/

Neoliberalizm ve Refah: Susanne Soederberg ile Söyleşi

'Neoliberalizm özel dizisi', Susanne Soederberg'in konuk olduğu 'refah' tartışması ile sürüyor. Urban Displacements başlıklı kitabı yakın zaman önce yayımlanan Soederberg ile konut sorununun siyasal iktisadından borçlanmanın jeopolitikasına uzanan bir dizi başlıkta neoliberalizmi konuştuk.

"Borç bizi ayırana dek."

Toplumsal ilişkileri yeniden tanımlayarak farklı ülkelerde farklı görünümler kazanan neoliberal model, uluslararası iktisadi düzen ve toplumsal tahakküm biçimleri göz önüne alındığında kapitalizmin diğer evre ve aşamalarından nasıl ayırt edilebilir? Kapitalizmin tarihi içinde neoliberalizmin anlamı nedir? Ayrıca, her iki kitabınızın odak noktası olan iktisadi ve toplumsal yeniden üretim biçimi olarak neoliberalizmin mülksüzleştirme ve sömürü mekanizmaları üzerinden gündelik hayatımıza yansımaları nelerdir?

Neoliberalizmin kendisini tartışmaktan ziyade onun kapitalist devlet tartışması içerisindeki anlamını kavramaya çalışmanın bu soruya cevap verebilmek adına iyi bir başlangıç olacağını  düşünüyorum.

Her iki kitabımda da, kapitalist devlet analizine başlarken biçim ve içerik üzerinden ayrıma gidiyorum. İçerik, kapitalist devletlerin kapitalizmin yeniden üretimindeki rollerini ifade ederek temelde burjuva devletlerin en az iki özelliğine tekabül eder. İlk olarak, devletler kapitalist toplumun toplumsal olarak yeniden üretimini sağlamalıdır. İkincisi, tüm kapitalist devletler ortaya çıktığı her durumda birikimin önündeki engelleri kaldırarak sermaye birikimin genişlemesini kolaylaştırır. Bunu; emek hareketlerini bastırarak, finansal bir krizde kreditörleri fonlayarak ya da mülkiyet üzerinden yaptırımlar uygulayarak gerçekleştirirler. 1970’lerdeki Marksist devlet tartışmalarının bize öğrettiği gibi kapitalist devletler, rekabetin anarşik doğası ve daha genel olarak kapitalizme ait içsel çelişkiler ve kriz eğilimleri göz önüne alındığında, genel olarak (bireysel kapitalistler olarak algılanmaması gereken) sermayenin ihtiyaçlarını asla bilemezler. Kapitalist devletler genişletilmiş kapitalist yeniden üretimin garantörü rolüne devam edebilmek, mahkemeler ve polis gibi yasal ve askerî aygıtlar üzerindeki meşru tekelleri de dâhil olmak üzere işçiler üzerinde sınıf temelli iktidarlarını sürdürebilmek adına görünüşte tarafsızlıklarını az da olsa korumalıdırlar. Dahası, kapitalist devletler ne tamamen özerk aktörlerdir ne de sadece finansal sermaye gibi tek bir kapitalist fraksiyonun araçlarıdır. Tüm kapitalist devletler bu içeriği zaman ve mekândan bağımsız olarak paylaşır.

Kapitalist devletin biçimi, dünya pazarının ulusal ve kentsel ölçekteki coğrafi bağlamına kök salmış sınıf temelli iktidarın tarihsel ve toplumsal biçimlerini yansıtacak şekilde değişir ve dönüşür. Tüm ulusal çeşitleriyle Keynesyen refah devleti ve onun ardılı neoliberalizm, devlet biçimlerine birer örnektir. Biçim, kapitalist devletler tarafından zamansal ve mekânsal olarak spesifik bir bağlamda kullanılan yasal, düzenleyici ve söylemsel müdahaleler olarak özetlenebilir.

Yukarıdaki çerçeveyi kullanarak, var olan sınıf, etnisite ve cinsiyet hatlarını da içeren kredi öncülüğünde birikimin hâkim olduğu günümüz kapitalizminde kapitalist devletlerin biçimlerine ilişkin daha net, jenerik olmayan ve coğrafi olarak daha özgül bir anlayışı kuramsallaştırmaya ve ampirik olarak geliştirmeye çalışıyorum.

Soederberg, S. (2021). Urban displacements: Governing surplus and survival in global capitalism.

Devlet müdahalelerinin işleyiş tarzındaki bazı ortaklıklardan bahsedecek olursak; Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika, Avrupa Birliği, Berlin, Dublin ve Viyana’ya kadar farklı ölçeklerde dahi giderek azalan miktarda (artı değerin devletler tarafından vergiler şeklinde tahsis edilmesiyle oluşan) toplumsal artığın toplumsal refah ve sosyal konut gibi çeşitli kamusal mal ve hizmetleri finanse etmek için ayrıldığını görüyoruz. Neoliberal kapitalist devletin bir diğer ortak müdahale tarzı ise, Merkez Bankalarının para politikalarına, kredi öncülüğünde birikimin yarattığı iktidar ilişkilerini ve para fetişinin iktidarının yarattığı hürriyet, eşitlik ve özgürlük yanılsamasını yansıtan bir merkezîlik tahsis edilmesidir.

Bu bakış açısından yola çıkarak borç refahının [debtfare], çalışan yoksulların, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için yüksek faizli kredilere mahkumiyetinin çeşitli düzenlemeler, politikalar ve yasalar aracılığıyla meşru hale gelmesini olanaklı kılan neoliberal parasal yönetişimin ayrılmaz bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Borç refahı, yoksulluk endüstrisi olarak adlandırabileceğimiz yeni bir sömürü alanından daha fazlasını ifade eder. Aslında bu bizi borç refahınının bütünleyici bir parçası olduğu toplumsal yeniden üretim tarzının önemini düşünmeye itiyor. Marx (1990), ücretli emeğin yaratılmasının kendiliğinden gerçekleşmediğini, hayatta kalmanın tek yolunu ücrete indirgeyen devlet müdahaleleri yoluyla sürekli olarak yeniden üretilmesi gerektiğini öne sürmüştü.

Urban Displacements’ta, neoliberal müdahalelerin borç aracılığıyla refah yaratma stratejilerini, devletlerin farklı ölçeklerde çeşitli parasal yönetişim stratejilerini kullanarak yerinden edilme ve hayatta kalma mücadeleleri [displaced survival] veren çalışan yoksulların süregiden yoksulluğunu nasıl görünmez kıldığını, disipline ve depolitize ettiğini de gösterecek şekilde genişletiyorum. Avrupa Birliği’ndeki üç kent arasındaki karşılaştırmalı çalışmamda detaylandırdığım gibi, bu parasal yönetişim stratejileri artık nüfusun etnik temelde ayrıştırılmasında ve aralarında hiyerarşik ilişkilerin kurulmasında da önemli bir rol oynadı.

Benim Marksist yorumuma göre, finansallaşmaya dayanan bu analizler, çalışan yoksulların gıda, giyim, ulaşım, kreş, ısınma ve kira dâhil olmak üzere temel geçim ihtiyaçlarını karşılamak adına geçim ücretlerini artırmak ve/veya değiştirmek için masraflı tüketici kredisine nasıl ve neden mecbur bırakıldıklarına ilişkin güncel olgulara dair kapsayıcı bir açıklama sunmakta yetersiz kalıyor.

Her iki kitabınızda da, konut kredileri, kredi oranları, kredi kartı sektörü, öğrenci kredileri, yani finansal içerilme mekanizmalarıyla bağlantılı olarak yoksulların, piyasadan dışlananların, yetersiz istihdam edilenlerin ve yedek emek ordusunun (artık nüfus) sömürülmesi üzerinde duruyorsunuz. Bu finansallaşma süreci, emek gücünün yeniden üretimine ilişkin anlayışımızı nasıl değiştirdi? Krediler üzerinden alınan faizler nasıl kavramsallaştırılabilir? Özellikle post-Keynesyen ekolde tartışıldığı gibi, bugün emekçilerin düşmanının sanayi şirketlerinin sahipleri değil de finansal/rantiye kapitalistleri olduğunu söylemek ne kadar mümkün?

Bu soruyu ele alırken, her iki kitabımda da bilinçli bir şekilde finansallaşma kavramını kullanmaktan kaçındığımı vurgulamalıyım. Neden? Kısaca, bu kavram emek gücünün toplumsal yeniden üretimine ait güç ilişkilerine – bu ilişkiler sınıf, devlet ya da para olabilir – dair kavrayışımızın gelişmesine katkı sunmuyor. Bana göre finansallaşma, bakışımızı tek bir kapitalist fraksiyona sabitlerken emek gücünü çoğu zaman görmezden gelir ve neredeyse hiçbir zaman parayı teorize etmez.

Bununla birlikte, bu kavramın birçok tanımı olsa da, özellikle konutla ilgili olduğu için sıklıkla başvurulan bir tanımı aktaracağım. Finansallaşma, “ekonomilerin, firmaların (finansal kurumlar dâhil), devletlerin ve hanehalklarının yapısal dönüşümüyle sonuçlanan; finansal aktörlerin, piyasaların, pratiklerin, hesaplamaların ve anlatıların farklı ölçeklerdeki artan rolüne” işaret eder (Aalbers, 2016: 2).

Urban Displacements’ın araştırma ve yazma süreci boyunca, kira oranlarındaki artışa ilişkin temel bir açıklama olarak verilen bu tanımla sıklıkla karşılaştım. Pek çok eleştirel ve hatta Marksist akademisyen, varlık fiyatlarındaki artışı, finansal içerilme ve piyasa aktörlerinin yaratılmasında somut hale gelen tüketici borcu bağımlılığını ve benzeri gelişmeleri açıklamak için bu kavrama başvurmuştur. Finansallaşmaya karşı eleştirel konumda olanların bile bunu kullanması beni şaşırttı. Bunun tek geçerli açıklamasının kavramın elverişliliği olduğunu sanıyorum. Finansallaşma eleştirel olarak, yani kör noktalarını belirleyip bunları detaylı şekilde inceleyerek ele alınmadıkça kavram ampirik araştırmalara kolayca uygulanabilir hale geliyor. Yine de, bu kolaylığın hem analitik hem de politik bir bedeli var.

Benim Marksist yorumuma göre, finansallaşmaya dayanan bu analizler, çalışan yoksulların gıda, giyim, ulaşım, kreş, ısınma ve kira dâhil olmak üzere temel geçim ihtiyaçlarını karşılamak adına geçim ücretlerini artırmak ve/veya değiştirmek için masraflı tüketici kredisine nasıl ve neden mecbur bırakıldıklarına ilişkin güncel olgulara dair kapsayıcı bir açıklama sunmakta yetersiz kalıyor. Sırası gelmişken, hayatlarını idame ettirebilmek için yeterli gelir elde edemeyen çalışan yoksulların çoğu kiralık konutlarda ikamet ediyor ve buralardan çıkarılıyor, dolayısıyla Urban Displacements’ın odağına bunu aldım. Bu nedenle, finansallaşma kavramı, sıklıkla kullanıldığı şekliyle, bu olgunun kapitalist toplumun toplumsal yeniden üretimi ile nasıl bir ilişki içinde olduğuna dair, hem kapitalistleri hem de işçileri (örneğin ücret ilişkisi üzerinden) içerecek şekilde, nasıl ilişkilendiğine dair daha derin bir kavrayış sunmuyor. Toplumsal yeniden üretimin birçok tanımı varken, her iki kitapta da kullanılan anlam, daha genel bir niteliktedir. Örneğin Urban Displacements’ta, doğal, eşit ve özgür bir ilişki olarak görülmeye devam edilen sömürü ve tahakkümün sınıfsal, cinsiyetlendirilmiş ve etnik ilişkileri yeniden üretmeye hizmet eden uygulamaları, süreçleri ve yapıları kastederken toplumsal [societal] yeniden üretimi kullanıyorum. Bunların tümü görünüşte tarafsız “özel mülkiyet yasaları, el koyma hakları ve sözleşme özgürlüğü” ile desteklenmektedir (Harvey, 1989: 168).

Öyleyse, finansallaşma literatürünün eksik bıraktığı parçalar nelerdir ve kapitalizmin toplumsal yeniden üretiminin kapsamlı açıklaması üzerinde nasıl bir engel oluşturabilir? Bunları her iki kitabımda da uzun uzadıya tartışıyorum fakat burada en az iki mesele üzerinde duracağım,  bir sonraki soruda da üçüncüsüne değineceğim.

Öncelikle, Aalbers’in eleştirel konut çalışmalarında en çok alıntılanan tanımı da dâhil olmak üzere finansallaşma üzerine farklı ekoller, sermaye ve emek odaklı sınıf analizinden yoksundur. Finansallaşma tartışmalarının çoğu, sınıfın toplumsal konfigürasyonlarının sermaye birikiminin daha geniş dinamiklerindeki ve buralardaki toplumsal ilişkilerin içindeki konumunu incelemek yerine, kapitalizmdeki temel aktör olarak finansal sermaye fraksiyonlarına ait mantık, strateji ve uygulamalara odaklanır.

Ne var ki, kredi dağıtıp artı değeri kira veya faiz olarak çeken finansal kapitalistler, birçok güçlü üretken endüstri, hatta bu süreçlerde özellikle hissedarlar olarak yer alan emek grupları (örneğin, emeklilik fonları) ile iç içe olduğu için kolayca tanımlanabilecek homojen bir fraksiyon değildir. Kuşkusuz, günümüz kapitalizmindeki gerilimleri ve iktidar yapısını kavrayabilmek için kapitalistlerin ve emeğin genel olarak sermaye içindeki rolüne, yani kapitalizmin daha geniş dinamiklerine, hem kredi öncülüğündeki hem de üretim temelli birikim stratejilerine ve daha genel olarak üretim ve değişim alanlarına bakmamız gerekir.

Ayrıca, finansallaşma üzerine fraksiyonel görüş, finansallaşmanın özellikle toplumsal yeniden üretim meselelerine dair diğer temel iktidar alanlarıyla olan ilişkisini kurmadan, tek fraksiyona gereğinden fazla önem verme riskini taşır. Örneğin, kapitalist devletlerin önemli bir toplumsal yeniden üretim merkezi oldukları gerçeği, finansallaşma teorisyenleri tarafından çoğu kez görmezden gelinir veya yetersiz bir kavramsallaştırmaya gidilir. Kapitalist devletler daha önce belirttiğim gibi özel mülkiyet yasalarının, el koyma hakkının ve sözleşme özgürlüğünün garantörü işlevini görür ve böylelikle emek gücü de dâhil olmak üzere günümüzde kapitalizmin toplumsal olarak yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynarlar.

Sermaye birikimi dinamiklerini bir bütün olarak görmeyi reddeden bakış, işçilerin finansallaşma denilen gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi sürecine nasıl sıkıştırıldığını irdelemeksizin neredeyse yalnızca finansal kapitalistlerin nüfuzunun büyüsü altındadır. İşçiler, burjuva finansal içerme stratejilerine yönelmek zorunda kalıyorlar çünkü sermaye birikiminin mevcut doğası; yüksek vasıflı, yüksek ücretli emek gücü ile genellikle gözden çıkarılabilir olarak adlandırılan ya da kitaplarımda göreli artık nüfus kategorisi olarak ele aldığım düşük vasıflı, düşük ücretli işçiler (ya da bu nüfusun her iki kitapta da çalıştığım bölümü: eksik istihdam edilenler ve uzun süreli işsizler) de dâhil olmak üzere belirli bir emek gücü ihtiyacına dayanıyor. Nitekim, finansallaşmanın damgasını taşıyan çalışan yoksullar günümüzde sistemin başlıca dayanak noktası haline geldi. Kendilerinin güncel sermaye birikiminin süregiden genişlemesini ve yoğunlaşmasını neden ve nasıl kolaylaştırdıkları üzerinde çalışmayı ilgi çekici buluyorum. Ne de olsa artık nüfus, Marx’ın da belirttiği gibi, sermaye birikimi için bir kaldıraçtır.

Bu ise beni, finansallaşma kuramının günümüz kapitalizminin toplumsal yeniden üretimine dair bütüncül bir anlayışa ulaşılmasını engelleyen ikinci kısıtına getiriyor: Paranın kuramsallaştırılmaması. Öncelikle, finans paraya dayanır, özel olarak yaratılan parayı ya da krediyi içerir. Ayrıca, para, ya da daha doğrusu, Marx’ın bize hatırlattığı gibi, para fetişi, meta fetişini anlamlandırmanın temelidir. Bu analiz olmadan finansallaşma fetiş alanında kalır. Basitçe finansal kapitalistler gibi terimleri değerlendirmek, parayı toplumsal bir ilişki olarak ele alma ve kuramsallaştırma eksikliklerini gidermiyor. Marx’ın Kapital‘de üzerinde durduğu gibi, para fetişizmi yalnızca mübadele alanında çözümlenemez; bunun yerine, üretim ve değişim süreçleriyle, bütüncül bir kapitalizm anlayışına ihtiyaç duyulur. Borç Refahı Devletleri’nde devlet ve sınıf güçlerinin burada nasıl yer aldığını anlayabilmek adına paranın toplumsal gücünü kuramsallaştırmaya iki bölüm ayırıyorum, böylece faiz ve kira aracılığıyla çalışan yoksulların dolaylı veya ikincil sömürüsünün rolünü ve doğasını daha bütüncül olarak kavrayabiliyoruz.

Analizimin mevcut tartışmalara katkısı, (borçlanma araçları olarak) kira ve faiz biçimindeki dolaylı sömürü yöntemlerinin nasıl hem bir birikim yöntemi hem de eşitlik, özgürlük ve gönüllülük kisvesindeki sınıf ilişkilerini sürdürme stratejisi olduklarına dair daha berrak bir anlayış sunmasındadır.

Üretim alanını konut sorunu analizine dâhil etmenin, kira geliri ve aşırı borçlanma şeklindeki ikincil bir sömürü biçimini ortaya çıkardığını iddia ediyorsunuz. Size göre, genişleyen değer yaratma süreçlerinin kiracı-ev sahibi ilişkisini de içermesinin Marksist teorik çıkarımları neler olabilir?

Sanırım bu soru, ilk sorudan itibaren verdiğim yanıtların ardındaki mantığı ortaya koyuyor. Konutun finansallaştırılmasına ilişkin tartışmaların çoğu büyük ölçüde mübadele alanını (kiracı-ev sahibi, borçlu-alacaklı gibi) odağına alıyor. Sömürü ve tahakkümün damgasını taşıyan sınıf ilişkileri bu düzeyde kolayca deşifre edilemez. Neden? Çünkü mübadele alanı, para fetişizminin ya da Marx’ın “bireyselcilik ve özgürlük, hürriyet ve eşitliğin” belirli şekilde kavrayışı olan para topluluğu olarak bahsettiği şeydir (Harvey, 1989: 168). Kapitalistin işçilere emek güçleri için ödeme yaptığını düşündüğümüzde, para dolayısıyla eşit bir mübadele varmış gibi hissederiz. Para sömürü ilişkisini örtbas eder. İkincil sömürüdeki sınıf karşılaşması borçlular veya kiracılar şeklinde mübadele alanında daha az görünür olsa da; bu güç ilişkileri, faiz ve kira biçiminde artı değerin çekilmesinde [extraction] yine de mevcuttur. Her iki kitabımda da, devlet iktidarından ayrılamayacağını düşündüğüm bu tür güç ilişkilerinin, örneğin borç refahı biçimindeki parasal yönetişimin, somut analizine odaklanıyorum.

Hem mübadele alanını hem de üretim alanını içeren bütünsel bir kapitalizm anlayışı; iktidarı, politikayı ve kira ve borç şeklinde para üzerinden dolaylı sömürü olarak da adlandırılan ikincil sömürüyü  teorize etmemize olanak sağlar. Ayrıca kapitalizmde ikincil sömürünün neden var olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Konutun finansallaştırılmasına ilişkin literatür bu tür ilişkiler üzerine bir şey söylemez çünkü kiralık konutta ikamet eden ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar ücret kazanmadığı için borç sözleşmelerine girmek zorunda kalan işçiyi değil; sadece kiracıyı görür.

Bu  açıdan bakıldığında, sadece finansal işlemlerin olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. İster hizmet ister imalat sektöründe olsun emek gücünün hâlâ meta ürettiği bir dünyada yaşıyoruz. Giydiğimiz giysilerin, yediğimiz yiyeceklerin, içinde yaşadığımız (ve çoğu zaman çıkarıldığımız) evlerin tümü kendisi de başka bir meta olan emek gücü tarafından üretilmiş metalardır. Yine de, kentsel mekânlarda ikamet eden artan sayıda işçi bir yıldan fazla bir süredir düşük ücret alıp eksik istihdam ediliyor ve bu nedenle, ücret ilişkisinin (birincil veya doğrudan sömürü) ötesinde kira ve borç (ikincil veya dolaylı sömürü) aracılığıyla da işçiler üzerinde bir sömürü alanı oluşturulmuş durumda. Bu yapısal şiddet; doğal, tarafsız ve gönüllü olarak inşa edildi ve yeniden üretildi.

Urban Displacements‘ta, para, emek gücü ve kiralık konutları içeren “yerinden edilme üçgeni” [triad of displacements] olarak adlandırdığım yeni bir kavram yaratıyorum. Bu kavram, bir meta olarak konutun, hem emek gücünün barınma yeri hem de kira ve borç üzerinden faiz yoluyla birikim alanı olma çelişkisinin anlaşılması da dâhil olmak üzere çeşitli teorik kaygılara yönelmeme olanak sağlıyor. Bu, analizimin bir kiralık birimin duvarları içine veya kamu ve özel mülk sahipleri ve kiracılar arasındaki mübadele ilişkilerine sıkıştırılmaması anlamına gelir. Bunun yerine, barınacak yer ile birikim alanı arasındaki mevcut iç çelişki, benim yerinden edilme ve hayatta kalma mücadeleleri olarak adlandırdığım olguyla sonuçlanır; yani aşırı borçlanma, tahliyeler ve evsizlikle anılan yaşamlarla. Tüm bu süreç küresel kapitalizmin, hem üretim hem de mübadele alanları dâhil olmak üzere, daha geniş sınıf dinamikleri ve paradoksları içerisinde tarihsel açıdan ele alınmalıdır.

Kısacası, ikincil sömürüyü tam olarak kavramak ve kuramsallaştırmak için, para fetişizminin perdesini ancak kapitalizmi bütünüyle ele alarak kaldırabiliriz, Marx’ın “Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’ın münhasır alanı” olarak tanımladığı dolaşım veya meta mübadelesi, yani rant alanında değil (1990: 276).

Analizimin mevcut tartışmalara katkısı, (borçlanma araçları olarak) kira ve faiz biçimindeki dolaylı sömürü yöntemlerinin nasıl hem bir birikim yöntemi hem de eşitlik, özgürlük ve gönüllülük kisvesindeki sınıf ilişkilerini sürdürme stratejisi olduklarına dair daha berrak bir anlayış sunmasındadır.

Artık nüfusun yaratılmasının yönetici sınıfın bilinçli kararları ile şekillenen bir işlevi mi var; yoksa bu durum belirli aktörlerin ve sınıfların amaçlarının ötesinde kendiliğinden ortaya çıkan yapısal bir sonuç mudur? Saha çalışmanıza dayanarak ne söyleyebilirsiniz?

İkisi de değil. Saha çalışmamda göreli artık nüfusun yaratılması konusunu, Marx’ın öne sürdüğü biçimiyle, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumun ve artı değere dayalı meta mübadelesinin yapısal bir özelliği olarak ele alıyorum. Marx’ı takiben, göreli artık nüfus, sermaye birikiminin hem bir sonucu hem de bir gerekliliğidir. Nitekim, tıpkı özel mülkiyet gibi kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır; ancak kapitalizmin tarihsel ve coğrafi olarak belirli alanlarına içkin mücadeleler ve çelişkiler yoluyla sürekli olarak şekillenirler.

Cevabımı iki yönde genişletmek istiyorum.

İlk olarak, bana kalırsa kapitalizm içerisindeki yapılar toplumsal ilişkilerden azade şeyler veya nesneler değiller. Örneğin hukuk bir yapıdır fakat aynı zamanda tarihsel bir toplumsal ilişkidir. Aynı şey para için de geçerli. Artık nüfusun sermayenin ihtiyaçları ile bağıntılı olması, akışkan ve özellikle farklı etnisite ve toplumsal cinsiyetler temelindeki heterojen biçimiyle artık nüfusun sermaye birikiminin dinamiklerine dayalı sürekli değişen bir bileşime sahip olduğunu gösterir. Bu bakımdan, yapılar failden azade değildir; tersine, sürekli olarak meydan okunup, mücadele ve iktidar ilişkileri yoluyla inşa edilmektedir.

İkinci olarak, yukarıda ne özerk bir aktör ne de salt bir sınıf egemenliği aracı olarak ele aldığım kapitalist devlet, çelişkili ve noksan bir biçimde de olsa kapitalizmin sürekli genişlemesini ve toplumsal yeniden üretimini güvence altına almaya çalışan karmaşık ve sürekli değişen bir toplumsal ilişkidir. 

Bu iki noktayı birlikte düşündüğümüzde, artık nüfusun yeniden yaratılması kapitalizmin doğasına içkindir. Bununla birlikte artık nüfusun diğer işçiler karşısında, farklılaştırma ve hiyerarşikleştirme gibi yöntemlerle yönetilme biçimleri, mücadeleye ve kapitalizmin belirli coğrafyalarındaki güç ilişkilerinin tarihsel olarak şekillenmesine bağlı siyasi bir konudur. Bu gerilimin Berlin, Viyana ve Dublin’de gerçekleştirdiğim vaka çalışmalarında daha detaylı bir şekilde açıklık kazandığına inanıyorum.

Kredi öncülüğündeki birikim sürecindeki temel konumlarına rağmen, artan sayıda artık işçinin gözden çıkarılabilir hale getirilmeleri çelişkisine odaklanan güncellenmiş bir konut sorunu ortaya koyuyorsunuz. Ayrıca, Küresel Kuzey’de çoğalan “çadır kentlere” ve yirmi birinci yüzyılın “yoksul evlerine” de ışık tuttunuz. Bu süreçlerin ışığında, belirli bir tür ‘Viktorya dönemi’ kapitalizminin dönüştürülmüş özellikleriyle hortladığını söyleyebilir miyiz?

Viktorya döneminin Dublin’indeki yoksullar için konutlar olan aile merkezleri ile Kuzey Amerika ve Avrupa’nın birçok yerinde son on yılda ortaya çıkan çadır kentler arasında kesinlikle pek çok benzerlik var. 1800’lerin sonlarında Engels, yüksek kiraları, aşırı kalabalığı, işçileri ve küçük burjuvazinin bazı kesimlerini etkileyen konut kıtlığının dışlayıcı özelliklerini Konut Sorunu (1872) adlı genişletilmiş makalelerinde kaydetmişti. Engels’in belirttiği gibi, konut kıtlığı arz ve talep dengesizliğinin bir sonucu değildi. Bu argümana bugün de neoliberal devletlerin çağdaş kapitalizmde çalışan yoksulların zor durumunu meşrulaştırmak için sıklıkla başvurduğunu görüyoruz. Konut kıtlığı, aksine, başından beri kapitalizmin daimi bir özelliği olmuştur. Berlin ve Viyana’daki kiralık konutların tarihsel mahiyeti ile ilgili yazdığım bölümler, kredi öncülüğünde birikimin ve neoliberalizmin ortaya çıkmasından önce de işçiler için –etnik temelde ayrımcılıkta daha çok belirginleşen– bir konut sıkıntısı olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Berlin’de özellikle düşük ücretli, düşük vasıflı işlerdeki iş gücü kıtlığını gidermek için Alman devleti tarafından getirilen Türk işçiler, kentin Neukölln gibi yoksul bölgelerinde, düşük standartlarına rağmen pahalı olan konutlarda oturuyorlardı. Yerli vasıflı işçilere yüksek kaliteli sosyal konut birimlerinin sunulduğu Viyana’da sosyal demokrasinin en parlak döneminde, düşük vasıflı göçmenler pahalı ve düşük standartlara sahip olan kiralık konutlara ve Avusturya’da aşırı sosyal konutlar denilen kötü şöhretli barınaklara mecbur bırakıldı. Bu anlamda, kapitalizmde çalışan yoksulların geçmişteki barınma koşulları ile bugünküler arasında benzerlikler var. Elbette, kitapta da tartıştığım gibi, özellikle de parasal yönetişimin devletler ve kapitalistler, ev sahipleri ve kredi verenler nezdindeki rolleri gibi önemli farklılıklar da var. Örneğin oteller ve pansiyonlar, aşırı sosyal konutların ticarileştirilmiş çağdaş versiyonları olarak önemli bir rol oynarlar. Genellikle bekar annelerin sorumluluğundaki ilk kez evsiz kalan aileler, devletler ve özel para kaynakları, yani kredi verenler tarafından sağlanan sosyal yardımlarla bu yetersiz ‘hayatta kalma yerlerinde’ yaşamaya mecbur bırakılırlar. Ki bu da kredi öncülüğündeki birikimin çağdaş kapitalizmdeki rolünü yansıtır.

Kızıl Viyana ile ilgili tartışmanız, eski devletin kapitalist karakterine ve –olumlu yönleriyle birlikte– konut sektöründe göz ardı edilen dışlanma ve sömürüye ışık tutuyor. Söz konusu model, son zamanlarda neoliberal konut krizine bir çözüm olarak dikkat çekti. Bu tartışma iki soruyu gündeme getiriyor:

Berlin ve Viyana vakalarının açıkça gösterdiği gibi, yerel ve federal hükümetlerin zaten yetersiz olan sosyal yardım önlemleri orantısız bir şekilde yerli, beyaz erkek işçilerin lehine uygulanıyor. Demek ki, sosyal yardım konusu her zaman cinsiyet, ırk, etnik köken ve din gibi etkenler tarafından şekilleniyor. Bu faktörler arasındaki hiyerarşiler ve parçalanmalar ile aşırı borçlanma, tahliyeler ve evsizlik arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Özetle, Kızıl Viyana’yı –burada işçi sınıfı iktidarının inşasının reformist biçimi olarak anlaşılan– sosyal demokrat yönetişimin ve reformizmin sınırlarının bir örneği olarak alabilir miyiz?

Buna yanıt vermeden önce, kapitalizmde sınıfsal, etnik ve ırksal hatlar boyunca dışlanmanın her zaman var olduğunu çok net bir şekilde ifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kitapta, Kızıl Viyana’dan çağdaş döneme kadarki barınma modelini tarihsel olarak sorgulayan iki bölüm bulunuyor. Bu bölümlerden yapılacak bazı temel çıkarımlar, soruna işaret ederek gelecekteki mücadelelere ışık tutabilir. İlk olarak, Viyana’daki yüksek kaliteli sosyal konutlar, kiraların düşük olması ve düzenli bakım görmeleri açısından diğer ülkelerin de uygulaması gereken iyi bir model sunuyor; öte yandan bu konutların inşa amacının, zamanın sermaye birikimi ihtiyaçlarını karşılamak için artık olarak kullanılan ve dolayısıyla siyasi gücü olan yüksek vasıflı Avusturyalı işçileri barındırmak olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu sosyal konut birimleri, Kızıl Frankfurt ve Kızıl Zürih’te olduğu gibi emekçiler, kapitalistler ve Viyana şehir-devleti arasındaki toplumsal bir sözleşmeye dayanıyordu. İkincisi, Viyana’da yaşayan göçmen ve düşük vasıflı işçiler dışlandılar. Nitekim Viyana Belediyesi, Avusturyalı olmayanların bu çok imrenilen sosyal konutlara başvurmalarına ancak 2006 yılında izin verdi. Üçüncüsü, Viyana Belediyesi bu sosyal konut birimlerinde kalan kiracıların borçlarını erteledi, ki kiracıların çoğunluğu orta sınıf Avusturyalılardan oluşuyordu. Düşük gelirli Avusturyalılar ve göçmenler, bu sosyal konut birimlerinden büyük ölçüde dışlanmış durumda.

Çözüm için acilen yapılabilecekler basit: Devletler sosyal konutlar inşa etmeli, (finansal olan ve olmayan) şirketlerden ve zengin kişilerden Kızıl Viyana dönemindekine denk oranlarda vergi alıp bu artı değeri demokratik bir şekilde yeniden dağıtmalı ve tüm işverenler çalışanlarına bütün sosyal ihtiyaçlarını ve geçimlerini sağlayacak bir ücreti sağlamalı.

Açıkladığınız üzere, paradan artı-değerin çekilmesi ikincil veya dolaylı sömürü türlerini kapsıyor. Bu sömürü türleri ise finansallaşmış bir kapitalizme özgüymüş gibi görünüyor ve nispeten ‘soyut’ bir düzlemde gerçekleşiyor. Öyleyse bir ‘soyutlamanın’ karşısında nasıl durulabileceği konusu bir soru işareti oluşturuyor. Yakın zamanda kira grevleri ve kiracılar arasında sendikalaşmaya yönelen hareketler görüyoruz. Bunlar gibi tabana dayalı örgütlenme biçimleri konut sektöründe finansallaşmayı hangi ölçüde geriletebilirler?

Kiralık konut sektöründe finansallaşmanın kavramsal çerçevesini reddetmek, yerinden edilme ve hayatta kalma mücadelelerini etkileyen daha geniş eğilimleri güç ilişkilerini ve çelişkileri görmemizi sağladığından dolayı, iyi bir başlangıç olacaktır. Benim gözlemlediğim kadarıyla bu mücadelelerin çoğu ikincil sömürü momentleri gibi somut soyutlamalarda cisimleşen şiddetle ve bu şiddetin sosyal yardımların ve ücretlerin geçim için yetersizliğinden oluşan birincil sömürüyle olan bağlantısıyla yeterince yakından ilgilenmiyorlar. Örneğin Birleşmiş Milletler Konut Hakkı Özel Raportörü Leilana Fahra konut sektöründeki finansallaşmayla, barınmanın bir meta değil, insan hakkı olduğu itirazını yükselterek mücadele ediyor. Konut hakkı 1966 yılından beri BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yasal güvence altında. Çeşitli ülkeler bu hakkı anayasal bir hak olarak tanımlıyorlar. Bu söylem, konut sorunu etrafında çeşitli siyasal gruplar ve örgütlerin gelişimine katkıda bulunmuş olsa da yalnızca değişim alanına odaklanıyor ve böylelikle konutun her zaman bir meta olageldiğini anlamıyor (sosyal konutlar çok daha düşük maliyetli olsalar da hiçbir zaman ücretsiz olmadılar). Daha önemlisi, bu konutlarda yaşayan insanlar da kirayı karşılamak için emek güçlerini satmak durumunda oldukları için aynı zamanda birer meta halindeler. 

Engels’in söylediği gibi, konut sorununun yoksullara düşük maliyetli evler sağlanması meselesinden çok daha derin kökenleri var. Dublin’de bir konut eylemcisi şöyle diyordu: “Devlet yoksulları yeni evlere yerleştiriyor. Sonra ne olacak?” İzlerini yaygın adıyla Kelt Kaplanı’ndaki ekonomik patlamaya kadar sürebileceğimiz, sosyal konutlarda özelleştirmeyi ve emek piyasasında esnekleşmeyi olağanlaştıran yeni yapılanmalarla sosyal konut sektörü büyük ölçüde özel kiralık konut sektörü haline geldi. Buradaki acı ironi ise yerlerinden edilen kiracıların uzun yıllarca listede bekletildikten sonra tahliye edildikleri bölgeye yeniden yerleştirilmeleri.

Örneğin Berlin’de aralıklarla kira fiyatına üst sınır uygulandı. Yine de 2020 yılında dünyadaki en büyük kira artışı burada yaşandı. En son üst sınır uygulaması ise en yüksek federal mahkeme tarafından anayasaya aykırı ilan edildi.

Çözüm için acilen yapılabilecekler basit: Devletler sosyal konutlar inşa etmeli, (finansal olan ve olmayan) şirketlerden ve zengin kişilerden Kızıl Viyana dönemindekine denk oranlarda vergi alıp bu artı değeri demokratik bir şekilde yeniden dağıtmalı ve tüm işverenler çalışanlarına bütün sosyal ihtiyaçlarını ve geçimlerini sağlayacak bir ücreti sağlamalı. Bütün bunlar çok iyi bir başlangıç noktası ve her biri küresel kapitalizmin tarihi boyunca belli düzeylerde  ve alanlarda hayata geçirildi.

Avrupa Evsizler İle Çalışan Ulusal Örgütler Federasyonu’nun (FEANTSA) son raporuna göre Avrupa’da konut fiyatlarının gelirleri gittikçe geride bıraktığı ve bundan düşük gelirli grupların en ağır şekilde etkilendiği detaylı olarak belgelenmiş bir konut krizi yaşanıyor. Araştırmanın yapıldığı tarihte Avrupa Birliği üyesi olan yirmi sekiz ülkeden yirmi dördünde evsizlik yükseliyordu. herhangi bir geceyi 700 bin insanın evsiz geçirdiği AB’de, bu oran önceki on yıla kıyasla %70 artmış durumda. Bunun da ötesinde, sizin de dikkat çektiğiniz gibi, Avrupa çapında 11 milyonun üzerinde, yani tüm evsizlerin iki katı kadar ev boş duruyor. Buradan yola çıkarak, şehirlerin ve evlerin kimler için olduğunu ve hangi amaçlara hizmet ettiklerini sorgulamak makul mu? 

Önceden belirttiğim gibi, kent yoksullarının büyük çoğunluğunun ikamet ettiği uygun fiyatlı kiralık evlerin yetersizliği kapitalizmin yeni bir özelliği değil. Kapitalizme içkin olan özellik, kitabımda da açıkladığım gibi, birikim dinamikleridir, çünkü hem artık zenginliği hem de artık işçileri üretirler. Ev sahipleri ve kredi verenler gibi finansal aktörlere, konutta finansallaşmayı ele alan birçok çalışmanın yaptığı gibi bir bütün olarak sermaye birikiminde rol oynayan diğer etkinlikleri göz ardı etme pahasına fazla ağırlık vermekten kaçınmak için bunu akılda tutmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Mesela kitabımda ele aldığım Dublin örneğinin bulunduğu İrlanda, 2007-2008 finansal krizinden bu yana Avrupa Birliği’nde görülen en yüksek büyüme oranlarından birine sahip. Aynı zamanda Dublin bölgede ilk defa evsiz kalan aile oranının en hızlı yükseldiği ve en pahalı kiralık evlerin bulunduğu şehirlerden biri. Bu durumu oluşturan koşullar yalnızca yüksek kira oranlarının görüldüğü değişim alanında değil, Dublin’in alamet-i farikası olan kredi öncülüğünde birikim biçiminde bulunuyor. Kurumlar vergisinin %12 olduğu bir vergi cenneti olan İrlanda’nın başkentinde, finansal şirketlerin yanı sıra Google, PayPal, Microsoft, LinkedIn, Amazon ve Facebook gibi bilişim ve iletişim şirketlerinin merkezleri bulunuyor. Dublin’de işçiler yüksek vasıflı ve yüksek ücretliler ile perakende satış, konaklama, temizlik, bakıcılık ve ulaşım alanlarında çalışan düşük vasıflı ve düşük ücretliler olarak ayrılıyor. Kısaca günümüzün kredi öncülüğünde gelişen kapitalizmi artık işçiler, ya da benim deyimimle artık nüfuslar üretirken aynı zamanda yayılmak için bu gözden çıkarılabilir işçilere ihtiyaç duyuyor. Elbette bu durum birtakım çelişkilere gebe. Bunlardan biri de düşük ücretli ve düşük vasıflı işçilerin hem gözden çıkarılabilir olup hem de yaşamsal öneme sahip olmaları. Süregelen Covid-19 pandemisi, ön saflarda iş yerlerini, hastaneleri, evleri temizleyip, meyve-sebze raflarını dolduran, kolilerimizi teslim edip kahvelerimizi yaparak kent yaşamını ayakta tutan işçilerin önemine ışık tuttu. Bir diğer gerilim ise artık nüfusların büyük çoğunluğunun yaşadığı kiralık konutlarda cisimleşiyor. Bu kiralık konutlar ise, yukarıda da dikkat çektiğim gibi, kira maksimizasyonu ve borç yoluyla faiz çekiminin [extraction] gerçekleştiği birikim ve hayatta kalma mekanları haline geliyorlar.

Kitabımda açımladığım neoliberal parasal yönetişim biçimleri yoksulluğun kökeninde yatan nedenleri silikleştirmekle kalmayıp, evsizleri otellere istifleyerek ve Berlin örneğinde görüldüğü gibi evsiz nüfusla ile ilgili resmi veriler toplamayı reddederek yerinden edilenleri görünmez kılıyor.

Kısacası kent, küresel kapitalizmin parçası olarak her zaman sermaye birikiminin toplumsal dinamiklerinin altında yatan sınıf-temelli güçleri ve çatışkıları yansıtıyor. Artan göz kamaştırıcı zenginliğin yanı başında yükselen ve gündelik yaşamları ‘yerinden edilme ve hayatta kalma mücadelesi’ ile özdeşleşen çalışan yoksulların sayısı, spekülasyon, düşük ücretli emek gücü, borç vb. unsurlar üzerine kurulu kredi öncülüğündeki birikimi meşrulaştırıp kolaylaştıran devlet kurumları ve neoliberal parasal yönetişim biçimleriyle birlikte bu maddi koşulların birer dışavurumu.

Kitabınızda, küresel kapitalizmin genel eğilimleri ve çelişkilerinden başlayıp saha çalışmalarınızın özgüllüklerine yakından bakıyor, sonra parasal yönetişimin çeşitli ölçeklerini masaya yatırarak özelden genele geri dönüyorsunuz. Öncelikle merkezi ve (Avrupa Birliği gibi) bölgesel devletlerden başlayarak yukarıdan-aşağıya bir işleyişe sahip olduğu gözlemlenen parasal yönetişim çok yönlü krizlerde baş etme konusunda yerel yönetimlerin seçimlerini kısıtlıyor. Aktardığınıza göre direnişler de (İrlanda’daki gibi) ulusal ölçekte olduğu gibi (Berlin’de görülen) taban örgütlenmesi şeklinde de  gelişmeye başlıyorlar. Size göre finansal sermayenin iktidarına karşı mücadelede en ümit verici yol hangi ölçekten geçiyor?

Bu soruyu cevaplamadan önce daha önceden belirttiğim bir noktayı yeniden vurgulamalıyım. Genellikle alışılmış finansallaşma tanımlarında bulunan sermaye fraksiyonlarına dayalı açıklamalara katılmıyorum; tersine, iktidarı, siyaseti ve çatışmaları genel olarak hem değişim hem de üretim alanlarını içeren sermaye bağlamında mercek altına alıyorum. Sırf kredi öncülüğündeki birikimin para ve krediyle bağlantılı olması yüzünden bu, bir tür kapitalistin diğerleri üzerindeki egemenliği anlamına gelmez. Bu mesele, yani kapitalist devlet anlayışımızda  işlevselcilikten ve fazla politikleştirmeden kaçınma, yalnızca analitik değil aynı zamanda siyasal da bir mesele. Mücadeleler finansal ev sahiplerinden oluşan tek bir kapitalist fraksiyondan ziyade genel olarak kapitalist iktidar ve bu gerçekliği yaratan devlet güçlerini hedef almalı. Şimdi soruyu yanıtlayabilirim.

Mücadeleler her ne kadar en etkili şekilde  yerel ölçekte, yani kentlerde örgütlenebilseler de, erişimlerinin küresel çapta olması gerekiyor. Konut alanında yetkiler birçok yerde yerel yönetim düzeyinde  devredilmiş olsa da, kiracı ve ev sahibi ilişkisini düzenleyen yasalar ulusal ölçekte tanımlanıyor. Bunun bir örneğini Alman federal hükümetinin Berlin’in ev kiralarına  getirdiği üst sınırı kaldırma kararında görebiliriz. Mücadeleler aynı zamanda kentsel yerinden edilmeler ile Avrupa çapında seçilmiş ulusal hükümet mensuplarının uyguladığı parasal yönetişim biçimleri arasında bağ kurarak yerelin ötesine geçmeli. Avro bölgesi ve siyasal ve sınıfsal tarafsızlık kisvesi altında demokratik olmayan bir şekilde yönetilen Avrupa Merkez Bankası, AB genelinde ücretlere aşağıya doğru basınç uygulayan ve işçi haklarını tehdit eden, rekabet adına hayata geçirilmiş birçok yeniden yapılandırmada kilit rol oynadı. Harvey’nin uzun süredir ısrar ettiği gibi, kurumsal ve gelir vergileri ve toplumsal artı değerin demokratik yeniden bölüşümü kent hakkını sağlamak için son derece elzem. Öte yandan bu mücadele alanları kent sınırlarının ötesine taşıyor. Yerel düşün, küresel eyleme geç ama aynı esnada burada söz konusu olan yerinden edilme ve hayatta kalma çabasının kökenlerine inip, başlıca failleri ve altta yatan iktidar mekanizmalarını tanımlamanın gerekliliğini akılda tutarak.

Politik mücadelelerin kapitalizmin adil, eşit ve gönüllü etkileşime dayandığına dair iddiaların ve yüzeysel görünüşlerin gizemini çözmeleri, özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerine dayalı hakim meta üretim ve değişim tarzına etkili bir şekilde karşı çıkmaları için gerekli olmakla birlikte yetersiz bir adım.

Pandemi iki noktayı belirgin hale getirdi. Birincisi, kapitalizmin ihtiyaç yerine kâr amacı gütmesi insanlığı ve doğayı bir krizler döngüsüne sokuyor. İkincisi ise, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ söylemi bir mitten ibaret. Öyleyse, küresel kapitalizmin süregelen krizini göz önünde bulundurduğumuzda, neoliberal düzene karşı direnişin yaratıcı isyanlara dönüşme olasılığıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Covid-19 pandemisinin, maddi ve siyasi gücü elinde tutanların doğaya ve insanlığa uyguladığı şiddeti gözler önüne serdiğine katılıyorum. Kapitalist krizlerin çoğu gibi bu krizin de yol açtığı hoşnutsuzluk, Gramsci’nin zamanında “tek sınıf (orta sınıf) ve tek toplum (genellikle ulus)” olarak tasvir ettiği söyleni zora soktu. Aksine, pandemi yalnızca ülkelerde değil kentlerde de var olan etnik, cinsiyet ve sınıf temelli hiyerarşileri açığa çıkardı.

Fakat buna karşın devletler, pandemiyi hem söylemsel hem de maddi araçlarla aşıya indirgenmiş teknik ve iktisadi bir çerçeveye sıkıştırıp depolitize etmeye çabaladılar. Örneğin iktisat bazlı yaklaşım bakışlarımızı pandeminin büyüme üzerindeki etkisine çevirmemize neden oldu. Büyüme tahminleri ve bu büyümenin hayatımızdaki önemiyle takıntılı tutumlar, pandeminin farklı yönlerinin göz ardı edilmesine neden oluyor; bunların arasında geçmişten bu yana sağlık sistemlerinin içini boşaltan, işçileri hastalık ödeneği gibi her türlü güvenlikten yoksun bırakan, toprağı ve vahşi yaşam alanları ile çevremizi tahrip eden neoliberal politikalar sayılabilir. Elbette aynı zamanda başkan Biden’ın bu yıl açıkladığı, artırılan kurumlar vergisinin yardımıyla karşılanacak olan ve trilyonlarca dolar değerinde ekonomik iyileşmeye yönelik yatırım ve yaşamsal öneme sahip harcamaları öngören altyapı planı gibi değerli ve ilerici politika değişikliklerini de gözlemliyoruz.

Bunun gibi planların tamamen uygulanabileceğini varsayarsak, dikkate almamız gereken iki nokta var. Bunlardan ilki, bu harcamaların emeğin daha örgütlü ve dolayısıyla toplumsal artı-değer pastasından daha büyük bir dilim alabilen güçlü bir konumda olduğu Keynesyen refah devletinin altın çağındaki toplumsal artı-değer bölüşümünün seviyelerine ulaşılamayacağı; ikincisi ise, bu tür parasal desteklerin işçilere daha çok meta elde etmeleri için fazladan bir miktar dolar verip kredi öncülüğünde birikimi desteklerken, bu yöntemlerin ne pandeminin ne de kapitalist coğrafyalar boyunca cinsiyet, etnisite ve sınıf eksenlerindeki eşitsiz etkilerinin ardında yatan nedenlere yönelik bir çözüm sunacağıdır.

Neoliberal devletlerin borç refahı ve yerinden edilmiş hayatta kalma mücadelelerini içeren bireyselleştirme stratejileri, ücretli emekçiler arasındaki dayanışmayı yerle bir etmeyi amaçlıyor. İşçiler, çoğunlukla etnik düzlemde bölünmüş olmalarına rağmen, kapitalistlere emek-güçlerini satarak para kazandıkları noktada birleşiyorlar. Bunu güvencesiz çalışan işçiler, mülteciler, öğrenciler, fabrika işçileri, dijital platformlarda çalışanlar ve uzun vadeli işsizler gibi kesimlerde görmek mümkün. Bu durumda politik mücadelelerin kapitalizmin adil, eşit ve gönüllü etkileşime dayandığına dair iddiaların ve yüzeysel görünüşlerin gizemini çözmeleri, özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerine dayalı hakim meta üretim ve değişim tarzına etkili bir şekilde karşı çıkmaları için gerekli olmakla birlikte yetersiz bir adım. 

Şartlara uygun bir şekilde bu umudu büyütmek günümüz dünyasında mücadelenin büyük bir parçası ve başarının bir bileşeni. Bunun ışığında ben neoliberal düzene, baskın devletlere ve içerdikleri kapitalist ilişkilere karşı direnişlerin değişimi yaratabileceğine dair sıkı inancımı koruyorum. Protestolar ve isyanlar, kapitalist baskı ve sömürünün dışa vurumları kadar çeşitliler. Sorunuzda insanlık ve doğa arasındaki kuvvetli ve yaşamsal bağlardan söz etmekte haklısınız. Bulunduğumuz noktada bu iki mücadeleyi birbirlerinden ayıramayız. Kapitalizmi, çoğu finansallaşma çalışmasının başlatılıp bitirildiği, fetişize edilen değişim alanı (ve para!) ile sınırlı kalmadan bütünsel bir bakışla ele almak üretken bir başlangıç. Bu açıdan ihtiyacımız olan güçlü dayanışma, kapitalist ve devlet stratejileriyle yatay ve dikey olarak kapitalizmin çeşitli alanları boyunca bölünen işçi sınıfı katmanları arasında kurulabilir. Aynı zamanda insanları yalnızca alternatif bakış açıları değil, düzenin fetişleştirilen görünümünün ötesinde nasıl ve kim için çalıştığının bilgisiyle güçlendirmeliyiz.

Üniversite öğrencileri dâhil çok fazla insan iktisattan korkuyor. Bence bu korkuyla doğmadılar. Yine de çoğunluk, faiz oranının temel özellikleri, merkez bankasının rolü, emeklilik maaşının işleyişi, şirketlerin basit anatomisi ve Dünya Ticaret Örgütü gibi konu başlıklarını kavrayabilmek konusunda kendilerini yetersiz hissediyor. Ben gerçekten inanıyorum ki insanlar ‘kötümser bilim’in arz-talep veya piyasa aktörlerinin rasyonel, devletlerden daha yaratıcı ve verimli olduğu gibi basite indirgeyici varsayımlarını daha iyi anladıkça, güncel yaşamlarımızı şekillendiren somut soyutlamalardan daha az korkacak ve yaşamımıza hükmeden sözde tarafsız uzman bilgisinin çoğunlukla sorgulanmayan bu varsayımlarını sorgulamaya başlayacaklardır.

Son olarak eğer neoliberalizmi çürütme fırsatımız olacaksa insanlığın ve doğanın sömürüsüne karşı iş birliklerine ihtiyacımız var. ‘İklim acil durumu’ etrafında birleşen muazzam çeşitlilikteki gruplar ve örgütler, neoliberalizm ve onun kapitalist desteklerine karşı isyan için önemli ve üretken bir odak noktası oluşturuyor. 


Susanne Soederberg kimdir?

Kanada Queen’s Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Küresel Kalkınma Çalışmaları bölümlerinde profesörlük yapan Soederberg, özellikle çalışan yoksulların borçlandırılması ve bunun bir kâr elde etme faaliyeti halini almasının ardındaki dinamikler ile neoliberal devletin parasal yönetişim stratejileri üzerine çalışmalarıyla bilinmektedir. Borç Refahı Devletleri: Para, Disiplin ve Artık Nüfus başlıklı kitabı 2016 yılında Türkçeye çevrilmiştir. Urban Displacements başlıklı yeni kitabı geçtiğimiz aylarda Routledge yayınevi tarafından basılmıştır.


Editorün Notu: Susanne Soederberg ile e-posta üzerinden yazılı olarak gerçekleştirilen bu söyleşi, Onur Acaroğlu, Gizem Sema ve Tahsin Mert Saygın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Söyleşinin özgün hâline buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.


Söyleşide Atıfta Bulunulan Eserler

Aalbers (2016). The Financialization of Housing: A Political Economy Approach. London: Routledge.

Engels (1872). The Housing Question. Şuradan erişilebilir: https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_The_Housing_Question.pdf

Harvey (1999). Limits to Capital. London: Verso.

Harvey (1989). Urban Experience. Baltimore, MY: Johns Hopkins University.

Marx (1990). Capital. Volume 1. London: Penguin.


Neoliberalizm özel dizisi 

-Dizi sunuş metni 
-Neoliberalizm ve Devlet: Pınar Bedirhanoğlu ile Söyleşi [Kübra Altaytaş & Ozan Siso] 
-Neoliberalizm ve Emperyalizm: Intan Suwandi ile Söyleşi [Candaş Ayan & Ulaş Taştekin] 
-Neoliberalizm ve Otoriterleşme: Galip Yalman ile Söyleşi [Kübra Altaytaş & Ozan Siso]
-Neoliberalizm ve Refah: Susanne Soederberg ile Söyleşi [Onur Acaroğlu & Gizem Sema]
-Neoliberalizm ve Mücadele: Sungur Savran ile Söyleşi [Mustafa Çağlar Atmaca & Halil Can İnce]