönemini aratacak bir dönemin hazırlayıcısı olmuştur. Her şeye rağmen 1990’larda farklı bağlamlarda daralan bu hürriyet münakaşası çemberinde birtakım gedikler açılabilmiştir. Alevilerin yakıldığı, özgür fikir insanlarının otoyol kenarlarında infaz edildiği, onlarca aydının suikastlarla kurban verildiği 1990’ların karanlık yüzüne rağmen hürriyetlerin müdafaa edilebilmiş olması liberal ideologlara rağmen gerçekleştirilen eylemlilikler silsilesinin sonucudur. Bunun karşısına, hürriyet münakaşasının bir tarafı olma iddiasıyla, liberaller tarafından AKP piyasaya sürülmüş -piyasa liberallerin oyun alanıdır ne de olsa-, parlatılmış ve alkışlarla iktidara getirilmiştir.

Benzer bir liberal illüzyon, özellikle 2000 sonrasında dünyanın pek çok farklı bölgesinde kendisine yeni örnekler yaratmayı başarabilmiştir. Bugün Macaristan’da Orban’ın, Türkiye’de Erdoğan’ın, Rusya’da Putin’in tesis ettikleri otoriter yönetimler, Polonya’da, Ukrayna’da, Belarus’ta, Türkmenistan’da, Brezilya ve Bolivya’da yaşananlar ve yaşatılmak istenenler, liberal ideolojinin ve devamında adını demokrasi koydukları içi boşaltılmış bir kavramın apaçık bir yansımasıdır. Yalman’ın yazdıkları nasıl Demokrat Parti’nin bütün baskı mekanizmalarıyla ülkenin üzerine çökmesine sebep olduysa -bu yükü tek başına Yalman’ın omuzlarına yıkmak haksızlık olacaktır, beraberinde daha nicelerinin bu resme dahil olduğu unutulmamalıdır-, bugün Türkiye başta olmak üzere otoriter yönetimlerin bunca sene hareket alanı bulabilmiş olmasının en büyük destekçileri yine liberalizmin sınırları içerisinde ifade özgürlüğü, demokrasi gibi toplumsal mücadelelerin ürünü olan kavramların altını oyan demagoglar, kalemşorlar, akademisyenler, medya patronlarıdır.

AKP iktidarının, özellikle 2007 sonrası süreçte, bütün muktedirliği ile önceki dönemlerin kazanımları olan gedikleri kapama çabası onun bünyesinde bulundurduğu liberal eklentilerin esasında ne denli yanıltıcı bir ‘hürriyet’ anlayışına sahip olduklarının en açık göstergesidir.  İçine girip dönüştürmedik alan bırakmayan liberal ideoloji, hürriyet kavramını da yukarıda belirtildiği çerçevede yeniden dizayn etme çabası içerisine girmiştir. Böylece yirmi yıla yaklaşan AKP iktidarı döneminde, iktidar ile kamusal alanda eylemlilik içerisindeki failler arasında giderek Gramscian bir mevzi savaşına dönüşen münakaşa hürriyetinin etrafında daralan zincirden nice halkalar eksiltilmiştir. Bütün bunlar olurken Yalman gibi nice ‘entelektüel’ oluşan duruma alkış tuttu; yetmedi, bilfiil bugünkü durumun oluşumuna katkıda bulunarak, kamusal alanın yeniden hareket edilemez bir hale dönüştürülmesinin taşlarını dizdiler.

AKP iktidarı, liberal demokrasinin kendisine içkin bir çıkmaz olarak, amme menfaatini belirleme kriterinin bir kişiye/zümreye/partiye bırakılmasının ne gibi sakıncalar doğuracağının en canlı kanıtı niteliğindedir.[28] Sonuç olarak, münakaşa hürriyeti kavramının bugün dönüştüğü nokta, sokak röportajı veren ve iktidarı eleştiren sade vatandaş İsmail Demirbaş’ın evinin basılması ve tutuklanması; gazeteci Barış Terkoğlu’nun, Barış Pehlivan’ın, Müyesser Yıldız’ın suç isnadına ihtiyaç duyulmadan, sırf iktidarı zor durumda bırakan haberleri sebebiyle aylarca hapis yatmaları; münakaşa hürriyeti kavramının bugün dönüştüğü haliyle söyleyecek olursak ifade özgürlüklerini kullanarak bir bildiriye imzacı olan yüzlerce akademisyenin gece yarıları çıkartılan kararnamelerle işlerinden edilmeleri ve hatta hapis yatmaları; hem ekonomik hem de siyasal olana ilişkin tenkit hürriyetini kullanan televizyon kanallarının, iktidarın ceza aygıtları haline dönüşen kurumlar tarafından kapatılmaları; on dört yıllık emeklerinin peşinden yürüyüşe geçen madencilerin kolluk kuvvetleriyle engellenmeleri ve daha saymakla bitmeyecek, kamusal olana ilişkin on binlerce hürriyetin yok sayılması şeklindedir.

AKP’li Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne Rektör olarak atanmasının ardından öğrencilerin gerçekleştirdiği eylemden bir kare.

Son birkaç gündür Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanmakta olan gelişmeler, AKP muktedirlerinin ve onların liberal yardakçılarının Türkiye’de münakaşa hürriyeti ve hürriyet münakaşasının sınırlarına ilişkin ortaya koydukları en taze performans olarak önümüzde durmaktadır. Rektör seçimleri hiçe sayılarak üniversite içerisinden başka bir akademisyenin rektör olarak atandığı 2016 yılında akademik özgürlük alanına ilk yumruğu indiren AKP, birkaç gün önceki Erdoğan kararnamesiyle üniversite dışından bir akademisyeni rektör olarak atayarak surda açılan ufacık bir gedikle koca koca kayaların nasıl yerle bir olabileceğini gözler önüne sermiştir. Akabinde amme menfaatini belirlemeye esas hakkı olanların hürriyet münakaşası için sokakları doldurması üzerine AKP iktidarı, yıllarca unutulmayacak bir sembol olarak üniversitenin kapısına kelepçe takmış, özgürlüklerin sınırlarını çizmek adına da üniversitelerini savunan öğrencileri bir şafak operasyonuyla gözaltına aldırmıştır. Akabinde liberal demagogların üzerlerine düşeni yaparak münakaşa hürriyetinin sınırlarını yeniden çizeceklerine ve yaşananları dış güçlerden alınan destekle ilişkilendirmenin takip edeceğine de hiç şüphe yoktur. Ne de olsa “Türkiye’de münakaşa hürriyetinin bir, iki şekli yoktur ve olamaz”, öyle değil mi?

Burada esas gayenin, münakaşa kavramına içkin işteşliğe saldırarak muhalefetin toplumsallaşmasının önüne geçmek olduğu söylenebilir. Bu noktada esas olan, kaybedilen mevziilerin bir bir geri alınması, kamusal alanın işteş eylemliliğe dayanan münakaşa hürriyetine yeniden kavuşturulması ve mücadele pratiğinin yeniden toplumsallaştırılmasıdır. Siyasal iktidar uygulamalarının yöneten ve yönetilen şeklindeki hiyerarşik ikiliği bünyesinde barındıran baskı araçlarına sahip olması, siyasal ilişkinin aynı zamanda bir iktidar ilişkisi olduğunu göstermektedir.[29] Bu ilişkiyi, emir verme-itaat etme şeklinde indirgenmekten kurtaracak olan ise kamusal alanda vukua gelecek olan münakaşadır. Öte yandan, her ne kadar münakaşa hürriyeti kavramının içerdiği eylemlilikler esasında (burjuva) kamusal alanına içkin pratikler olsalar da, münakaşa hürriyeti ve hürriyet münakaşası, içerisinde barındırdığı toplumsal muhalefet ve mücadele pratikleriyle, liberal demokrasinin sınırlarını belirlediği ve “mal dolaşımı ve toplumsal emekle ilgili genel kurallar konusunda hesaplaşmaya girişilen”[30] burjuva kamusal alana terk edilecek bir kavram olmanın ötesindedir. Hakları için kilometrelerce yol yürüyen Somalı madencilerin, kıdem tazminatı hakkını gasp ettirmemek için sokakları dolduran emekçilerin, ölüm saçan HES projelerine karşı duran köylülerin, genel greve giden metal işçilerinin ortaya koydukları mücadele pratikleri, münakaşa hürriyetini kucaklayarak burjuva kamusal alanın duvarlarını zorlayan, kimi zaman yıkıp geçen eylemliliklerdir. Liberal demokrasinin kısıtlı eyleyici özneleri, burjuva kamusal alanın duvarlarını yıkan bir münakaşa hürriyeti vasıtasıyla eylemlilik içerisine giren faillere dönüşürler. Bu minvalde, amme menfaatini tayin etme kriterlerinin gerçek belirleyicileri, eyleyici failleri olarak sokakları günlerdir terk etmeyenlere, bu uğurda “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” diyerek direnenlere selam olsun.


[1] Özgürlük Evi’nin bu konuya ilişkin tarafsız bir pozisyondan ziyade Batı-merkezci söylem çerçevesinde oluşturulmuş “değerleri” göz önünde bulunduran ve bir takım ideolojik kaygılarla raporlarını hazırlayan bir kuruluş olduğuna şüphe yok. Bu yazının ilerleyen bölümlerinde değinilecek olan Ahmet Emin Yalman’ın 1938 tarihli itirazı bu çerçeve göz önünde bulundurularak da okunabilir. Ancak bugün Türkiye’de özgürlüklerin ne denli bir kuşatma altında olduğu gün gibi ortadadır. Halihazırda bu yazının amacı da zaten bu kuşatmanın ulaştığı derinliği gözler önüne sermektir.

[2] Dahlberg, L. (2018). Visibility and The Public Sphere: A Normative Conceptualisation, Javnost – The Public, syf. 3.

[3] Susen, S. (2011). Critical Notes on Habermas’s Theory of the Public Sphere, Sociological Analysis, 5 (1), syf. 43.

[4] Butler, J. (2016). “We, the People”: Thoughts on Freedom of Assembly. In Badiou, A., Bourdieu, P., Butler, J., Didi-Huberman, G., Khiari, S., & Rancière, J. What is a People?. Columbia University Press, syf. 52.

[5] Eski idareler yüzünden kaybedilen zamana ilişkin söylem, AKP başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da her fırsatta dile getirilen bir noktadır.

[6] Benzer bir söylemin güncel karşılığı için bakınız: https://www.haberturk.com/gundem/haber/950482-erdogan-karsisinda-oturan-kilicdaroglunu-boyle-elestirdi

[7] Yalman’ın başmakalesinin devamında yazdıkları da oldukça ilgi çekici bir ayrıntı olarak düşünülebilir: “Memleketin mesele ve ihtiyaçlarını müspet bir surette münakaşa için bu hürriyetten daha fazla istifade edilemiyorsa kabahat gazetecilerdedir” (Yalman, 1938).

[8] Yalman, A. E. (23 Ocak 1938). Çok Yanlış Bir Görüş. Tan.

[9] Şenol-Cantek, F. (2019). Ellili Yıllar Türkiye’sinde Basın. In M. K. Kaynar (Ed.). Türkiye’nin 1950’li Yılları (3rd ed.). İstanbul: İletişim, syf. 429.

[10] Yalman, A. E. (1970b). Yakın Tarihte G.rdüklerim ve Geçirdiklerim Cilt 3: 1922-1944. İstanbul: Rey Yayınları, syf. 388.

[11] Dipple, B. F. J. (2019). Transnational Turks, Print Media, and U.S.-Turkish Ties, 1919-1952 [Master’s thesis, Simon Fraser University]. Simon Fraser University Research Repository. http://summit.sfu.ca/item/19307, syf. 32-33.

[12] Yalman, A. E. (1970a). Yakın Tarihte G.rdüklerim ve Geçirdiklerim Cilt 1: 1888-1918. İstanbul: Rey Yayınları, syf. 12.

[13] Yalman, 1970b, syf. 388-389.

[14] Yalman, 1938.

[15] Yalman, 1938.

[16] Bu mektup, Ahmet Emin Yalman’ın kişisel arşivinin bulunduğu Hoover Enstitüsü’ndeki “Ahmet Emin Yalman Papers” isimli arşiv bölümünden temin edilmiştir. Referans olarak mektubun bulunduğu kutu ve klasör numaraları gösterilmiştir: B20f1.

[17] B20f1.

[18] Son dönemde “aynı gemideyiz” söylemi üzerinden yürütülen tartışmalar da bu sorunun toplumsal sınıflar perspektifinden ele alınması şeklinde düşünülebilir.

[19] Burada “liberal demokrasi” kavramının kullanılmasının sebebi, bir yandan Yalman’ın başmakalelerinde sürekli liberal demokrasi ve bu demokrasinin idare mekanizmaları ile ilgili bir anlatı yapıyor olması, öte yandan mektubu yollayan okurun, mektubunun sonunda, ileri sürdüğü soruların cevaplarını liberal demokrasinin hâkim olduğu “Batı” ülkelerinde aramış olmasıdır. Ancak 1938 yılı itibariyle Türkiye’de liberal bir demokrasi anlayışının hâkim olduğunu söylemek doğru olmaz.

[20] Arendt, H. (1998). The Human Condition (2nd ed.). Chicago: University of Chicago Press, syf. 9.

[21] B20f1.

[22] Rancière, J. (2006). Democracy, Republic, Representation. Constellations, 13 (3), syf. 298.

[23] B20f1.

[24] Hinchman, L. P., & Hinchman, S. K. (Eds.) (1994). Hannah Arendt: Critical Essays. Albany: State University of New York Press, syf. 370.

[25] Wood, E. M. (1990). Uses and Abuses of Civil Society. Socialist Register, syf. 73.

[26] Bensaid, D. (2012). Permanent Scandal. In Agamben, G., et al. (2012). Democracy in what state?. (Vol. 11). Columbia University Press, syf. 16-17.

[27] Ömer Hayyam’ın ‘Akılla bir konuşmam oldu’ başlıklı rubaisi, Farsçadan Sabahattin Eyüpoğlu çevirisi.

[28] Pek çok açıdan liberal demokrasiye geçişin ilk sancılı yılları olan Demokrat Parti dönemi uygulamalarıyla benzerlikler gösterse de, AKP’nin hürriyetleri kısıtlamak konusunda DP’nin ötesine geçtiği yadsınamaz bir gerçek. 2020 itibariyle Türkiye’de ifade özgürlüğünü bırakın, ifadeye çağırılan bir kişinin kendi rızasıyla ifade vermeye gitme özgürlüğü bile kalmamıştır

[29] Wood, N. (2002). Reflections on Political Theory – A Voice of Reason from the Past-. New York: Palgrave-Macmillan, syf. 28-29; Akbulut, Ö. Ö. (2012). Kapitalizmde Siyasetin Siyasal Halleri. Memleket Siyaset ve Yönetim (MSY),7 (17), syf. 181.

[30] Habermas, J. (1989). The Structural Transformation of the Public Sphere (Trans. Thomas Berger). Cambridge, MA: MIT Press, syf. 27.