/

Neoliberalizm ve Mücadele: Sungur Savran ile Söyleşi

'Neoliberalizm özel dizisi'nin beşinci ve son söyleşisinde konuğumuz Sungur Savran ile 'Arap Baharı'ndan Gezi'ye, 2008 krizinden küresel otoriterleşme dalgasına, pandemiden 'kapitalizmin geleceği' tartışmalarına uzanan bir dizi başlıkta neoliberalizmi ve ona karşı verilen mücadeleleri konuştuk.

Gezi Direnişi sırasında kurulmuş bir barikat, direnişçilerini bekliyor. Fotoğraf: Kürşad Bayhan

Toplumsal sınıfları merkezine alan bir yaklaşımdan hareketle düşündüğümüzde neoliberalizmi nasıl anlamalıyız?

Neoliberalizm, şimdilerde Fransa’da gelişen teorik bir ekolün de kısmî etkisiyle,[1] ama aynı zamanda yaygın bir popüler yaklaşımla, sanki bir “sistem” imiş gibi tartışılıyor. Neoliberalizm bir sistem değil; burjuvazinin, kendisini 1970’lerde içinde bulduğu çok zor, çelişkili duruma dünya çapında getirdiği bir cevaptır. Sistem olan kapitalizm. Neoliberalizm bugün taarruz altına girince insanlar, ‘‘neoliberalizme karşı isyan var’’ diyorlar. Halbuki mücadele esasen kapitalizme ve neoliberalizm denen yoksullaştırma ve bedel ödetme stratejisinin mucidi ve uygulayıcısı olan burjuvaziye karşı verilmektedir. Bazı sol aydınlar da sanki kasıtlı olarak, kapitalizmi sakınmak için gibi, her mücadeleyi “neoliberalizme karşı” olarak sınıflandırmakta ve böylece sınırlamaktadırlar. Bu tür düşünceler, şu an içinde bulunduğumuz dünya çapındaki ideolojik iklimin bu belirli alana yansımasıdır, geleceğimizi kapitalizmin alternatifleri arasında bir seçenek olarak görmeye itmektedir. Oysa buna mecbur değiliz!

Şimdi arka plana gelelim. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya çapındaki dengeler, Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin etkisinin genişlemesi, Asya’da ise yeni işçi devletlerinin ortaya çıkması sonucunda kapitalizm bir öz savunma konumuna geçti. İşçi sınıfına sosyalist ülkelerde verilmiş olan hakların karşısında sınıfı ezmek çok zordu, komünist ülkelere doğru bir eğilim her an ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden de Batı Avrupa’da daha güçlü bir şekilde, tehlikenin daha az olduğu Amerika’da ise daha zayıf bir biçimde “refah devleti” adında –ki fena halde ideolojik bir terimdir, burjuvazinin terimidir– sosyal hizmetlerin önemli bir bölümünün metasızlaştırılarak devlet tarafından devralındığı bir sistem kuruldu. Bunun yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkılmış bir dünya ekonomisini ayağa kaldırmak amacıyla sermayenin yeniden büyük bir inşa atağıyla geçen bu hızlı sermaye birikimi dönemi, yedek sanayi ordusunu zayıflattı. Böyle olduğu ölçüde de işçi hareketleri daha güçlü hale geldi. İşçi sınıfının “refah devleti” olarak anılan sosyal hizmetlerinin üstüne bir de güçlü sendika hareketi ve mücadele kapasitesi oluştu. Bir yandan bunlar yaşanırken bir yandan da sermayenin, kendi gelişme dinamiği içerisinde, kâr oranlarının eğilimli düşüşü sonucunda, 1970’li yıllara doğru çok ciddi bir krizin ilk belirtileri ortaya çıktı. Sermayenin dünya çapındaki krizi, Sovyetler’in, Çin’in ve Doğu Avrupa’nın dünya çapında yarattığı denge sonucunda oluşmuş bir işçi sınıfı gücüyle birleşince çözümden ziyade çözümsüzlük doğdu. Uluslararası burjuvazinin 1970’ler boyunca kendi içinde yaptığı ciddi tartışmanın ürünü olarak, Thatcher, Reagan uygulamaları ve daha sonra bu dalganın dünyaya yayılması doğrudan doğruya işte bu krize yönelikti. Dolayısıyla, neoliberalizm esasen bir kriz çözme stratejisiydi. Burjuvazinin üste çıkma, hâkim olma ve krizin maliyetini dünya çapında, önce işçi sınıfına ama aynı zamanda diğer emekçi kitlelere, tabii ki köylülüğe ödetme stratejisiydi.

Burada vurgulanması gereken iki nokta var. İlki şu: Komünizmin bir potansiyel olarak var olduğu bir dünya, bir olasılık, bir açılım düşünülmeden kapitalizmin gelişmesini açıklamak mümkün değildir. Son dönem Marksistleri maalesef kapitalizmi tamamen kendi içine kapatıp, onun kendi iç dinamikleri aracılığıyla nereye gidebileceğini tartışıyorlar. Komünist bir geleceği düşünmeden yapıyorlar bunu. Ben bunu reddediyorum. İçinde yaşadığımız dünya durumu, tam bir barbarlık ile sosyalizm arasında bir seçim yapmaktan başka bir seçenek vadetmiyor. Vurgulanması gereken ikinci nokta ise şu: Dünya solunun, yani işçi sınıfının ve başka ezilen grupların siyasi güçlerinin genel durumunun nasıl değişmiş olduğunu konuşmadan bugünün dünyasını da konuşamayız. Sosyalist hareketin kendisi, bugün yirminci yüzyılın büyük bölümünde olduğundan çok farklı bir yerde. Önce bu değişimi anlamak gerekir.

Son kırk yılda güçlenen, toplumsal değişim-dönüşüm dinamiğini sınıflardan ziyade kimlik, gündelik hayat vb. yerlerde arayan yeni toplumsal hareketleri nasıl değerlendirirsiniz? Sol ve sınıf siyaseti bu hareketlerle bağını nasıl kurmalı?

Solun entelektüelleri arasında yapılan tartışmalarda ortaya atılan yeni teorilerin; diyelim 1980’li yıllarda Alain Touraine, Stuart Hall gibi isimlerin çok önemli olduğunu, genç aydınları belirli fikirler etrafında hareket etmeye hazırladığını, onların da aktarma kayışı olarak siyasi harekete ve giderek sendikal hareket ve toplumsal kitle hareketlerine bu fikirleri aktardığını yadsımıyorum. Öte yandan, fikrî hareketlerin arkasında maddi gelişmelerin, siyasi mücadelelerin yattığını da vurgulamak gerekiyor. Metodolojik bir fark var burada: O fikirlerin neden ortaya atıldığı ve o fikirlerin kimlerin çıkarlarına hitap ettiği tartışılmıyor.

Şu anda solun önündeki en büyük sorun sınıf politikasıyla postmodern kimlik politikası arasındaki yarılmadır, farklı mücadelelerin birbirinden kopmuş olmasıdır. Marksizmin, özellikle Leninist versiyonunda, bütün ezilenlerin mücadelesi her zaman çok önemli olmuştur. Lenin’in Ne Yapmalı?’sı aslında işçi sınıfının kendi sorunlarına kapanmak yerine –korporatizm der buna Lenin– bütün toplumun, ezilenlerin çıkarlarına hitap etmesinin esas görevi olduğunu anlatır. Lenin’in uluslar politikasını bilmeyen yoktur. Buna başkalarını ekleyelim hemen: Köylülüğün sorunlarını ilk günden itibaren hiç gündeminden düşürmemiştir; Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik önderlik o geri toplumda, mesela İsviçre’de ancak 1973’te elde edilen kadınlara oy hakkını derhal vermiştir… Bütün ezilenlerin, ezilen ulusların, ezilen cins olan kadınların hakları adına çok ileri hamleler bunlar. Ekim Devrimi sadece işçi sınıfının bir kurtuluş atağı değildir, aynı zamanda diğer ezilenlerin de büyük kurtuluş şafağıdır.

Biz “işçi sınıf politikası” veya “sınıfın hegemonik politikası” dediğimizde korporatist, sendikalist politikayı değil, burjuvazinin elinden iktidarı alabilmek için ezilen sınıf ve katmanları, sınıf dışı grupları da işçi sınıfının etrafında toplamayı kastediyoruz. Burada esas mesele, toplumsal güçlerin burjuva devletinin dayanakları olmaktan çıkarılıp işçi sınıfının yanında güçler haline getirilmesidir. Leninist parti görüşü çerçevesinde ele alındığı zaman bu sorunlar hep Marksizmin gündeminde olmuştur. Dolayısıyla, ister ezilen uluslar olsun ister ezilen dinsel gruplar olsun, bütün bu grupların ezilmesine karşı mücadele işçi sınıfının gündeminde olmalıdır ama uygun politik yöntemlerle. Hiç kuşku yok bunda. Bununla birlikte Marksizmin, bu hareketlerin düzenin içinde ve yanında yer almasına karşı da mücadele etmesi gerekir. Yani mesele, işçi sınıfı mücadelesiyle bu mücadelelerin ilişkilenme tarzıdır.

Anlaşılsın diye şöyle çok yalın bir şey söyleyeceğim: 1968’den itibaren biz, küçük burjuvazinin proletaryadan ayrılma sürecini yaşadık. Bu süreç, 1980’li yıllarda postmodernizmin adım adım güçlenmesiyle daha sağlam bir hale geldi. İşçi devletlerinin yani Sovyetlerin, Doğu Avrupa’nın, Çin’in içten içe kapitalist restorasyon dolayısıyla ortadan kalktığı sürecin sonunda işçi sınıfı hareketi tam anlamıyla büyük bir darbe yiyince bu süreç iyice billurlaştı. Çünkü işçi sınıfı hareketi ve sosyalizm zayıflamıştı. O çöküşten sonra sosyalist sol ve sendikalar çok ciddi bir güç kaybına uğrayınca, Komünist Manifesto’nun yazılmasından bu yana dünya çapında komünizm, tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar ideolojik itibar bakımından zayıf bir duruma düştü. Faşizmin on yıllık Avrupa hakimiyeti döneminde bile Marksizmin çok ciddi bir prestiji vardı işçi sınıfı içerisinde. Bugün bu prestiji kaybolmuştur Marksizmin. Bu sebeple çok özel bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının devrimci siyasi hareketinin en zayıf dönemi diyebiliriz buna. Tüm bu gerilemeler aslında Sovyetler Birliği’nde başlayan ve sosyalizmin genel gelişmesi içinde iyice kristalize olan ağır bürokratikleşmenin sosyalizmin geleceğini karartmasının ve bunun da işçi sınıfı partilerine yansımasının sonucudur. Komünizm bir çekim merkezi olma kapasitesini yitirdi. Küçük burjuvazi burada artık bir şey bulamamaya başladı. Yani esas olarak maddi hayatta bir değişme yaşandı ve bunun sonucunda küçük burjuvazinin çeşitli katmanları, en başta entelektüeller, kendi sorunlarına dönmeye başladılar. Siyasi hareket ve dünya çapındaki dengeler dolayısıyla işçi sınıfı çekim merkezi olmaktan çıktı. Bugün yapılması gereken bu yarılmayı onarmak, tedavi etmek; yarayı ortadan kaldırmak ve işçi sınıfının bu hareketlerin mücadele hattının merkezinde yer almasını sağlamaktır.

Komünizmin bir potansiyel olarak var olduğu bir dünya, bir olasılık, bir açılım düşünülmeden kapitalizmin gelişmesini açıklamak mümkün değildir. Son dönem Marksistleri maalesef kapitalizmi tamamen kendi içine kapatıp, onun kendi iç dinamikleri aracılığıyla nereye gidebileceğini tartışıyorlar. Komünist bir geleceği düşünmeden yapıyorlar bunu. Ben bunu reddediyorum.

Yani kimlik hareketleri tümüyle işçi sınıfına tabi olsun mu diyorsunuz?

Somut öneri bu değil elbette. Böyle bir çağrının karşılık bulamayacağı da çok açık. Mesele şudur: Leninist hegemonya kavramı, Gramsci’nin de daha sonra devralacağı gibi, bir dayatma anlamına gelmez. İşçi sınıfının Leninist anlamda hegemonya politikasını, savunduğu politikalarla diğer katmanları kendisine cezbeden bir politika olarak anlamak gerekiyor. “Bunu nasıl becerebiliriz?” sorusunu cevaplarken mutlaka bir şeyi akılda tutmak gerek: Biraz önce sözünü ettiğim prestij kaybı ve çöküş sonucunda sosyalistlerin kendileri de kimlik politikasına teslim oldu, işçi sınıfına sırt çevirdi. Avrupa’nın eski komünist partilerinin devamı olan partiler yalnızca sosyal demokratlaşmakla kalmadılar, aynı zamanda sadece ve sadece ekoloji ve kimlik politikaları ile uğraşır hale geldiler. İşçi sınıfı, sosyalistler tarafından terk edildi. Bugün sosyalistlerin yüzünü işçi sınıfına dönmesi, en klasik işçi sınıfı örgütlenmesini yapması, sınıfın içinde mücadele ederek, onun bir adım önünde yürüyerek onları sosyalizme adım adım kazanması, bugün faşist ve dinci sağa verdikleri desteğin çözülmesini sağlaması ve işçi sınıfını tekrar 1960-1970’lerde olduğu gibi sola çekmesi öncelikle atılması gereken adımlardır. Bir kez bu güç oluşmaya başladığı zaman, başka ülkelerde de sosyalizm işçi sınıfını yeniden bir güç olarak ayağa kaldırabilirse, o zaman bu hareketlere de bir çekicilik yaratacaktır. İşçi sınıfı içinde sosyalistler çalışmadıkça sosyalistlerin işçi sınıfının gücünü masaya getirme ve bir program sunma olanağı yok. Leninist bir politikayla birlikte diğer ezilen katmanları ve kimlik hareketlerine kapılmış olan grupları yeniden sosyalizmin yanına çekmeden bu işi yapmak mümkün değil, onun için de güç gerekiyor.

Öte yandan, son birkaç on yıldır, işçi sınıfının toplumsal bir özne olarak önemini yitirdiği de iddia ediliyor. Sınıfın maddi temellerinin değiştiğini öne süren bu argümanlara dair neler söylersiniz?

Sosyalizmin gücünün azalmasında hem yirminci yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin yaşadığı çöküntünün rol oynadığını, hem de sosyalist hareketlerin tüm dünyada bu sürece giden yolda yaşanan bürokratikleşme dolayısıyla umut vadeden bir konumdan çıkmış olduklarını ısrarla vurguladım. Fakat işçi sınıfının siyasi hareketinin zayıflamasına dair genellikle Marksizme karşı, ama aynı zamanda Marksizmin içinden, işçi sınıfının tarihî önemini yitirmesine ilişkin bir dizi maddi, ekonomik argüman daha gösteriliyor. Tabii bu argümanları ayrıntısıyla ele almak gerekir ama burada mutlaka tartışılması gereken birkaç argüman var.

Bu argümanların ilki, sanayi işçi sınıfının sayıca giderek azalırken hizmetlerin giderek önem kazandığı, oysa Marksistlerin sosyalizmin temeli olarak hep sanayi işçi sınıfına güveniyor olduğu iddiasıdır. Şurası doğrudur: Dünyada iş bölümü değişti. Mesela, siz Suwandi ile yaptığınız görüşmede, meta zincirleri olarak adlandırılan yeni üretim düzeniyle ilişkili olarak iş bölümünün önemli istisnalar dışında ciddi olarak değişmiş olduğunu konuşmuşsunuz. Dünya çapında iş bölümündeki değişime paralel olarak sanayi işçi sınıfının önemli bir bölümü Brezilya’ya, Meksika’ya, Türkiye’ye kaydı; adım adım Hindistan’a kayıyor. Aynı zamanda, sosyalist inşa deneyimi yaşamış ülkelerin devasa sanayileşme atılımından sonra bugün geriye kalan kapitalistleşmiş ülkelerde, özellikle Çin’de son dönemde de iyice gelişen bir sanayi proletaryası var. Dolayısıyla, sanayi proletaryasının ortadan kalkması dünya çapında bakıldığında tam anlamıyla bir efsanedir. Batı Avrupalı Marksistlerin kendi ülkelerinin somut sorunlarıyla ilgilenmeleri meşrudur, fakat bunu genel bir kapitalizm yasası gibi göstermeleri son derece gayrimeşrudur. Kendi toplumları sanayi sonrasına geçiyor gibi olabilir ama dünya çapında böyle bir şey olduğunu söylemek için hiçbir neden yok.

İşçi sınıfının önemini yitirdiğine ilişkin ikinci bir argüman, ‘‘maddi olmayan emek’’ kavramsallaştırması ile de tartışılan, emek süreçlerinin ve yeni teknolojilerin gelişmesiyle birlikte hem Marksist değer ve artı değer teorisinin geçerliliğini yitirdiği hem de insanların bu nedenle artık proleter olmadığı iddiasıdır. Bu son derece yanlış bir iddia çünkü Marx’ın değer teorisi, kendisinin de söylediği üzere, hizmetleri de kapsar. Maddi olan ve maddi olmayan emek tartışması ancak belirli bir yelpaze üzerinden yapılabilir. Eğer bugün büyük teknoloji şirketleri dünyanın en büyük şirketleri haline gelmişse, kendilerine bağlı ücretli işçiler çalıştırıyorlarsa bunlara işçi dememek mümkün değildir. Ücretli olarak o şirketlerde çalışan yazılımcılar, proletaryanın çok üst, iyi ücretler alan katmanlarıdır. Başka yerlerde de olduğu gibi çok eğitimli ve vasıflı proleterler, giderek yönetici konumunda da olabilirler, bu nedenle sınıf konumları da çelişik olabilir. Dolayısıyla, maddi olmayan emek tartışması bence sahte bir tartışmadır ve işçi sınıfının varlığına hiçbir şekilde etki yapmaz.[2]

Sınıf tartışmalarında üçüncü bir argüman, işçi sınıfının var olduğunu söylemekle birlikte onun yaşadığı parçalanma ve bölünme nedeniyle artık mücadelenin öznesi olamayacağını öne sürüyor. Bu da işçi sınıfının devamlı olarak büyük mücadeleler vermesinden dolayı son on yılda bile tekrar tekrar yanlışlanmış bir yaklaşım. Sınıf temelli toplumsal mücadeleler, dünyanın çok çeşitli yerlerinde hâlâ devam ediyor. Sınıfın örgütsüz hale gelmiş olması aniden büyük patlamalarla halk isyanları ve devrimlerin olmayacağı anlamına gelmiyor. Kaldı ki örgütsüzlüğün tek nedeni esneklik, yalın üretim diye bilinen meseleler de değil.[3] Buradan hareketle proletaryanın yerine prekarya adı altında, sanki başka bir sınıf varmış gibi davranılmasının da son derece yanlış olduğu kanaatindeyim. Çünkü aynı literatürün içinde de sözü edildiği gibi, aslında en örgütlü ve düzenli istihdama sahip işçi sınıfı bile artık güvencesiz hale geldi. Yani sınıfın tamamına yayılan bir durumdan bahsediyoruz. Güvencesiz bir proletaryadan bahsetmek yerine sanki başka bir sınıf bunun yerini alıyormuş gibi konuşmanın hiçbir gereği yok. On dokuzuncu yüzyılda proletarya zaten bu durumdaydı. Örgütsüz veya bölünmüş işçi sınıfının işçi sınıfı olmadığına veya mücadele edemeyeceğine dair teorilerin hiçbir geçerliliği olmadığı kanaatindeyim.

Önümüzde bir seçim var: Ya o barbarlıkları yeniden yaşayacağız ve belki onların temelinde kapitalizm kendini yeniden düzenleyecek, belki insanlık yeryüzündeki bütün canlı varlıkları yok ederken kendisi de ortadan kalkacak, ya da alternatif olarak sosyalizm olacak. Bugünkü kapitalizmin krizini yine yalnızca kapitalist alternatifler üzerinden tartışmak gerçekten ne olduğunu tam olarak kavrayamamak anlamına geliyor.

Sizin de Üçüncü Büyük Bunalım adını verdiğiniz 2008 küresel finansal krizi, tüm bu konuştuklarımız açısından nasıl bir kırılma yarattı?

Neoliberalizmin dünyaya yayılması süreci, beraberinde onunla akraba olan yeni bir kavramı da gündemimize soktu: Küreselleşme. SSCB’nin, Çin’in ve Doğu Avrupa’nın alternatif bir odak olarak dünya sisteminde var olmasının getirdiği engellerin ortadan kalkması sonucunda neoliberalizmin sınıf taarruzunun dünya çapına yayılması, küreselleşme argümanı ile desteklendi. Bu, kendi başına tarihi bir dönemmiş gibi sunulmaya çalışıldı. Oysa küreselleşme bir efsanedir, içi boş bir teoriye dayanır. Ulus devletin ekonomik anlamını yitirerek ortadan kalktığı, küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu gibi argümanları kendine temel alan bu efsane, 2008 krizi ile birlikte çöpe atıldı. Trump, ulus devletin tarihe geri gelişinin çarpıcı bir örneğidir. Başka bir örneğe gerek bile yok.

Öte yandan, küreselleşmenin “kaçınılmaz” olduğu iddialarına karşın 2008’den bu yana burjuva literatüründe ‘‘de-globalizasyon’’ olarak anılan, benim esnek bir biçimde ‘‘küresizleşme’’ olarak çevirdiğim, bir süreç yaşanıyor. Küreselleşme bir efsaneydi, fakat küreselcilik (globalizm) diye bir şey gerçekten vardı: Gümrük duvarları, finansal hareketlilik kısıtları gibi sermayenin önündeki bütün engellerin adım adım sökülmesi süreci. Buna karşılık işgücünün önündeki engellerin tek bir tanesi dahi sökülmüyordu, çünkü düzensiz göçün sağladığı iş gücü, sermaye için çok daha avantajlıydı. Küreselleşme ideolojisinin özünde de zaten bu vardı: Dünya çapında yedek sanayi ordusunu genişletmek, bütün işçi sınıflarını sermayenin sömürebileceği entegre bir havuz haline getirerek sınıfları birbirleriyle yarıştırmak, gelişmiş ülkelerin güçlü sendikal ve sosyal devlet korumasına sahip işçi sınıfının haklarını yerle bir etmek.

Hem neoliberalizm ve küreselciliğin sermayeye getirdiği kazanımlar hem de eski işçi devletlerinin göreli korunaklı durumlarının ortadan kalkıp o ülkelerin proletaryalarının dünya çapında sömürülen proletaryanın parçası haline gelmesi elbette sermaye için büyük kazanımlardı. Bu avantajlara rağmen, kapitalizm 2008’de devasa bir krizle birlikte tam bir depresyon içine girdi. Ben buna Üçüncü Büyük Depresyon diyorum çünkü depresyon, kapitalizm tarihinde çok özel bir bunalım kategorisi. Şimdiye dek yalnızca üç defa oldu: 1873-1896 arasına yerleştirilen Uzun Depresyon; 1929 borsa çöküşüyle başlayan Büyük Depresyon; ve şimdi, 2008’den beri söylediğimiz gibi -burjuva iktisatçılarının bir bölümü de dâhil olmak üzere gittikçe artan sayıda iktisatçı da artık buna katılıyor- bugün yaşanan Üçüncü Büyük Depresyon. Bu tür depresyonları diğer bunalımlardan ayıran iki temel özellik var. Bunlardan ilki, kapitalizmin bir çöküş çağına girmiş olduğu gerçeğinin yalın bir ifadesi oldukları için toparlanmanın mümkün olmamasıdır. Toparlanma, üretici güçlerin toplumsallaşması dolayısıyla dünya çapında merkezi planlama gerektirir, fakat bu özel mülkiyet dolayısıyla gerçekleşemiyor. İkincisi, o kadar büyük bir kriz ki sadece ekonomik tedbirlerle ortadan kaldırılamıyor. Her depresyondan çıkış için ciddi politik, ideolojik, askerî altüst oluşlar gerekiyor. Bu yüzden de depresyonun sonucu tamamen siyasi sınıf mücadelelerine bağımlı hale geliyor. Uzun Depresyondan kapitalizm, emperyalizmle çıktı. Büyük Depresyondan Nazizm’le, faşizmle ve en az altmış milyon insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı’yla çıktı. Şimdi de aynı durumdayız. Önümüzde bir seçim var: Ya o barbarlıkları yeniden yaşayacağız ve belki onların temelinde kapitalizm kendini yeniden düzenleyecek, belki insanlık yeryüzündeki bütün canlı varlıkları yok ederken kendisi de ortadan kalkacak, ya da alternatif olarak sosyalizm olacak. Bugünkü kapitalizmin krizini yine yalnızca kapitalist alternatifler üzerinden tartışmak gerçekten ne olduğunu tam olarak kavrayamamak anlamına geliyor.[4]

Lenin, başka bir bağlamda, ‘‘hakikate bir şimşek gibi muazzam bir ışık tuttu’’ diyordu. 6 Ocak odur işte. 6 Ocak’ta uyanmayan, yani emperyalizmin kalbi Amerika’da ve Avrupa’da faşist bir tehlike olduğunu görmeyen bundan sonrasını götüremez.

İşaret ettiğiniz bu küresel denklem içerisinde bir otoriterleşme, bir faşizm dalgası da çoktandır baş gösteriyor. Bu küresel gidişatı nasıl değerlendirmek gerekir?

Bugün yaşanan bir dizi hareket daha önce yaşanan otoriter eğilimlerden nitel olarak farklıdır. Büyük Depresyon, otoriterleşme eğilimlerinin, güçlü devlete yönelişin bir sıçramayla başka bir düzeye gelmesine yol açmıştır. Bugün ortaya çıkan eğilim faşizmdir. Bolsonaro’dan Duterte’ye, Trump’dan Modi’ye, Erdoğan’dan Putin’e, Güney’den Kuzey’e küresel bir ‘otoriterleşme’ dalgası ile karşı karşıyayız, bu doğru. Yine de bunların arasında bir ayrım yapmak gerekir. Benzer yanları yok değil, çok var. 1930’larda da Nazizm’le, faşizmle beraber bir dizi rejim Avrupa’da faşizmin yanında yer aldı ama aslında kendileri faşist değillerdi. Franko bile gerçek anlamıyla faşist değildi. Faşizm zaman zaman küfür gibi de kullanılıyor. Ben ise onu bilimsel, Marksist bir kavram olarak kullanıyorum. Buradan hareketle, mesela Orbán, Erdoğan veya Polonya’daki PiS iktidarı faşist midir, değil midir? Bence değildir ama ben bundan ziyade sonuçlarının hepsinden daha ağır olacağı, çok önemli birkaç odağa dikkatinizi çekmek istiyorum: Marine Le Pen’in bugün başka bir ad taşıyan Ulusal Cephe’si, Salvini’nin Lega’sı, Almanya’da Almanya için Alternatif, İspanya’da Vox, İngiltere’de Nigel Farage’ın Birleşik Krallık Bağımsızlığı Partisi… Tüm bunlar ve küçük ülkelerde daha da sert olan hareketler bir ailedir ve faşizmi bir öz olarak taşımaktadırlar. Aynı şey Trump için de geçerlidir. Bu hareketlerin “popülizm” terimiyle açıklanmasını doğru bulmuyorum. “Popülizm yoktur” demiyorum ama bu anlamıyla içi boşaltılmış bir terim olduğu kanaatindeyim. Hele bir de işin içine “sol popülizm” sokulduğu zaman tamamen gerici tınılar taşıyor çünkü halkın çıkarlarını savunan bir yönelişe “popülist” demiş oluyor aynı yazarlar.

Bu faşizm dalgası, iki sınıf içindeki iki farklı dinamiğin ürünü. Bunlardan bir tanesi, dünya burjuvazisinin 2008 sonrasında girdiği yeni yöneliştir. Çarpıcı olsun diye size şunu söylemek istiyorum: Bugün 1970’leri yaşıyoruz. Daha doğrusu, 2008’den 2016’ya kadar yaşadık 1970’leri. 1974-75’te patlak veren petrol krizinden 1979’a kadar burjuvazi harıl harıl tartıştı. Şimdi de benzer bir tartışmaya yeniden tanık oluyoruz. Burjuvazinin içinde büyük bir anlaşmazlık var ve bu sefer anlaşmazlık bir tarafın diğer tarafın burnunu sürte sürte kendi görüşlerini kabul ettirmesiyle, çok zor ortadan kalkacak.

Meseleyi çok yalın ifade edeyim: Neoliberalizm ve globalizm, kapitalizmin tarihî gerileme çağı içinde düştüğü üçüncü büyük krizi piyasa yöntemleriyle ve dünya çapında çözmeye çabaladı. 2008’de yaşanan büyük finansal kriz, işte bu çabanın çöküşüdür. Bunun karşısında burjuvazinin bazı kesimleri ulusal çapta kendilerini kurtarmaya soyundular. Trump’ın MAGA (Make America Great Again) politikasının temelinde, Amerika’nın kendini kurtararak dünyayı kurtarması var. Trump’ın dünya çapında globalist politikalara karşı çıkmasının nedeni de bu. Solun bunu anlaması nedense yıllarını aldı. Anti-globalist bir burjuvazinin varlığı bugün açık açık konuşuluyor. Anti-neoliberal demedim, dikkatinizi çekerim. Bu, içten içe bir süreç olarak yaşanmakta olan küresizleşme (de-globalization) projesine paralel gidiyor. Son dönemde dış ticarete ilişkin dünya çapında yapılan değişikliklerin yüzde 75’i korumacılık yönünde. Kısmen ticareti açan yüzde 25 var.[5] Oysa son üç on yıldır, yani neoliberalizmin ve küreselciliğin yükseldiği dönemin amentüsü, dünya piyasasını tamamen serbestleştirmekti. Bu, hercai bir hayal olmadığı gibi milliyetçi politikalarla daha da artacak. Bu süreç artık gözle görülür şekilde yaşanıyor. Trump’tan doğmadı, o bir semptom ve süreci ileri doğru çeken bir atılım. Kapitalizm artık sorunlarını çözemiyor, bu da bunun siyasi bir ifadesi. Post-trutht’tan komplo teorilerine yaygın inanışa kadar, bugün irrasyonalitenin alanına girdik. Bu irrasyonalizm kapitalizmin bugün içine düştüğü durumun nedeni değil sonucudur. Bazı sol teorisyenler bugün irrasyonaliteyi tamamen neden olarak gösteriyorlar. İnanılmaz buluyorum! İnsanlar ve kapitalizm neden birdenbire irrasyonel oldu? Bu, maddi bir olguyla, krizin çözülemez karakteriyle ilgilidir. Yalnızca o tür büyük bir sarsıntıyla kapitalizm dünya çapında rayına yeniden oturtulabilir. Faşizmin yaşandığı dönemdeki dinamikler burada harekete geçmiştir. Faşizm yeni biçimler altında tekrar etmektedir. Trump da Avrupa hareketi de birer proto-faşisttir.

Faşizmin yükselişinde ikinci dinamik ise işçi sınıfının durumudur. Trump, Le Pen, Salvini, hatta Avusturya ve Almanya’daki faşizan partiler işçi sınıfına yaslanarak yükseliyorlar. Küreselcilik, en çok gelişmiş ülkelerin kazanımlarını sökmeye çalışıyordu ve söktü de: Hiçbir sosyal güvencesi kalmayan, mahalleleri göçmenlerle yerli nüfus arasında savaş alanına dönen, sağlık ve eğitim sistemleri mahvolan, işini her an yitirme tehlikesi yaşayan, evleri kullanılamaz hale gelmiş bir işçi sınıfı var artık. Fransa’nın bütün kuzey belediyeleri komünistti, şimdi hepsi Le Pen taraftarı. Amerika’da Rust Belt diye bilinen sanayi kuşağı, Clinton karşısında Trump’a seçimi kazandıran yer oldu. Toskana, İtalya’nın kızıl bölgesidir; ama şimdi adım adım Lega’ya kaybediliyor. Dolayısıyla, meselenin işçi sınıfına ilişkin iki yönü şunlar: Biri, küreselciliğin işçi sınıfını bu ülkelerde mahvetmiş olması; ikincisi, sosyalizmin işçi sınıfına sırt çevirmiş olması. Bu durum işçi sınıfını yeni çözümlere itti, onlar da bunları buldular.

Neden faşist değil de proto-faşist diyorum? Çünkü faşizm aslında bir iç savaş yöntemine yaslanarak yükselir. Mutlaka sokak gücüne ihtiyacı vardır. Var olan burjuva devletinin ordusuyla, polisiyle iktidarını sürdüremez. Bu hem Mussolini’nin hem Hitler’in hem de sonrasında onların ayak izinde gelişen diğer faşist ülkelerin çok ciddi bir özelliği olmuştur. Günümüzdekilerin ise sokak gücü yok. Hatta Trump’ın bir partisi bile yoktu. (Artık her ikisi de var gibi görünüyor.) 6 Ocak’ta yaşanan Kongre baskını, bu açıdan hakikati aydınlatan devasa bir olaydır. Trump’ın çok güvendiği ve kökten dinci çevrelerle ilişkisini kuran yardımcısı Mike Pence, Biden’ın başkanlığını iptal etmek üzere Trump tarafından oraya gönderildiği halde bunu yapmadı. Trump, ‘‘Mike Pence ihanet etti’’ dedi. Neden? Çünkü o Cumhuriyetçi. Ne kadar sağcı olursa olsun faşistten farklı. Orada, Proud Boys gibi çeteler girdi içeriye. Böyle bir olayı kim hayal edebilirdi? Lenin, başka bir bağlamda, ‘‘hakikate bir şimşek gibi muazzam bir ışık tuttu’’ diyordu. 6 Ocak odur işte. 6 Ocak’ta uyanmayan, yani emperyalizmin kalbi Amerika’da ve Avrupa’da faşist bir tehlike olduğunu görmeyen bundan sonrasını götüremez. Bunlar dünya sistemini belirleyen ülkeler. Buralarda önümüzdeki dönem büyük sarsıntılarla geçecek ve sosyalistlerin müdahalesi geleceğin nasıl olacağı noktasında çok etkili olacak.

Üçüncü Büyük Depresyon sözünü ettiğiniz faşizm dalgasının yanı sıra bir isyan dalgası da yaratmadı mı? Dünya halkları bu buhranı nasıl karşıladı?

Büyük depresyonlar bir yandan faşizm, savaş ve gericilik eğilimleri ortaya çıkarırken bir yandan da büyük kitle mücadeleleri ve devrimler sonucunu doğurur. Üçüncü Büyük Depresyon da bir yandan burjuvazinin saflarında bir kırılma yaratarak kapitalizmin çıkarlarının milliyetçi çıkarlar dolayımıyla savunulması gibi bir arayışı doğururken diğer yandan 1930’ların büyük depresyonunda görülen türden büyük halk hareketlerine ve devrimci ataklara yol açtı. 2008’deki Üçüncü Büyük Depresyon dönemi başladıktan sadece üç yıl sonra, önce Arap dünyasında bir büyük devrimler dalgası patlak verdi. Tunus’ta, 2010 yılının Aralık ayında başlayan süreç, 14 Ocak 2011’de 23 yıllık bir diktatörlüğün, bir otokrasinin çökmesiyle sonuçlandı: Başkan Ben Ali, Suudi Arabistan’a kaçtı. Bundan sadece 11 gün sonra, 25 Ocak’ta, bu defa Mısır halkı isyan etti ve Tahrir günleri başladı. Mısır’da 30 yıllık bir diktatör olan Mübarek, Tunus’lu Ben Ali kadar şanslı değildi: Devrildi, hapse düştü. Tunus ve Mısır’daki bu iki başarılı atak, bir isyan ve devrimler dalgasının bütün Arap dünyasına yayılmasına neden oldu. Artık çoğu insanın da adını bildiği Tahrir, sözünü ettiğimiz bu devrim ve halk hareketlerinin birinci aşaması için paradigmatik bir yerdi, bir referans kaynağıydı. Bu dönemin devrim ve halk ayaklanmalarının adeta “kıblesi” oldu. Ben bu yaşananlara Arap devrimi diyorum çünkü gerçekten neredeyse tüm Arap dünyasına yayıldı.[6] Sadece orada da kalmadı, Akdeniz’e sıçradı. Yine 2011 yılında, bu defa Akdeniz’in kuzey yakası İspanya’da meydanlar bir aydan fazla işgal edildi. Bu işgalden İspanya’nın bugünkü sol partisi Podemos doğdu. İspanyollar “Uyuyor musun Yunanistan?” dedi, Yunanistan ayağa kalktı. Syntagma Meydanı haftalarca süren bir işgale uğradı. Hatta bir ara halk parlamentoya hücum etti. Bu dalga daha sonra Akdeniz’in çeşitli yerlerine yayıldı. 2013 yılında bizim iyi tanıdığımız bir ülkeye ulaştı: Tahrir, Taksim’e geldi; Taksim, bütün Türkiye’ye yayıldı. Taksim ile aynı zamanlarda Brezilya’da bizimkine çok benzer bir isyan patlak verdi. Şehir içi ulaşıma yapılan 25 sentlik bir zamma karşı ayaklanan Brezilya halkı 600 kentte, haftalarca gösteri yaptı. Brezilya’da halk, çok uzun bir süre boyunca sevgiyle bağlandığı “sol” yönetimin kendilerine ihanet ettiğini nihayet fark etti.[7] Onların da sloganı, Taksim’e gönderme yapıyordu: “Aşk bitti, burası artık Türkiye!” Dolayısıyla, devrimci veya isyancı bir ruh durumunun nasıl da ülkeden ülkeye, coğrafyalar arasında, kıtalar arasında –Tunus ve Mısır’dan İspanya ve Yunanistan’a, Afrika’dan Avrupa’ya, oradan da bütün bir dünyaya- yayılabildiğini görüyoruz. Tam da bu nedenle ben buna dünya devriminin üçüncü dalgası demeyi doğru buluyorum. Tüm bu yaşananlar bir tesadüf olmadığı gibi basit bir kıpırtı da değildir.

Mısır Devrimi’nin Bonapartist bir darbe ile yenilmesi ve Suriye’de ilk altı ayda Mısır ve Tunus’a benzer şekilde başlamış olan hareketin, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin müdahalesiyle tamamen bir mezhep savaşına yönlendirilmesi sonucunda Arap devrimi duraladı. Onunla birlikte dünya çapında da bir duraklama yaşandı. Halkın mücadele arzusu ise devam etti. Parlamenter yöntem[8]lerin kullanılabileceği çeşitli ülkelerde, parlamenter bir sol olağanüstü birtakım başarılar gösterdi: Sanders, sosyalizmin adının bile anılmadığı Amerika’daki 2016 başkanlık önseçiminde 13 milyon oy kazandı; Jeremy Corbyn, tamamen bitti zannedilen İşçi Partisi’nin başına getirildi; Yunanistan’da Syriza halka büyük umut verdi, ardından ihanet etti; İspanya’da Podemos diye yepyeni bir parti kuruldu ve hızla ülkenin üçüncü büyük partisi konumuna geldi. Sonuç olarak, parlamenter yollar denendi. Hatta bu, bizim gibi ülkelerden birinde, Meksika’da, sol bir politikacı olan Andrés Manuel López Obrador’un, devlet başkanı olarak seçilmesine yol açtı. Fakat parlamenter yollar ne Avrupa’da ne de bizimki gibi ülkelerde bir yere gidebildi. Bu deneyimler, en başta da Syriza, hareketin bu yollara girmesinin bir işe yaramayacağının çok önemli birer örneğidir. Bunlar önemli denemeler olmalarından çok halkın mücadele etme arzusunun bir işaretidir.

Bunun ardından 2018-19 ise yeni bir dönüm noktası oldu ve 2019 yılı, dört Arap devriminin patlak vermesiyle ve Latin Amerika kıtasının neredeyse bir bütün olarak ayağa kalkmasıyla sonuçlandı. 2018-2019 dalgasıyla birlikte Arap dünyasında bu sefer yeni ülkeler devreye girdi: Sudan’dan başladı, Cezayir’de devam etti ve Ekim 2019’da iki ülke birden, Irak ve Lübnan ardı ardına büyük halk ayaklanmaları -ve benim devrim diyebileceğim- olaylar yaşadılar. Latin Amerika’da da ardı ardına pek çok ülkede halk isyanları oldu: Amerika’nın bir sömürgesi olan Porto Riko, haftalar boyunca tıpkı İspanya, Yunanistan ve Türkiye’deki gibi halkın isyanına sahne oldu; Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi Haiti’de 2018’den bu yana devrim denebilecek bir süreklilik gösteren halk ayaklanmaları sürüyor; onun ardından Ekvador; arkasından Salvador; aşağıya doğru inersek, en önemli ayaklanmalardan -hatta yine benim devrim sınırlarına girdiği kanaatinde olduğum- Şili;[9] peşi sıra Bolivya; şimdilerde Paraguay ve Kolombiya… Çok çeşitli ülkelerde 2,5 yıllık süre içerisinde ciddi halk hareketleri… Pandemiden önceki son yıldan söz ediyoruz, dikkat edin. Çünkü bu devrimleri ve halk isyanlarını durduran büyük ölçüde pandemi oldu.

İddia edilenin aksine tüm bu hareketlerin içerisinde işçi sınıfının çok önemli bir yeri vardır. Tunus’ta devrim sırasındaki hegemonik güç, işsiz gençlik ve ülkenin tek konfederasyonu olan Tunus Genel İşçi Sendikaları (UGTT) aracılığıyla örgütlü işçi sınıfıdır. Devrimin ardından yaşanan iniş çıkışlarda da UGTT çok önemli bir rol oynamıştır. Mısır’da ise Tahrir, örgütlü işçi sınıfı da dâhil olmak üzere bütün halkın isyancı ve devrimci mücadelesinin alanı olmuştur. Mısır’da Mübarek’in düşmesine yol açan asıl gelişme Şubat ayında başlayan grevler dalgasıdır. Bu dalga üzerine ordu Amerika ile anlaşma içinde rejimi korumak için -yani iş, sınıf politikasına dönüşmesin diye- Mübarek’i indirmiştir. Dolayısıyla, bu iki devrimde işçi sınıfının rolünü küçümsemek o zaman olguları görmezden gelmek demekti, artık literatürü görmezden gelmek demek oluyor. Bu konudaki literatür çok kesindir. Sayısız kaynak, Arap dünyası için çok önemli bir araştırmacı olan Joel Beinin mesela, işçi sınıfı mücadelesinin bu iki devrimdeki rolünü vurguluyor.[10] Ayrıca, birçok devrimin tümüyle ekonomik nedenlerle ortaya çıktığını da unutmayalım. Biraz önce Brezilya’daki halk isyanının 25 sentlik bir zam dolayısıyla patlak verdiğini söylemiştim. Sudan ve İran’da yaşanan büyük ayaklanmalar da doğrudan doğruya petrol fiyatının artmasıyla ilgilidir. Irak’ta ve Lübnan’da isyan, sadece ve sadece ekonomik nedenlerle başlamış, sonra çok ciddi politik uzantıları olmuştur. Bir tek Cezayir’de demokratik bir sorun olarak patlak vermiştir Arap devrimi. Latin Amerika kıtasındakilerin de çoğunluğu aslında ekonomik saiklerle ortaya çıkmıştır. Ekonomi diyen sınıf der.

Buradan varacağım sonuç şudur: Ortada dünya çapında, sadece Arap ülkelerine de özgü olmayan, bir isyan ve devrim dalgası vardır. Fakat bunların hiçbiri nihai sonuca ulaşamadı, hiçbir devrim başarılı olamadı şu ana kadar. Neden? Çok şey söylenebilir, ben sadece birkaç noktayı öne çıkartmak istiyorum. Bunlardan bir tanesi, dünya durumudur: Gramsci’nin politik iklim dediği, dünya çapında etki yapan atmosfer. Bütün bu konuşma boyunca vurguladığım gibi, 20. yy sosyalist inşa deneyimlerinin çöküşü, dünya çapında sosyalizmin çok ciddi bir şekilde gerilemesine, toplumların hayatlarının kamusal bir şekilde düzenlenebileceğine olan inancın halk kitleleri arasında kaybolmasına neden olmuştur. Artık ne yazık ki kolektif çözümlere güven yok. Dolayısıyla, büyük halk kitleleri ayağa kalkıyor ama yeni, kapitalizme alternatif bir şey getirmek üzere kalkamıyor, bu yüzden de devrimler çoğu zaman yarıda kalıyor.

İkincisi, bu hareketlerin önemli bir bölümünde kimlik hareketlerinin yoksul hareketlerden uzak durmuş olmasıdır. Kimlik politikası ile emekçi sınıflar arasındaki yarılma, bu devrimlerin de önünde bir engel olmuştur. 21. yy devrimlerinin başlıca sorunlarından biri kimlik politikası ile sınıf politikası arasındaki ilişkilenmenin nasıl olacağı meselesidir. Bu meseleyi ayrıntısıyla konuştuk, burada sadece sonuçlarını söylemiş oluyorum.

Üçüncüsü, parti meselesidir. Israrla üzerinde durduğum 20. yy sosyalist inşa deneyimlerinin çökmesi, eskiden komünist/sosyalist/devrimci olan partilere dünya çapında tam anlamıyla liberal ve postmodern bir karakter kazandırmıştır. Bunlar olmadık yerlerde birleşip sonra hiçbir şey yapamadan bölünüyorlar. Doğru dürüst programları yok, sınıfa da sırtlarını dönmüş durumdalar. Halbuki devrimler, halk kitleleri için, en başta da işçi sınıfı için, stratejik olarak bir dizi adımlar atarak iktidar mücadelesi veren partileri gerektirir. Onu inşa etmek yerine bu tür koalisyon ve ittifaklarla yürümeye çalışan hareketler de tabii ki hüsrana uğradı.

Dördüncüsü, emperyalizm ile ilgili. Emperyalizm ile ilişkilerin de bozulmama çabası aslında devrimci dinamiklerin önünde bir engeldir. Bunu da yazmak lazım. Şöyle bir durum ile karşı karşıyayız: Devrim var, devrimci parti yok! Bu çıplak çelişkinin üstesinden gelmek zorundayız.

Bugünkü rejim, askerin önemli ölçüde söz sahibi olduğu bir rejimdir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhtıralı bir seçim yaşadığımız unutulmasın.  … Bugün MİT’iyle, askeriyle, derin devletiyle, Jandarmanın bağlı olduğu İçişleri Bakanıyla hükümet içinde bir alternatif odak vardır. Bütün bunlara gerek ordu içerisindeki taraftarlarıyla gerek mafya içerisindeki unsurlarıyla MHP’nin konumunu da eklemek lazım. Türkiye’nin geleceğinin nasıl gerçekleşeceğine dair senaryolar oluştururken bu güç dengesi çok önemli bir unsurdur. Erdoğan’ın her şeye tek başına karar verdiği dönem bizce geçmiştir.

Tartışmanın odağını dünyadan Türkiye’ye doğru kaydıralım. Devletin/rejimin niteliğine ilişkin tartışmalar dünyada olduğu kadar Türkiye’de de solun başlıca gündemleri arasında yer alıyor. Yaklaşık 20 yıllık iktidarına karşın AKP’nin niteliğine ilişkin solda ortak bir kanıya varılmış değil: İslamcı, faşist, popülist, otoriter, totaliter… Bunlar, rejimi nitelemek için birlikte ya da ayrı ayrı kullanılan sıfatlardan yalnızca birkaçı. Nasıl isimlendirdiğimiz, onunla nasıl mücadele edeceğimizi de dolaysız bir biçimde belirlediği için bu tartışma oldukça önemli. “Faşizm” tahlillerine ilişkin sizin ciddi itirazlarınız olduğunu biliyoruz. Buna karşılık mevcut rejimi tanımlarken iki temel niteleme kullanıyorsunuz: Rabiacılık ve yarı-askerî rejim. Bunları biraz açar mısınız?

Son dönemde solda devlet teorisine, devletin nitelenmesine yönelik yaklaşımlarda ciddi sakatlıklar var. Sol, her şeyden önce, kendinden menkul bir devletin biçimlerinin/rejimlerinin değişimi teorilerine itibar etmekten vazgeçmeli. Devleti, toplumun geri kalanına referans vermeden, kendinden menkul bir değişim süreci içerisinde açıklayan bu yaklaşımlar son derece yanlış olduğu gibi Marksizm ile de bir ilgileri yoktur. Buna ek olarak, faşizm üzerine yapılan tahliller konusunda da solda bir kafa karışıklığı mevcut. Ben öyle her rejime faşist denilmemesi konusunda ısrarcıyım. Faşizm özel bir rejimdir, işçi sınıfını tamamen dağıtır ve barbarlığı getirir. Belli bir süre boyunca çok ağır baskı yapan rejimlere bile bazı koşullar yoksa faşist denmemelidir. Bugün Türkiye’de kurulmuş olan rejime faşist demek, sizin de söylediğiniz gibi, “ne ile mücadele edileceği” sorusunu önümüze getirir. Eğer faşizm altında, Nazi Almanyası gibi bir ülkede yaşıyorsak bununla hangi yöntemleri kullanarak mücadele edileceği az çok bellidir: İnsanın Che Guevaralaşması gerekir. Faşizm analizi yaptıktan hemen sonra “Haydi CHP’ye oy verelim de belki belediyede onu kurtarırsak o zaman durum değişir” gibi sonuçlara nasıl ulaşılabildiğini gerçekten benim aklım almıyor.

Öte yandan, Türkiye’de solu teorik alanda Carl Schmitt skandalından da kurtarmak gerektiği kanaatindeyim. Terimlerimi sakınmıyorum, kimse kusura bakmasın. Sonuç olarak Carl Schmitt Nazi taraftarı bir düşünürdür. Schmitt ile ilgili konuşan bazıları bu gerçeği gizlerken, bazıları da sanki onda çok büyük bir hakikati yakalamış gibi davranıyor. Onun yakaladığı söylenen gerçeklerin hepsi Marksizmde zaten vardır. Marksizmden öylesine kaçılıyor ki Schmitt’e sığınılıyor! Bunda Post-Marksistlerin, sol liberallerin dünya çapında çok büyük etkisi var. Sadece bizdeki insanların bir yönelimi değil bu, bütün dünya böyle tartışıyor maalesef.[11]

Türkiye’de rejimin niteliğine ilişkin tartışmalara gelmeden önce bir dizi hatırlatmada bulunmak istiyorum. Unutmayalım ki Erdoğan, 1950’li yıllardan itibaren adım adım yükselişe geçen İslamcılaşma dalgasının içinden çıkan İslamcı hareketin 1970’lerde başlattığı bir büyük atılımın doruğudur. 1990’larda Erbakan’ın başbakan olmasına dek uzanan sürecin daha ileri bir noktasıdır. Bugünü değerlendirirken bu geçmişi gözden kaçırmamak lazım. Tüm bu yaşananlar Türkiye gerçekliğinde bir şeye karşılık düşüyor: Erbakan’ın sınırlı, Erdoğan’ın ise çok daha gelişkin düzeydeki büyük başarısının içinde cumhuriyet tarihinin önemli bir rolü var. Türkiye’de cumhuriyetin gelişimi sadece cumhuriyet biçimlerinin ve laikliğin kabul edilmesiyle olmamıştır, aynı zamanda Batı taklitçiliği ile olmuştur. Türkiye’nin yeni hâkim sınıfları, çeviri yoluyla yapılan yasalardan yaşam tarzına kadar muhtelif alanlarda kendilerini halk kitlelerinden bir Doğu-Batı karşıtlığı temelinde ayırmak yolunu seçmişlerdir. Bunu kılıktan müziğe kadar her alanda görebiliyoruz. Bir dönem Türk musikisi konservatuvarının kapatılmış olması, devlet radyosunda klasik Türk musikisi yayınlanmamış olması gibi bence yüz kızartıcı uygulamalar buna örnektir. Bu durum, Türkiye’de burjuvazi ve onun etrafında toplanmış başka bazı katmanlar ile büyük halk kitleleri arasında sadece sınıfsal değil aynı zamanda kültürel bir uçurumun doğmasına yol açmıştır. Erbakan profesör olduğu halde halk onda biraz kendisini bulmuştu; ama sonra gelen Erdoğan, Kasımpaşalı olduğu için, bir de üstüne üstlük hep ezilme edebiyatına dair ideolojik motifleri bilinçli bir şekilde kullandığı için halk “bu bizden” demiştir. AKP, kültürel olarak halka kendi partisi gibi gelmiştir. Bu, bütün siyasal İslamcı hareketler için geçerli bir tespittir.[12]

Türkiye’de İslamcı hareketin halk kitleleri üzerindeki bu etkisi, aslında burjuvazinin bir politikasıdır. Altını çizerek söyleyeyim: 1960-80 arasındaki büyük sınıf mücadelelerini yatıştırmak için burjuvazi, 1980’den itibaren İslam’ı pompalamıştır. Halk kitlelerini kontrol etmek için İslam, 12 Eylül’den itibaren bilinçli olarak kullanılmıştır. Bu da İslamcı hareketin eline oynamıştır. Buna karşılık Türkiye’de politikanın Batılı ağzıyla yapılmasından vazgeçilmesi gerekiyor. AKP’nin karşısında Türkiye solu, büyük ölçüde Trump’a kimlik politikası ile cevap veren Amerikan solu gibi davrandı. Bizim savunacağımız değerleri bu toplumun içinden değil, Avrupalıların gözünden savundu. Emperyalizm fikri yok oldu. Türkiye solunun emperyalizme karşı 50 yıl önce başlattığı dev mücadele unutuldu. Avrupa Birliği, 1990’lı yılların ikinci yarısında ve 2000’li yılların ilk yarısında Türkiye solunun kıblesi gibi oldu. Bütün bunların karşısında, Türkiye’nin kendi kültürünün içinde var olan büyük mücadele geleneklerini ortaya çıkarmamız lazım. Yerli ve beynelmilel olmamız, işçi sınıfını ve yoksul emekçileri AKP’nin ve MHP’nin tabanından bir an önce koparmamız lazım. Mücadele, Erdoğan’ın tabanını bu şekilde zayıflatmakla verilmelidir.

Türkiye’de burjuvazi, hilafeti kaybetmiş olmaktan çok şikâyetçidir. Onların derdi cumhuriyetten ziyade, hilafetin elden gitmiş olmasıdır. Hilafet sayesinde Türkiye’nin hâkim sınıfları, bir dönem İslam içinde de hâkim ulus olmuştu. Bunun mirasçısı olan Türkiye burjuvazisi de hilafetin kendi elinde kalmasını istiyordu. Bunu bugün özellikle istiyor çünkü Türkiye burjuvazisi öyle bir noktaya geldi ki artık dünyanın çok çeşitli yerlerinde ekonomik çıkarları var. Bu çıkarları gerçekleştirmek için burjuvazinin belirli kanatları hilafetin çok avantajlı olacağını çoktan kararlaştırmış durumda. Aslında bu, İslamcı hareketin başından beri gündeminde olan ama adını koymadığı bir yöneliştir. Bizim Rabiacılık nitelememiz de İslamcı hareketin bu yönelişi ile doğrudan ilişkilidir. Rabiacılık, bir Müslüman Kardeşler enternasyonali aracılığıyla Türkiye’nin İslam dünyasında -ama öncelikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da- hâkim olması politikasıdır. AKP’nin dünya çapında izlediği politika onun bu İslamcı karakteri ile doğrudan ilişkilidir. Afrika’nın Müslüman ülkelerinde, Kafkaslar’da, Orta Asya ve Balkanlar’da sürdürülen politik ilişkilerin temelinde bu İslam ilişkisi yatıyor. Bu da esasen emperyalizmden kopmadan kendine bir hakimiyet alanı açma çabasının sonucudur. Böyle bir politikayı Türkiye’deki kadar zayıf bir burjuvazinin güdebilmesi için de kendi içinde sağlam olması gerekiyor. Bu rejimin esas dinamiği budur: Türkiye’de İslamcılığı tartışılmaz bir hakimiyet odağı haline getirmek ve böylece İslamcılık temelinde burjuvazinin çıkarları için dünya çapında yeni yerler fethetme arzusu. Bu program, bu rejimin dinamiklerini esas olarak belirlemiştir.[13]

Bu hareketin 2016’ya kadar bir koalisyon içerisinde birlikte hareket ettiği Fetullah Gülen ile 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşadığı büyük bölünme, bu projeyi çok fena zayıflatmıştır. Bunun ardından Erdoğan, askeriyenin ve eski derin devletin çeşitli unsurlarının, en başta Mehmet Ağar ve onun takipçisi olan Süleyman Soylu’nun temsil ettiği ekibin zorunlu ortağı haline gelmiştir. Bugünkü rejim, askerin önemli ölçüde söz sahibi olduğu bir rejimdir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhtıralı bir seçim yaşadığımız unutulmasın. O seçim öncesinde, şu anda Savunma Bakanı olan Hulusi Akar, yanına İbrahim Kalın’ı da alarak bir helikopter ile Gül’ün bahçesine indi. O ziyaret üzerine Gül, adaylıktan çekildi. Eğer Gül seçime girseydi o seçimin sonucunun ne olacağı hiç belli değildi. Askerin bu katkısı, beraberinde seçimden hemen sonra Hulusi Akar’ın bir bakıma iktidar ortağı haline getirilmesine yol açmıştır. Bugün MİT’iyle, askeriyle, derin devletiyle, Jandarmanın bağlı olduğu İçişleri Bakanıyla hükümet içinde bir alternatif odak vardır. Bütün bunlara gerek ordu içerisindeki taraftarlarıyla gerek mafya içerisindeki unsurlarıyla MHP’nin konumunu da eklemek lazım. Türkiye’nin geleceğinin nasıl gerçekleşeceğine dair senaryolar oluştururken bu güç dengesi çok önemli bir unsurdur. Erdoğan’ın her şeye tek başına karar verdiği dönem bizce geçmiştir. O yüzden biz buna yarı-askerî rejim diyoruz. Bu kavramlaştırmayı ilk kez geliştiren parti arkadaşım Levent Dölek oldu.[14] Ben de bütünüyle katılıyorum.

Öyle görünüyor ki milliyetçi ve müdahaleci politikalar önümüzdeki dönemde asıl gündem olacaktır. Küçük blokların dünya ekonomisinin mantığı dışında kendilerini kurtarma çabası öne çıkacaktır. Yani eğer neoliberalizm terk edilecekse, bu tür politikalar için terk edilecektir.

Son olarak, bir süredir konuşulmakla birlikte, pandeminin ardından daha somut bir gerçeklik kazanan “neoliberalizmin sonu” tartışmalarına ilişkin görüşlerinizi alabilir miyiz? Bugün geldiğimiz noktada artık neoliberalizmin alacakaranlığını yaşadığımız söylenebilir mi?

Bu soruyu sahiden de sormamız lazım çünkü bugün neoliberalizmin en azından bir unsuru ondan çekilip alınmak isteniyor: Küreselcilik (Globalizm). Trump’ın globalizm karşıtlığı, Avrupa’da gittikçe yükselen proto-faşist partilerin gene ulusçu bir yaklaşımla ekonomiye yaklaşmaları, başka ülkelerdeki eğilimler bunu gösteriyor. Bu doğru olmakla birlikte aslında önümüzdeki büyük bilinmez şu: Globalizm ayağı ondan çekilip alındığında neoliberalizm sona erecek mi? Globalizm ile neoliberalizm bugüne kadar hep el ele yürüdü. Hatta globalizm bir bakıma neoliberalizmin uluslararasılaşmasıydı, ben de öyle anlattım.[15] Öte yandan, mesela Trump vakasına bakarsak, dört sene dünyanın en güçlü ekonomisinin başında kalmış birisi, hiç de küreselci değil. Onun dışındaki neoliberal politikaları harfiyen uyguluyor olsa da küreselcilik söz konusu olduğunda aynı ölçüde gönüllü davranmıyor. Dolayısıyla, globalizmin gitmesinin neoliberalizmi otomatikman ortadan kaldırıp kaldırmayacağı meselesi önümüzdeki dönemin gerçek bir sorusu. Burada hiçbir şekilde dogmatik, ön yargılı olmamak gerekiyor. Bu konuda benim de kesin bir kanaatim yok.

Neoliberalizmden vazgeçilmesi kısmen de olsa mümkündür. Bunun ilk anlamı daha müdahaleci bir devlet ile karşılaşma olasılığıdır. Neoliberal ideolojinin iddia ettiğinin aksine devlet, neoliberalizmde de faaldir; ekonomiyi piyasa yönünde sürekli olarak terbiye etmektedir. Şimdi bu müdahalenin yönü değişecek. Dünya ekonomisi o kadar bütünleşmiş bir halde ki, gerçekten globalizm dışında bir yönelime girilecekse ona alternatif yaratmak için devletin müdahale etmesi gerekecek. Şimdi gündeme getirilen konular arasında en son dönemde Biden’ın 1,9 trilyon dolarlık gelir destek politikası var. Bu miktar, Amerikan ekonomisinin genel yıllık üretiminin epeyce önemli bir yüzdesine karşılık düşüyor. Bana sorarsanız, Biden yönetiminin ekonomiye zerk ettiği bütün bu gelir artırıcı harcamalar olsun, şu anda konuşulan temel gelir olsun, tümüyle ekonomiyi kamçılamak niyetiyle yapılan işler. Dünya ekonomisinin uçurumdan aşağı düşmesini engellemek için atılan adımlar. Tüm bunlar büyük ölçüde borçla yapılıyor. Dünya çapında borçluluk, savaş dönemi dışında hiç görülmemiş bir düzeye geldi. Bunun büyük bir bölümü ise kamu borcu. Büyük Depresyondan sonra bankaların ve finans sektörünün borcu zaten kamu borcu haline getirilmişti. Kapitalizm artık bu politikayla devam edemez. Bu borçluluk, Amerikan yönetimlerine bir süre sonra yeniden ağır bir kemer sıkma politikasını dayatacaktır. Dolayısıyla, dünya ekonomisinin eskiden Keynesçi diye bilinen o yola tekrar girmesi için ne bir olanak vardır ne de bir neden.

Burada önemsenmesi gereken bir şey söylüyorum: Neoliberalizm, devletin para politikasının da desteğiyle, harcamalar yoluyla ekonomiyi iyice belirlemesi anlamında terk edilebilir. Depresyon içinde bir ölçüde zaten terk edildi. Ama bunun, iyi huylu, gelirin yeniden dağılımına yönelik bir politika haline gelmesi için koşullar bence yoktur. Ancak ve ancak, bazı ülkelerde, çok büyük sınıf mücadeleleri olduğu takdirde, istisnai gelişmeler olabilir. 1930’ların Büyük Depresyonunda ABD ve Fransa’nın yaşadıkları bunun bir örneğidir. Amerikada sitting strikes diye bilinen, otomobil sanayinde yaşanan dev işgalli grevlerdir ki Roosevelt’i belirli tavizler vermeye itmiştir. Keza Fransa’da da 1936 genel grevi ve Halk Cephesi’nin kurulması ve hükümet olmasıyla birlikte Fransız burjuvazisi çok büyük tavizler vermek zorunda kalmıştır; ama tüm bunların sonuçları da çok geçici olmuştur. Tarihi bildiğimiz ölçüde bunu biliyoruz. Öyle görünüyor ki milliyetçi ve müdahaleci politikalar önümüzdeki dönemde asıl gündem olacaktır. Küçük blokların dünya ekonomisinin mantığı dışında kendilerini kurtarma çabası öne çıkacaktır. Yani eğer neoliberalizm terk edilecekse, bu tür politikalar için terk edilecektir.

Kapitalizm, artık krizde olan bir uygarlıktır. İnsanlığın gelişmesinin önünde durmaktadır. Pandemi de bir uygarlık krizi olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum iktisadi olmaktan çok içinde yaşadığımız toplumun karakteri ile ilgilidir. Kapitalizm, aslında tam bir felaket haline gelmeden engellenebilecek veya bugün aşı aracılığıyla kontrol altına alınabilecek bir virüsü, gerçek bir felaket haline getirdi. Sağlık sisteminin dökülmesiyle, önceden uyarıldıkları halde yeterli kaynakların bu alana ayrılmamasıyla, tamamen kârlı üretim yönelişi içindeki sermayeye devletin müdahale etmemesiyle, kaynakların maske, solunum cihazı veya yeni hastane üretimi için harcanmasını bir öncelik olarak önüne koymamasıyla hastalığın hızla yayılmasına yol açtı. Kapanma, bu krizin belirli aşamalarında bütün sağlık görevlilerinin ve bilim insanlarının söylediğine göre, gerekli bir önlemdi. Türkiye de dahil olmak üzere devletler topluma dönüp “eve kapanalım” dediler ama aynı anda da milyonlarca emekçiyi, tabur tabur sokaklara çıkarttılar. Bir uygarlık eğer doğrudan üreticilere böyle koşullar yaratarak onları ölüm ile karşı karşıya bırakıyorsa, bu uygarlık krizde demektir. Yalnızca Türkiye’ye has bir durumdan söz etmiyorum, tüm dünya için geçerli bu. Muazzam kamu fonları kullanılarak bulunan aşının bütün faydası, güya gelecekte inovasyona engel olmamak için, fikrî mülkiyet hakları nedeniyle, çok az sayıdaki ilaç tekeline hediye ediliyor. Kapitalizm, aşı kampanyalarının dünyaya yayılmasını engelliyor. Bu ekonomi için kamu mülkiyeti ve merkezi planlama gerekli. Burada kapitalizmin tarihsel çelişkisinin, yani üretici güçlerin toplumsallaşmasının üretimin özel ellerde olmasıyla çelişkisinin ve dünyasallaşmış bir ekonominin ulus devletlere bölünmesi çelişkisinin çok somut bir ifadesini görüyoruz. Kapitalizm aslında miadını doldurmuş, insanlığı, hatta doğanın tamamını kendisiyle beraber yıkıma doğru sürükleyen bir sistem olarak karşımızda duruyor. İnsanlık olarak geleceğimizi düşünüyorsak mücadele etmemek mümkün değil!


Sungur Savran kimdir?

Yükseköğrenimini ABD’de tamamlamış, doktora derecesini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden almıştır. Bu üniversitede yaklaşık on yıl sürdürdüğü öğretim üyeliği görevinden 12 Eylül askeri rejiminin üniversiteler üzerindeki baskısını protesto etmek amacıyla 1983 yılında istifa etmiştir. 1987-1994 arasında, New York’taki New School for Social Research’ün ekonomi bölümü doktora programında misafir öğretim üyesi olarak Marksist ekonomi dersleri vermiştir. Çeşitli dillerde çok sayıda makalesi yayımlanan Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri (1992), Avrasya Savaşları (2002), Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm (2011), Üçüncü Büyük Depresyon: Kapitalizmin Alacakaranlığı (2013) kitaplarının yazarıdır. Onbirinci Tez, Sınıf Bilinci gibi dergilerin yayın kurulu üyeliğinde bulunmuştur. Halen Praksis dergisinde Danışma Kurulu, Devrimci Marksizm dergisinde ise yayın kurulu üyesidir. Devrimci İşçi Partisi’nin genel başkanıdır.


[1] Pierre Dardot/Christian Laval, La Nouvelle raison du monde. Essai sur la société néolibérale, Paris: La Découverte, 2009.

[2] Maddi olmayan emek tartışması ile ilgili olarak mesela şu yazıya bakılabilir: E. Ahmet Tonak, “iPhone işçilerini nasıl sömürüyor?”, Devrimci Marksizm, sayı 39-40, Yaz-Sonbahar 2019, http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/iphone_iscilerini_nasil_somuruyor_e_ahmet_tonak.pdf

[3] Genellikle “post-Fordizm” olarak anılan bu meselelerle ilgili olarak bkz. “Yalın Üretim ve Esneklik: Taylorizmin En Yüksek Aşaması”, Devrimci Marksizm, sayı 3, Mart 2007, http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/sungur-savran-yalin-uretim-ve-esneklik-taylorizmin-en-yuksek-asamasi.pdf.

[4] “Üçüncü Büyük Depresyon” kavramı konusunda detaylı bir tartışma için bkz. Üçüncü Büyük Depresyon: Kapitalizmin Alacakaranlığı, İstanbul: Yordam, 2013.

[5] Bkz. Harold James, “Deglobalization: The Rise of Disembedded Unilateralism”, Annual Review of Financial Economics, 10, 2018, pp. 223 ve Oleg Komolov, “Deglobalization and the ‘Great Stagnation’”, International Critical Thought, v. 10 (3), 2020, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/21598282.2020.1846582, pp. 3-4.

[6] Arap devrimi konusunda daha detaylı tartışmalar için bkz. “Arap Devriminin Vaadleri ve Zaafları”, Devrimci Marksizm, sayı 13-14, İlkbahar-Yaz 2011, http://www.devrimcimarksizm.net/en/sungur-savran-arap-devriminin-vaadleri-ve-zaaflari; “Arap Devriminin Sorunları”, Devrimci Marksizm, sayı 17-18, Kış-İlkbahar 2013, http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/arap_devriminin_sorunlari.pdf; “Arap Devriminin Dirilişi: Türkiye İçin Dersler”, Devrimci Marksizm, sayı 39-40, Yaz-Sonbahar 2019, http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/arap_devriminin_dirilisi_turkiye_icin_dersler_sungur_savran.pdf

[7] Sungur Savran, “Brezilya’da Lula Faciası”, Praksis, sayı 14, Kış-Bahar 2016.

[8] Sungur Savran, “Syriza Tartışmasının Anlamı Ne?”, https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/syriza-tartismasinin-anlami-ne; Levent Dölek, “Çipras: İhanet mi, Ricat mı?”, https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/cipras-ihanet-mi-ricat-mi.

[9] Sungur Savran, “Şili Halkı Türkiye’ye Yol Gösteriyor: Kurucu Meclis Zaferi”, https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/sili-halki-turkiyeye-yol-gosteriyor-kurucu-meclis-zaferi.

[10] Çok sayıda kaynak arasında bkz. Joel Beinin, Workers and Thieves. Labor Movements and Popular Uprisings in Tunisia and Egypt, Stanford, Ca: Stanford Briefs, 2015. Ayrıca bu konuda bir literatür taraması için bkz. Jan-Erik Refle, “Literature Review – The Causes of the 2010-2011 Uprisings in Tunisia”, Université de Lausanne, GREC.

[11] Buraya kadar Türkiye hakkında söylenenlerin daha ayrıntılı anlatımı için bkz. “Fütuhat, İstibdad, Hilafet: AKP Döneminde Toplumsal Mücadeleler ve Devlet”, Ayrıntı Dergi, sayı 36, Kış 2021.

[12] İslamcılık akımının, Milli Görüş hareketinin ve AKP’nin, modern Türkiye tarihinin içindeki inişli çıkışlı güzergâhı üzerine ayrıntılı bir çalışma için bkz. Sungur Savran, “İslamcılık, AKP, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neşecan Balkan vd. (der.) Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, İstanbul: Yordam, 2013.

[13] Rabiacılık konusu üzerine daha ayrıntılı bir yazı için bkz. Sungur Savran, “Faşizm mi, Rabiizm mi?”, Devrimci Marksizm, sayı 27, Yaz 2016.

[14] Bkz. örneğin, Levent Dölek, “Erdoğan Türkiye’yi Paşalarla Yönetecek”, https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/erdogan-turkiyeyi-pasalarla-yonetecek ve “Erdoğan Türkiye’yi Generallerle mi Yönetecek?”, https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/erdogan-turkiyeyi-generallerle-mi-yonetecek.

[15] Bkz. Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, İstanbul: Yordam Kitap, 2. Basım, 2014.


Editörün notu: Bu söyleşi, 15 Nisan 2021 tarihinde gerçekleştirilmiştir.


Neoliberalizm özel dizisi 

-Dizi sunuş metni 
-Neoliberalizm ve Devlet: Pınar Bedirhanoğlu ile Söyleşi [Kübra Altaytaş & Ozan Siso] 
-Neoliberalizm ve Emperyalizm: Intan Suwandi ile Söyleşi [Candaş Ayan & Ulaş Taştekin] 
-Neoliberalizm ve Otoriterleşme: Galip Yalman ile Söyleşi [Kübra Altaytaş & Ozan Siso] 
-Neoliberalizm ve Refah: Susanne Soederberg ile Söyleşi [Onur Acaroğlu & Gizem Sema]
-Neoliberalizm ve Mücadele: Sungur Savran ile Söyleşi [Mustafa Çağlar Atmaca & Halil Can İnce]