Post-kolonyal teorik geleneğin modernitenin beraberinde getirdiği ulus ve milliyetçilik kavrayışına dair tespitleri bugün çok sayıda insan tarafından biliniyor. Sömürgecilik döneminde batı-merkezci ideolojiyle örülmüş bir yaklaşım batı dışındaki toplumları bir kadın ya da çocuk olarak resmetmiş, bu zayıf, irrasyonel, duygusal ve pasif canlıların ancak batının kılavuzluğunda düzlüğe çıkabileceğini vazetmiştir. Bu maskülen temsil, daha sonra modern ulus, ulus-devlet ve milliyetçilik kavrayışına da damgasını vurmuş ulus kadınlıkla devlet ise onu müdafaa ve himaye etmekle yükümlü maskülenlikle özdeşleştirilmiştir. Böylece devlet boynuna borç olan bu vazifeyi yerine getirmek üzere seferber edilebilir ve silahlandırılabilir.[1] Elbette bu silahlanmayla kastedilen “Ya herkes silahlı ya herkes silahsız!” diyen kadim komün yasası değil, şiddet tekelinin devlet aygıtı bünyesinde, bir azınlık yararına ve bir azınlığın kontrolünde tutulmasıdır. O yüzden de kimin “Mehmet” olarak niteleneceği, buna nasıl karar verileceği hayli çekişmeli bir meseledir.
Althusser, “Kelimelerle dile gelen ‘fikirler’ sınıf kavgası gerçeğini yansıtır. (…) Bazen bütün sınıf çatışmaları bir kavramın bir başka kavramla savaşı olarak özetlenebilir.”[2] dediğinde aslında kime “Mehmet” (ya da şehit) demek gerektiği üzerindeki bu çekişmeye işaret ediyordu. Elbette bu çekişme ya da çatışma uzay boşluğunda değil de belli bir dünya-tarihsel bağlam içerisinde gerçekleşir. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde son günlerde sosyal medyada dolaşıma giren 2002 yılına ait Tarkan klibi, Dünya’da ama daha çok Türkiye’de sonsuz barış vadeden çok kültürcü paradigmanın altın çağına denk gelirken Kıraç’ın marşı, tıpkı milli marş ıslıklamak gibi, siyasi ve iktisadi kutuplaşmaların arttığı, pandeminin savaş diskuruyla halelendiği, askerî harcamaların her geçen yıl arttığı bir konjonktürde gündeme geliyor. Başka bir ifadeyle, yukarıda özetlenen post-kolonyal eleştiri ortaya çıkalı hayli zaman olmuş, hatta futbolun erkek egemenliği ve milliyetçiliği yeniden üreten işlevi üzerine Türkiye örneği de dahil olmak üzere çeşitli çalışmalar daha 1990’ların başında üretilmiştir.[3] Buna rağmen bu eleştirilerde ele alınan futbol performansını belki de bu tespitlerin yapıldığı dönemden çok daha yakıcı bir biçimde şimdilerde deneyimleyeceğiz. Tıpkı Medeniyetler Çatışması’nın verili durumu betimleme konusunda yazıldığı döneme kıyasla bugün çok daha açıklayıcı olması gibi. Kıraç marşından Dardanel reklamlarına, ay yıldızlı festen maske üzerine iliştirilen bıyığa dek sadece bize has olmayacak zor bir yaz bekliyor bizi.
Bir çıkış mümkün mü?
Artık çiğnenmekten tatsız bir sakıza dönmüş olsa da futbolun bugünkü görünüşü bize “Fado, Fiesta, Futbol” üçlemesini andırıyor. Geçen süre zarfında futbolun başköşeye oturduğu bile düşünülebilir. Galeano, 1986 Dünya Kupası’nı anlatırken bütün futbolcuların maçların “güneşin değdiği yeri kavurduğu” öğle saatlerinde oynanmasına itiraz ettiklerini söyler.[4] Alman Kaleci Harald Schumacher, “Güneş ışınları stada dik olarak düşüyor ve kafamızda parçalanıyor. Gölge bile vermiyoruz.” diyordu. Gerekçe basitti, organizasyonun gerçekleştiği Meksika’da vakit öğleyken Avrupa’da geceydi ve Avrupa televizyonları için en uygun olanı bu saatlerdi. Galeano’ya göre 1986 Dünya Kupası’nı ne FIFA ne Meksika Futbol Federasyonu yönetmişti, kupayı yöneten Televisa’nın asbaşkanı ve aynı zamanda uluslararası bir yayın şirketinin başkanı olan Guillermo Canedo’ydu. Nitekim zamanla bir televizyon stüdyosu olan stadyumun düzeninden oyun kurallarına pek çok ayrıntı futbolu yönetenlerin beklentilerine uygun biçimde dönüştürüldü. Medyanın çok daha ötesine uzanan bu devasa endüstri etrafında futbolcu sağlığını hatırlamak için bazen yığılıp kalmalarını bekleyecek kadar çetin bir rekabet ortamı inşa edildi.
Peki, bu durumdan bir çıkış mümkün mü?
Aslında soru bizi, ‘devrim’in popüler kültürle nasıl ilişkileneceğine dair hep ezberde olan Adorno ile Benjamin arasındaki asırlık tartışmaya götürüyor. Theodor Adorno kültür endüstrisinin vadettikleri konusunda karamsardır; adına ister Holywood sineması deyin ister rap müzik isterse de futbol, popüler kültür uyuşturucudur, narkotiktir ve adeta bir ilaç banyosu gibi emekçi sınıflar açısından yaşadıkları ıstırabı biraz daha katlanılır hâle getirmeye yarar. Bütün bunların farkında olan Benjamin açısından ise en azından buradaki teknik imkânlar, özgürleştirici bir biçimde kullanılabilecek çeşitli potansiyeller içerebilir. Onu Brecht ile radyo programları yapmaya iten de bu potansiyeli realize etme çabasıdır bir yerde.
Elbette, “her şey akar!”; bugün yüz yıl önce olduğumuz yerden epey uzaktayız. Yine de aynı nehirde yıkanamasak bile ‘sıradan insan’ın ayağını nehre nasıl uzatabileceği üzerine kafa yormak futbolun fasit dairesinden çıkmak için ipuçları sunabilir. Althusser, kavramlar üzerine yukarıdaki pasajını, “Belirli kavramlar, (kelimeler) birbirleriyle düşmanlar gibi savaşırlar. Başka kelimeler de belirsizliğin, yarının bilinmeyen savaşlarının hedefidirler.” diyerek bitirir (vurgu orijinal). Şayet futbolun özgürleştirici bir potansiyeli varsa, bunu kullanmak için ‘futbol’un da bu kavramsal savaşın hedefi, futbol deyince anlaşılan şeyin bir mücadelenin konusu hâline gelmesi gerekiyor.
Bertell Ollman benzer bir sorgulamayı basketbol için oldukça keyifli bir şekilde yapıyor ve ‘oyun’un sunduğu ütopyacı momentleri gözeterek oyunu tamamen kaldırma fikrine pek sıcak bakmıyor. Neden daha fazlasını istemeyelim? Çözümün bir yönünü oyunu koruyup toplumu radikal bir şekilde değiştirmek oluşturuyor. Maksat yaşamı takım sporlarındaki kadar ilginç, adil, dayanışmacı ve bir o kadar da eğlenceli hâle getirmekse Ollman işi sosyalizm yerine basketbol terimini kullanmayı önermeye kadar götürür.
Elbette, sosyalizm mücadelesi, başka şeyler yanında bir siyasal iktidar mücadelesidir ve salt oyuna ilişkin araçlara indirgemek ham hayalcilik olur. Egemen Foucault okumalarını mahcup edercesine, Foucault açısından (bile), “İktidar ilişkilerinin bulunmadığı bir toplum ancak soyutlamada var olabilir”, yine de “iktidar ilişkilerinin ve iktidar ilişkileri ile özgürlüğün inadı arasındaki ‘çekişme’nin analizi, geliştirilmesi ve sorgulanması sürüp giden bir siyasi görev oluşturur.”[5] Futbol endüstrisinin ataerkil ve ırkçı bir içerik taşıyan ideolojik işlevini tespit ederken futbola çekişmeli başka anlamlar yüklemenin bir yolu da onun kitlesel icrasını savunmaktan geçiyor olabilir.
Tıpkı eğitim hakkı, sağlık hakkı gibi, spor yapabilme hakkını, amatör icralarını, çok daha fazla kişiye ulaşmasını savunmak, bunu bir siyasi mücadelenin (ve dayanışmanın) konusu hâline getirmek belki de hem oyun için hem de devrim için yapılabilecek iyi işlerden bir tanesi olsa gerek. Çok sayıda çocuk, genç, kadın ve emekçi bu tip imkânlara erişimi olmadan büyüyor ve yaşıyor. Bizi sadece pasif tüketicilere indirgeyen mevcut spor endüstrisinin ötesinde her birimizin aktif birer özneye dönüşebileceği, hemen yanı başımızda erişilmeyi bekleyen yaygın bir amatör spor ağı bir potansiyel olarak bizi bekliyor.[6] Toplumu hemen yanı başımızdan başlayarak kurma uğraşı, yukarıda anılan siyasal iktidar mücadelesinin sadece bir bölümünü -ancak genellikle ihmal edilen bir bölümünü- oluştursa da oyunla ve oyun dolayımıyla toplumla sahici bir ilişki kurabilmenin önemli bir aracını oluşturuyor. Tabana yayılmış (grassroots) spor imkânlarını arttırmanın, oyundaki beceri ekosistemine ve yeni toplumun inşasına sağlayacağı katkıyı göz ardı etmemekte fayda var.
Ollman’dan ilhamla bitirirsek, Alpay Özalan ve Emre Belözoğlu’ndan başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok, “tadını çıkarmaya değer bir oyun -ve bir dünya- var kazanacak.”
[1] Nivi Manchanda & Leah de Haan. (2018). Gender, Nation, and Nationalism. Race, Gender, and Culture in International Relations – Postcolonial Perspectives içinde.
[2] Louis Althusser. (2004). Lenin ve Felsefe. s.29-30.
[3] Örneğin Yaşasın Futbol – Galatasaray’ın Avrupa’yı Fethi (Necmi Erdoğan, 1993); ‘Dur Tarih, Vur Türkiye’ (Necmi Erdoğan & Tanıl Bora, 1993)
[4] Eduardo Galeano. Gölgede ve Güneşte Futbol.
[5] Michel Foucault. (2000). Özne ve İktidar. Ayrıntı Yayınları. s.77
[6] Karş. Dr. Hikmet Kıvılcımlı. Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı (1954, s. 37). ve Oportünizm Nedir? (1970, s.52).