Bugün diplomalı işsizlerin yüz binlerle ölçüldüğü ülkemizde, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü (İŞKUR) güncel verilerine göre yüzlerce de doktoralı işsiz var. Bu koşullar altında akademisyenlerin işlerine siyasi gerekçelerle son verilmesi de bu acıklı durumun tuzu biberi oluyor. 2016 senesinde 673 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile başlayan ve 2019 senesinde Anayasa Mahkemesi’nin hakkında hak ihlali kararı verdiği üniversite tasfiyeleri, birçok akademisyeni işsiz bıraktı. Bu akademisyenlerden bir kısmı yurtdışında mesleklerine devam etmek üzere sürgün hayatını tercih ederken, bir kısmı da hapis cezası aldı. Bu süreçte işsiz kalan araştırma görevlilerinden Mehmet Fatih Traş intihar etti. Bu sırada çıkarılan 679 sayılı KHK ile sol görüşlü akademisyen Nuriye Gülmen çalıştığı üniversiteden, ne eylemleri ne görüşleri nezdinde bağdaştırılabileceği Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) adlı örgütün üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi; açlık grevi ile birlikte yaptığı işe iade talebi reddedildi; yetmedi, gözaltına alındı.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dönüp baktığımızda, akademide ve ülkemiz düşün tarihinde yürütülen cadı avlarının 1933 Üniversite Reformu ile başladığını görüyoruz.[1] İstanbul Darülfünun hoca kadrosunun yarısı bu dönemde tasfiye edildi.[2] 1948’de aralarında Behice Boran ve Pertev Nail Boratav’ın da bulunduğu akademisyenler komünist oldukları gerekçesiyle Ankara Üniversitesi’nden atıldılar.[3] 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrasında 147’ler üniversiteden ihraç edildiler.[4] 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörlüğü’ne (ODTÜ) getirilen Emekli General Şefik Erensü ile ters düştüğü gerekçesiyle 1973’te üniversiteden ihraç edilen Şehir Planlama bölüm başkanı İrem Altan –veya o tarihteki soyadıyla İrem Acaroğlu–, 1978’de okutman olarak döndüğü ODTÜ’den bu sefer de otoriteyi sarsmak gerekçesiyle tekrar kovulacaktı.[5] Sosyolog İsmail Beşikçi önce 1971’in sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı, üniversite ile ilişiği kesildi, serbest bırakıldığı 1999 senesine kadar on yedi sene cezaevi yattı. Üniversite ihraçları, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında işlerine son verilen 1402’likler ile devam etti.[6] 1981’de Brüksel’de sürgündeki sosyolog Behice Boran, bu defa da yurttaşlıktan çıkarıldı.[7] 1998 senesinde sosyolog Pınar Selek, tutuklanacak, işkenceli sorgulardan geçecek, iki buçuk sene hapis yatacak ve gıyabında müebbet hapse mahkûm edilecekti.
Türkiye’de akademisyenlerin, 1933 senesinden beri siyasi gerekçelerle birçok kez üniversiteden uzaklaştırıldığını, çalışmalarının nice baskılara uğradığını, hatta yazıp çizdikleri nedeniyle yeri geldiğinde öldürüldüklerini anımsadığımızda bütün bu olan bitene belki de şaşırmamamız gerekiyor. Bugün öğrencilerden olduğu kadar yükseköğretim çalışanlarından da gasp edilen iş, ekmek ve özgürlük üçgeninde akademiyi ve bununla ilişkili olarak standartları sürekli düşen bilimsel eğitim, öğretim ve üretimi, bizi dünden bugüne getiren koşulların ışığında tartışmak gerekiyor. Böyle bir tartışmanın yarın ne yapılması gerektiğini daha sağlıklı tartmak açısından yararı var. Öte yandan, olan bitene bugünden direnilmesi gerektiğini de akılda tutmalıyız. Böyle bir bakış açısıyla akademiyi tarihselliğinde ele alan bu metin, mevcut durumun bir değerlendirmesini sunuyor ve Lenin’in meşhur “ne yapmalı?” sorusuna eğitimci Nadejda Krupskaya’dan bir cevap veriyor.
Akademide Baskı, Zulüm ve Kan
Yunan düşünür Sokrates, M.Ö. 399 senesinde Atinalı yurttaşları tarafından ölüm cezasına çarptırıldığında düşünceleri statüko ile ters düştüğü için baldıran zehrini tadan ilk Atinalı değildi.[8] Kendisinden sadece beş sene önce Atinalı Polemarkhos da ölüme mahkûm edilmiş, Atina’ya kısa bir süre öncesine kadar hükmeden 30 oligarkın elinden aynı şerbeti içmişti.[9] Ne yazık ki Sokrates, kendisine ölüm biçilen son düşün insanı da değildi. Kendisinden sonra birçok düşünür ve bilgin, sadece düşündükleri ve bu düşündüklerini ifade ettikleri için kendisinin makûs talihini paylaşacaklardı. M.Ö. 212 senesinde ilk Çin İmparatoru devletin devamlılığı –ya da bugünlerde çok tutulan şekliyle ‘bekası’– için yüzlerce bilgini diri diri gömdürerek yok etti.[10] M.S. 65 senesinde Romalı düşünür ve yazar Seneca, Polemarkhos ve Sokrates’in sonunu paylaştı ve masumiyetine rağmen İmparator Neron tarafından kendisine ihanet ettiği suçlamasıyla intihar etmeye zorlandı.[11] Aynı zamanda tarihin bilinen ilk kadın matematikçisi olan gökbilimci İskenderiyeli Hypatia, dönemin valisi ve piskoposunun arasındaki siyasi çekişme sonucunda dolduruşa gelen dinci Hristiyan bir çete tarafından 415’te çırılçıplak soyularak linç edildi.[12] 1131’e geldiğimizde, Ömer Hayyam’ın öğrencisi İranlı matematikçi ve düşünür Aynülkudât el-Hemedâni Selçuklu hâkimiyetine tehdit oluşturduğu için derisi yüzülerek öldürüldü.[13] XVII. yüzyıla gelindiğinde Roma Katolik Kilisesi, Avrupalı aydın ve sanatçılara türlü işkenceler edecek, bir kısmını öldürecekti. Bunlardan biri olan İtalyan matematikçi ve gökbilimci Giordano Bruno, gözlemleri ve tespitleri kilisenin dogmalarını yerle bir ettiği gerekçesiyle 1600’de Engizisyon mahkemeleri tarafından yakılarak katledildi.[14] Dünya savaşları ve soğuk savaş gölgesinde geçen XX. yüzyılda, düşünür ve bilginlere karşı girişilmiş bu tür cinayet ve katliamlar yalnızca ivme kazanacaktı. Yine bu dönemde Nazi Hareket Birlikleri sırf Leh direnişini kırmak için Temmuz 1941’de 25 Polonyalı akademisyeni aileleriyle birlikte, o tarihte hâlâ Polonya’nın bir kenti olan bugünkü Ukrayna, Lviv’de kurşuna dizdi.[15] 1978 senesinde ülkücüler tarafından çapraz ateşe alınarak Ankara’da katledilen akademisyen, çevirmen ve yazar Bedrettin Cömert’i, “ilerici, devrimci, namuslu, kendi halinde […] bir aydın” olarak anan Uğur Mumcu da benzer bir sonla karşılaşacaktı. Mumcu’nun arabasına yerleştirilen bir bombayla haince katledildiği 1993 senesinde, Hollandalı Kültürel Antropoloji öğrencisi Carina Cuanna Thuijs de Sivas’ta yakılarak öldürülen otuz beş insandan biriydi. Yüzlerce sene önce İskenderiyeli Hypatia’yı taşlayarak öldüren gerici bağnaz güruh yine aydın kanına susamış, bu sefer de bir otel dolusu insanı ateşe veriyordu.[16]
Tarih boyunca her bilge ve düşünür elbette Sokrates’in hazin sonunu paylaşmadı. Örneğin, Sokrates’in öğrencisi Platon 80 yaşına kadar yaşayacak ve yaşamının son döneminde köle olarak satılsa da yatağında tatlı bir ecele teslim olacaktı.[17] Platon’un öğrencisi Aristoteles, aralarında Büyük İskender’in de olduğu üç krala dersler verecek; Makedon hükümdarı II. Filip’in maiyetinde renkli ve görece rahat bir hayat sürecekti.[18] Gelgelelim Platon’un M.Ö. 387 senesinde kurduğu Akademi de, bu akademinin öğrencisi Aristoteles’in M.Ö. 335’te Lykeion’da ilk derslerini vererek ortaya çıkardığı Peripatetik ekol de bugün bildiğimiz anlamıyla akademi ve yüksek eğitimin yapıtaşlarını oluşturacaktı.[19] Özellikle Lykeion’daki bu dersler antikçağ biliminin temellerini kuracak, dünyanın ilk üniversitesi kabul edilen bir eğitim ve araştırma enstitüsü olan İskenderiye Müzesi’ne ilham kaynağı olacaktı.[20] Modern üniversite yerleşkesinin bilinen ilk örneğini teşkil eden İskenderiye Müzesi’nin beş yüz sene süren tarihine baktığımızda, bilimde ve öğretimde birçok önemli atılımın yanı sıra öğrencilere getirilen yasaklar, öğretmenlerin uzaklaştırılması, mali kaynakların kısıtlanması gibi uygulamaları da görmekteyiz.[21] Yalnızca idari yapısı ve eğitim çizelgeleri ile değil, aynı zamanda yurtları, çalışma odaları, derslikleri, amfileri, yemekhaneleri ve dünyaca ünlü kütüphanesi ile modern üniversitenin öncülü kabul edilen ve bugünkü kullanımıyla müze sözcüğüne esin kaynaklığı edecek ‘Musaeun,’ klasik antikçağın en değerli önbilimcilerine ev sahipliği yaptı. Geometri ile adı özdeşleşmiş matematikçi Öklid’den hidrostatiğin ve mekaniğin temellerini atan Arşimet’e; coğrafya bilimi kuran Eratosthenes’ten gezegenlerin hareketlerini çalışan astronom Batlamyus’a birçok deney ve gözlem adamına, düşünür ve mucide ev sahipliği yapan bu kurumun öğretmenlerinden biri de doğayı matematik ve deney ile açıklamaya çalışmış Hypatia’ydı. İskenderiye Müzesi de akademiye adını veren Platonik Akademi ve lise sözcüğünün kökenini sürebileceğimiz Lykeion gibi çokça kez dönemin siyasal iktisadi gelişmelerinden payını aldı. Gerçekten de sansür ve baskıyla karşı karşıya sıkça gelen bu üç öncü kurumun yeri geldi kütüphaneleri boşaltıldı, yeri geldi yerleşkeleri yakılıp yıkıldı. Tarihin farklı zamanlarında siyasi baskılar, savaşlar ve bazen de dosdoğru bilgi üretimine karşı gerici şiddet ile karşı karşıya gelen bu üç okul, iktidar sahiplerinin aldığı önlemler çerçevesinde tarihin farklı dönemlerinde öğretmenlerinden, öğrencilerinden ve kitaplarından oldu.
Düşünceye ve düşünüre, bilgiye ve bilgine, bilime ve bilim insanına kastın binlerce yıldır süregeldiğine tanıklık ediyoruz. Bunun önemli bir nedeni, bilginin tabiatı gereği toplumsal ve siyasal bir unsur olmasında yatıyor. Üniversitelerin ve bilim insanlarının bugün karşı karşıya kaldığı baskı ve cezalandırma politikalarının benzerlerini, Sokrates’in idamından Musaeun’un talihsiz sonuna antikçağda da görebiliyoruz. Sözü uçtuğu için cezalandırıldığı iddia edilen bilginlere vardırmadan, bilime ve bilimsel üretime karşı alınan siyasi önlemlerin ve polisiye uygulamaların ülkemiz tarihinde de izlerini sürebiliriz.[22] Bu bağlamda, 1580 senesinde feshedilen Dar-ü’r Rasad-ül Cedid’in kısa soluklu trajik öyküsü özellikle göze çarpar.[23] Bu gözlemevinin topa tutularak yerle bir edildiği XVI. yüzyıldan Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulduğu XX. yüzyıla ilgili kaynakları taradığımızda, bilgi üretiminin ve bilgi üretenin bu çeşit yıkım ve cezalandırmalar ile yer yer karşı karşıya geldiğini görmekteyiz. Bu yıkım ve cezalandırma politikalarının nedenleri değişse de, zamanın siyasal iktisadi koşullarının ve bunlara bağlı olarak gelişen toplumsal mücadelelerin İstanbul Rasathanesi örneğinde olduğu gibi bu politikaları şekillendirdiğini söyleyebiliriz. İmparatorluğun artık eridiği son senelerine gittiğimiz zaman benzeri şekilde siyasal iktisadi koşulların ve toplumsal mücadelelerin bu politikalardaki belirleyiciliğini çarpıcı bir şekilde görürüz. I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1915 senesinde de bazı bilim ve düşün insanlarının, yine dönemin siyasal iktisadi koşulları altında ve o dönem etnik bir elbise giymiş sınıfsal mücadele ekseninde cezalandırıldığını gözlemlemekteyiz. İmparatorluğu bu dönem tek elden yöneten burjuva milliyetçi İttihatçı kadroların, aralarında yine İttihat ve Terakki üyesi V. Meclis-i Mebûsan milletvekillerinin de bulunduğu akademisyen, öğretmen ve sanatçılardan oluşan Osmanlı aydınlarını Ermeni oldukları gerekçesiyle tutuklatıp İstanbul’dan sürmesinin altında yatan da yine budur.[24]
Toplumsal Devinim ve Üniversite
Yükseköğretimin toplumsal mücadeleler için tuttuğu önemli yer, yalnızca uğradığı baskılarla değil, bu baskılara ve sürekli denetime rağmen toplumsal yapıda yol açtığı değişikliklerle de kendisini belli etmektedir. 1889 senesinde gizlice örgütlenerek İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kuran ve bu yolla İttihat ve Terakki’nin temelini atan Askeri Tıbbiye Mektebi öğrencileri yükseköğretimin toplumsal dönüşümde oynadığı role somut bir örnektir.[25] Cumhuriyetin kuruluşuyla gelen kısmi aydınlanmanın bir sonucu olan Köy Enstitüleri gibi üretim ve eğitimi birbirinden ayırmayan okullar da bu toplumsal dönüşüme katkısının başka bir örneğidir.[26] Toprak reformu kapsamında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından 1940 senesinde kurulan bu okulları, 1945 senesinde büyük toprak sahiplerinin mülklerinin bir kısmının çiftçiye dağıtılmasını tasarlayan 6032 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu takip etti. Bu yasaya karşı gerici feodal sınıfın meclisteki temsilcisi toprak sahibi milletvekilleri ve temsil ettikleri ağa ve aşiretler bir araya gelerek Demokrat Parti’yi (DP) kurdular.[27] İsmet İnönü’nün boyun eğmesiyle kabul edilen Truman doktriniyle ABD’ye borçlandırılmış genç Türkiye’nin, hem batılı sermaye cephesini temsil eden ABD’nin taleplerine hem de Türkiyeli toprak ağalarının bu okullardan hoşnutsuzluğuna karşı durması güçtü. Zaten bu yönde adımlar atmaya sınıfsal zemini gereği başından niyetli olan DP, 1954 senesinde bu okulları karma eğitim verdikleri ve komünist yetiştirdikleri gerekçeleriyle kapattı.[28]
DP’nin iktidara geldiği 1950 yılında kurulan Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) de yine aynı feodal-sermayeci sınıf refleksi ile açıklanabilir. Bu antikomünist, sermaye taraftarı gerici örgütlenmenin üyeleri arasında NATO ile aralarından su sızmayan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel gibi dönemlerinin popülist ve pragmatist sağcı siyasetçilerinin olması bir rastlantı değildir. [29] Hakeza, KMD’nin kurulduğu 1950 senesinden bu yana Türkiye siyaset tarihini büyük ölçüde şekillendiren ve Türkiye’yi yönetenler de liberal yelpazenin bu bilindik isimleridir. KMD, 1960 senesinde 27 Mayıs askeri müdahalesi ile çözülecek ve etkinliklerine son verecek olmasına rağmen, daha sonra aynı adla 1963 senesinde Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) desteğiyle tekrar kurulacaktı.[30] Yeniden kurulan derneğin kurucuları arasında ilerleyen dönemde yükseköğretimi sermaye, devlet ve emperyalizm üçgeninde türlü hile ve cebir yoluyla esir alacak olan Fetullah Gülen de yerini alacaktı.
Öte yandan 1960’lı seneler, Türkiye sosyalist hareketine yaramıştı. İlerici öğrenciler ve akademisyenler üniversitelerde sağlanan özgürlük ortamından yaralanarak kendi düşüncelerini yayma, yayınlarını dağıtma ve yasal çerçevede örgütlenme olanağı bulmuşlardı.[31] Vietnam direnişi ve Filistin mücadelesi gibi antiemperyalist davalardan da etkilenen üniversite öğrencileri ve akademisyenler, daha önce eşi görülmemiş bir şekilde işçi sınıfı ve emek örgütleri ile yan yana gelme olanağı buldular.[32] 1961 anayasasının sunduğu yasal olanaklardan da yararlanan aydınlar ve sendikacılar, başını yine bir akademisyen olan Behice Boran’ın çektiği Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kuracak; mecliste 15 sandalye ile parlamenter muhalefette yerini alacaktı.[33] Çoğunluğunu akademisyen ve sendikacıların oluşturduğu TİP’in önde gelen kadroları, ilerleyen süreçte 68 kuşağı olarak anılacak üniversite öğrencilerini ve gençlik hareketlerini önemli ölçüde etkileyecekti.[34] Bu sırada başta Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) olmak üzere birçok milliyetçi ve İslamcı yapı da sola karşı üniversitelerde mevzilendi. Özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisi eski başkanı İsmail Kahraman’ın başkanlığını yaptığı dönemde milliyetçi-mukaddesatçı hatlarda yeniden tasarlanan MTTB, aralarında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kurucuları 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de olduğu günümüz sağının en etkili siyasetçilerinin de gençliklerindeki belirleyici durak noktalarından biri oldu.[35]
Bütün bu gelişmelerin ışığında gelen 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin maktullerinden biri de üniversiteler oldu. Aydınlara karşı tutuklama ve gözaltı kampanyalarını Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceli sorgular takip etti.[36] Dernekler kapatıldı; sokağa çıkma yasağıyla özgürlükler kısıtlandı. Bir kez daha idam sehpası kuran askerler, faturayı kimseyi öldürmemiş, kusurları düzene karşı çıkmak olan üniversite gençlik hareketinin önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’a kesti. Bu dönemde, MTTB ve KMD’nin nitelik ve işlevlerini, başta Ülkü Ocakları ve Akıncılar olmak üzere irili ufaklı ve bir kısmı silahlı aşırı sağcı milisler üstleneceklerdi.[37] Öte yandan, sayıları hızla artan takipçileriyle cemaatleşerek güç kazanacak bir başka isim de Gülen’di. Dev-Genç gibi kitlesel örgütlerin çatısı altında yükselen 78 gençlik hareketine karşı ülkücü milisler, devletin emniyet ve istihbari kurumlarınca üniversitelere yerleştirildi. 1978’de Beyazıt Meydanı’nda ülkücüler tarafından gerçekleştirilen bombalı ve silahlı saldırıda yedi öğrenci öldürüldü; onlarca öğrenci yaralandı.[38] Yine aynı sene Ankara’da 7 TİP’li üniversite öğrencisi ülkücü tetikçilerce evlerinde vahşice infaz edildi.[39]
1970’lerde şiddet kazanan polisiye tedbirler üniversitelerdeki hareketliliğin önünü kesmeye yetmedi. Ülke genelindeki çatışma atmosferini bahane eden NATO’cu askerler, 1980’de parlamenter demokrasiyi bir kez daha askıya aldılar. Darağaçlarının yeniden kurulduğu 12 Eylül darbesinin muhatabı, 12 Mart’ta olduğu gibi ülkemizin aydınlık güçleri oldu. Cuntanın hedef tahtasında bu aydınlığı besleyen üniversiteler vardı. 1970’lerde polis sirenleriyle yankılanan üniversite yerleşkeleri, 1980’lerde bir süre asker postalı ile çiğnendi. 1981 senesine kadar öğrenci seçme ve yerleştirme işlemlerini yürüten Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM), bu tarihte yürürlüğe giren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 10. ve 45. maddeleri gereğince adı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) olarak değiştirildi;[40] yine bu tarihte kurulan Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bağlandı.
YÖK ile Yok Olana Dair
Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) desteğiyle kurulmuş 6. Demirel Hükümeti’nde özelleştirmelerin önünü açan 24 Ocak kararlarını uygulamada ısrarcı olan cunta, sermaye yanlısı ve emek düşmanı söz konusu liberal reformları gerçekleştirmek görevine bu kararlarda imzası olan eski Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ı uygun görmüştü.[41] Böylece Türkiye’yi geri dönülmez bir şekilde neoliberal çıkmaza sokan cuntacılar, neoliberalleşme işini ülke genelinde Özal’a; yükseköğretim ve eğitim alanında cuntacılarla kişisel bir dostluğu da bulunan YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı’ya devrettiler.[42] MHP içerdeyken, fikrini iktidara taşıyan 12 Eylül’ün faşist komutanları, tescilli bir intihalci olan Doğramacı’yı yalnızca üniversitelerin polisi tayin etmemiş, aynı zamanda onun aracılığıyla vakıf kisvesi altında özel üniversitelere de yol vermişlerdi.[43]
Eğitimde neoliberalleşmenin halk düşmanı her ögesini kişisel bir nitelik olarak bünyesinde barındıran Doğramacı, kendisine cuntacılarca peşkeş çekilen ODTÜ’ye ait kamu arazisinde yüksek eğitim satan şirketten bozma üniversitelerden ilkini, yani Bilkent Üniversitesi’ni kuracaktı. YÖK Başkanlığı görevinden istifade eden ve bu görevi kötüye kullanan Doğramacı’nın nasıl yolsuzca kendi üniversitesinin yolunu yaptığını 1987 senesinde okurlarına taşıyan Uğur Mumcu’ya kulak verelim:[44]
“[…] devlet üniversitelerinden seçtiği değerli öğretim üyelerini paralı Bilkent Üniversitesi’ne ‘transfer’ ediyor; bu da yetmiyor; ODTÜ yönetim kurulu toplantısına katılarak, devlet Hazinesi’ne kayıtlı üniversite arazisinin bir kısmına Bilkent adına el koyuyor […] ODTÜ, orman arazisiymiş, Hazine üzerine Kayıtlıymış; özel vakıflara satılmazmış… ‘vız’ geliyor adama…”
Mumcu, aynı köşe yazısında ODTÜ’den alınan arazinin Bilkent Üniversitesi için ‘alışveriş merkezi’ olacağını anlatıyor. Hoş, belki de Doğramacı alışveriş merkezi derken kurduğu Bilkent Üniversitesi’nden bahsediyordu. Doğramacı’yı haklı olarak “inşaat yapan bir müteahhit” diye tanımlayan Mumcu, bu durumu “nüfuz suistimali” olarak özetliyor. Bu konuda ODTÜ Rektörü Gönlübol’u da kendi mizahi üslubuyla ‘bol gönüllülükle’ suçlayan Mumcu, ta o tarihte neoliberal piyasalaşmayı, piyasalaşmanın gereği ve neticesi olan kirli ilişkilerini gözler önüne sererek, tane tane anlatıyor:
“[…] sayın rektör, daha geçen Nisan ayında, ODTÜ yönetim kuruluna, üniversite kampusu içinde Suudi Arabistan hükümetinin desteği ile bir ‘İslam Kültür Sitesi’ yapılması kararını aldırmamış mıydı? Yönetim kuruluna bu ‘İslam Kültür Sitesi’nin yapılması için Başbakanın kardeşi Korkut Özal’ın aracı olduğunu bildirmemiş miydi? Yönetim kurulunda Sayın Cumhurbaşkanının da bu projeyi desteklediğini ileri sürerek böyle bir karar çıkarmayı başarmamış mıydı? Bir yanda ‘Suudi camisi’ öte yanda ‘Bilkent alışveriş merkezi’! ODTÜ’nün bahçesine 1961 yılında Rektör Kemal Kurdaş’ın öncülüğünde çam ağaçları dikilmişti. Çamlar kök saldı, büyüdü; boy attı. Bu kökleri söküp atmak o kadar kolay mıdır?”
Böylesi Kamulaştırma Yasası’na aykırı şekilde ODTÜ arazisine deyim yerindeyse ‘çökmüş’ olan Doğramacı’nın ilk örneğini ürettiği birçok vakıf üniversitesi de, Doğramacı’nın akademik etiğe ve kamu görevi ahlakına sığmayan belli başlı niteliklerini aynen devralmış gözüküyorlar. Gerek sözüm ona ücretsiz izne gönderdikleri genç araştırma görevlilerine türlü angarya iş yaptırarak, gerek de kısa çalışma ödeneği adı altında tam dönem çalıştırmaya devam ettikleri akademisyenlerin maaşlarını tırpanlayarak, öğrencilerden aldıkları fahiş tutarlar ile ortaya koydukları Doğramacı’dan miras ‘özel’liklerini pekiştiriyorlar. Birçoğu üniversite emekçilerini sömürmedeki üstün başarılarıyla göze çarpan vakıf üniversiteleri, bu özel statülerinde yalnız da değildir. Kamusal, ücretsiz eğitim konusunda görece hâlâ şanslı olduğunu itiraf etmemiz gereken ülkemizde devlet üniversiteleri, dünyanın geri kalan birçok ülkesinde olduğu kadar olmasa da 1980’lerden bugüne kısmen özelleşmiş, pazara açılmıştır. Döner sermayeler, öğrenci katkı payları ve yaz okulu ücretleri derken yükseköğretimin her alanında metalaşan eğitim ve bu metayı satın alarak pazara can veren öğrencilerin müşterileşmesini ücretli yurtlar, ateş pahası yemekhane ve kantinler, akıl almaz ücretler karşılığında sağlanan öğrenci servisleri ve kitaplar takip etmiştir.
Devlet kurumlarında ve ticarette çoğu zaman kanunlara aykırı şekilde boy gösteren ya da kanundışı ilişkileri ile öne çıkan tarikatlar ve cemaatler, işte 12 Eylül’ün solun üzerinden geçtiği, mimarı Evren’in ayetler okuduğu böyle bir dönemde palazlanacaktı. Gerçekten de, şimdilerde adını anmanın moda olduğu Gülenciler de dâhil olmak üzere birçok irticai örgüt, üniversiteler ve temel eğitim kurumlarında keyiflerince örgütlenme fırsatını böylesi bir boşluğu doldurarak buldu. Hatta özelleştirmelerden kurnazca sebeplenecek olan başta Gülenciler olmak üzere birçok cemaat, piyasalaşan yükseköğretimi kullanarak ve burada kendilerine bir yer bularak halkın sırtından yüklü kazançlar elde edeceklerdi. 12 Eylül’den sonra okullar, üniversiteler, yurtlar, ‘ışık evleri’ ve çeşitli dershaneler yoluyla özellikle eğitim alanında büyüyen bu örgüt, buralardan devşirdiği mesleklerinde görece iyi yetiştirilmiş birçok insanı çocuk denilecek yaşta zehirleyerek bünyesine katacak; dolayısıyla Türkiye’de önü alınamayan yeşil sermayenin en etkin ve tehlikeli oyuncularından biri olarak yerini alacaktı.
1990’larda gerek sivili gerek üniformalısıyla bir polis karakolunu aratmayan üniversite, bütün bunlar yetmezmiş gibi 2000’lerde özel güvenlikle tanıştı. Yine bu dönem abi, abla, imam ve reis gibi sıfatlar yakıştırılan çeşitli gerici örgüt mensupları, dost tuttukları liberal akademik ve idari kadroların da marifetiyle birçok üniversite yerleşkesini teftiş ve tertip eder hale geldiler. 12 Eylül’den miras kalma muhbir kültürünün 2010’larda büsbütün kitleselleşmesi, muhalif öğretmen ve öğrenciler için bugün de süregelen bir korku iklimini ve sindirilmişliği de beraberinde getirdi. Öte yandan sayısız öğrenci ve öğretmenin, 1980’den bu yana YÖK, emniyet teşkilatı, üniversite idareleri ve dini cemaatlerce yasalara aykırı şekilde her halükarda fişlendiğini de biliyoruz. Bu yönüyle, sınıf arkadaşlarını ve öğretmenlerini ihbar eden öğrenciler –ya da öğrencilerini ve meslektaşlarını ihbar eden öğretmenler– 12 Eylül’den sonra deyim yerindeyse panoptikonlaşan üniversitenin sadece bir düzeneğini teşkil ediyor.[45]
AKP’nin Eğitim, Öğretim ve Kültür ile İmtihanı
Üniversitelerdeki bu korku iklimini, yükseköğretimin ve akademik araştırmanın önündeki doğrudan ve dolaylı türlü engel tamamlamaktadır. Bu yönüyle üniversitelerimizi, Louis Althusser’in devletin ideolojik ve baskı aygıtlarına atıfta bulunarak da okuyabiliriz.[46] Şirketten farksız vakıf üniversitelerini göz önünde bulundurduğumuzda, keza Pierre Bourdieu’nün bir sınıfın yeniden üretilmesine yönelik eğitim üzerine söylediklerini derin bir çözümleme yapmak için kullanabiliriz.[47] Bu paralelde, Lucien Sève’in yaşamöyküsü biliminden yola çıkarak emekçi bireylerin erişimine büyük ölçüde kapatılmış yükseköğretimi, bireyleri geliştirebilecekleri yeteneklerden alıkoyan gerici bir sınıf aygıtı olarak da pekâlâ değerlendirebiliriz.[48] Naifçe düşünüp, en geniş anlamıyla burjuva liberal fırsat eşitliği ilkesinden hareket etsek dâhi, gelinen noktada ülkemizde yükseköğretimin, sadece yukarıda değindiğimiz piyasalaşma ekseninde yozlaşması ve ilintili emek hırsızlıkları göz önüne alındığı zaman bile sınıfta kaldığını söyleyebiliriz. Bu hukuksuzlukların yanı sıra üniversiteler üzerinde kurulan baskı ve piyasacı yozlaşmayı da düşündüğümüzde, nitelikli akademisyenlerimizin ve iyi bir eğitim isteyen öğrencilerimizin gurbeti memlekete tercih etmek pahasına neden gözlerini yurtdışındaki üniversitelere diktiğini de anlamak güç olmasa gerek. Kendi çocukları da yurtdışında okumuş olan Türkiye Cumhuriyeti 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu konuda hemfikir olmalı ki partisinin iktidar olduğu son on sekiz senelik dönemde “eğitim ve öğretimde, kültürde” istenilen ilerlemeyi kaydedemediklerini itiraf ediyor ve ekliyor: “Topyekûn bir eğitim öğretim reformu yapmamız gerekiyor.”
Öte yandan, Erdoğan ve bakanları iktidarları süresince eğitim ve öğretimde, kültürde ilerleme kaydedilmesin diye çalışsalar ancak bu kadar ‘başarılı’ olurlardı. Ramazan programlarından 30 gün içerisinde 600 bin lira para kaldıran bir ilahiyatçıyı bünyesinde bulunduran YÖK’ün bu başarıdaki payı ölçülemez. Keza, “papaz eriğini imam eriğine” çevirmek gibi pek faziletli bir projeyi daha akademiye kazandıran Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) gibi üst düzey bir ‘araştırma kurumu’ ile de eğitimde başarısızlıkta kaydedilen bu üstün başarı şaşırtıcı değildir. ‘Helal’ bisiklet üretme teklifi ile halkın ihtiyaçlarına her daim cevap vermeye hazır ve nazır bilim ve felsefe tarihi hocaları, elbette bu başarısızlığın nişanını kıvançla taşımalıdırlar. Öte yandan iki senede üç parti değiştirmeyi ‘siyaset bilimi’, “halk arasında” konuşulanları canlı yayında ağzına geldiği gibi tekrar etmeyi ‘sosyoloji‘ kabul eden bir akademisyenin çok bilimsel “derin CHP” tezi, akademik araştırmada ne çok yolu gerisin geriye yürüdüğümüzün resmidir. Televizyonda birbirlerine giren tıp profesörleri, haftalarca ‘sarı ırk’ ve ‘Türk geni’ diye haykırarak televizyon kanallarını gezen bir adet doçent ve mahalle kavgasına tutuşmuş yaramaz çocukları andıran uzman doktorlar, halkı sağlık konusunda çok bilinçlendiremeseler de, en azından kendilerini izole edip evde oturan 65 yaş üstü bireylerdeki can sıkıntısını gidermiş olmalılar. Çocuk evlilikleri yasak olduğu için türlü felaketlerin yaşandığına kanaat getiren kendinden menkul ilahiyatçı deprembilimciler ve hiçbir bilimsel makalesi olmayan rektörlerce yönetilen üniversiteleri de, AKP iktidarı döneminde yaşandığı için AKP’nin bilim ve eğitimde etkili bir şekilde başarısızlığına not düşebiliriz. Profesörlük unvanı taşıma hakkı olmayan doktorların rektörlüğe atandığı, yüksek liseden bozma sayısız üniversitenin açıldığı bu dönemde, zaten eğitim ve öğretimde ilerleme kat edilmesi şaşırtıcı olurdu.[49] Öte yandan, tiyatroların kapatılması, sanatçıların cezalandırılması, heykellerin yıkılması, kitapların toplatılması ve devlet sanatçılarının yargılanması gibi faaliyetlere imza atılan içinden geçtiğimiz dönemeçte, kültür alanında da ancak gerileme kaydedilebilirdi.
Yalnızca öğrencilerin değil, akademisyenlerin de zabıtalığını yapan YÖK gibi 12 Eylül’den kalma polisiye devlet kurumları, üniversitelerde yürütülen akademik tartışma ve araştırmaların alan ve içeriklerine yaygın olarak müdahale ettiği sürece eğitim, öğretim ve kültürde bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır. En azından eğitimde ilerleyememe konusunda sorumluluk alan iktidar sahibi Erdoğan ve hükümeti, aslında serbest piyasaya kayıtsız şartsız teslim olmuş, içinde yaşadığımız tek kutuplu sermayeci kürenin genel eğilimini takip etmesiyle çok olağandışı ya da şaşılacak bir iş yapmakta veya yapmamakta değildir. Öyle ki, bugünkü iktidar sahipleri kendilerinden önceki iktidar sahiplerine de biçilmiş olan, dünyada neredeyse her hükümetin üstlendiği sıradan diyebileceğimiz bir görevi ifa etmektedir. Bugün bu vasfı gören dünyadaki tek iktidar sahibi olmadığı gibi, neoliberalleşmede bir ‘modus operandi’ veya gereçten öteye geçmeyen AKP iktidarı, bu niteliğiyle en azından Özal’dan bu yana tereddütsüz takip edilen eğitimde neoliberalleşme çizgisinde doğrusal bir devamlılığı temsil etmekte, bu istikamette sapmadan hareket etmektedir. Hatta son dönemde yine fikri iktidarda olan MHP ile Özal’ın piyasacılığı, 12 Eylül’cülerin darbe hukuku, MSP’den ayrılma İslamcı kadroların yan yana geldiği Üçüncü bir ‘Milliyetçi Cephe’ Hükümeti görüyoruz.[50] Dolayısıyla, adına neoliberalleşme dediğimiz sermayenin küresel düzeydeki örgün saldırısına karşı emekten yana bir duruş gösterilmedikçe, ne ülkemizde ne de dünyada hiçbir reform, standartlarından sürekli ödün veren eğitim ve öğretimi, sürekli yozlaşan kültürü toparlayamaz. [51]
Hakça, Halkça, Halkçı Öz-Eğitim
Kütüphanesiyle ünlü İskenderiye Müzesi’nden söz ederek başladığımız bu yazıyı sonlandırırken, kütüphaneler üzerine çokça kafa yormuş olan Bolşevik devrimci Nadejda Krupskaya’nın eğitimde neyi nasıl yapmamız gerektiğine dair önemli ipuçları taşıyan değerli düşünce ve görüşlerine başvurmakta yarar var.[52] Kamusal eğitimin her bileşeninin insanların kendilerini ve toplumlarını geliştirmelerinde bir adım olduğunu düşünen Krupskaya, evrensel bir halk eğitiminin ve herkesin erişebileceği genişletilmiş kütüphanelerin bireysel ve toplumsal tatmin için önemini her fırsatta vurgular.[53] Belli başlı klasik eserlerden ibaret dar bir kaynak haznesine sahip Rus İmparatorluğu kütüphanelerini, yalnızca belli bir zümreye açık olmaları nedeniyle eleştiren Krupskaya okullar da dâhil olmak üzere bütün eğitim araç ve gereçlerine herkesçe erişimi savunur. 1939’daki ölümüne kadar on sene boyunca Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Halk Eğitim Bakan Yardımcısı olan Krupskaya, yalnızca çocukların ve gençlerin eğitildiği değil, aynı zamanda her yaştan bireyin sürekli öğrendiği bir toplumsal altyapının kurulması yönünde görüş belirtir.[54] Bu nedenle kütüphanelere ve eğitim malzemelerine erişimi genişletmeye ve kolaylaştırmaya yönelik çalışan Krupskaya’ya göre, yalnızca çocukların ve gençlerin daha iyi eğitilmeleri ile bireysel ve toplumsal tatmin sağlanamaz. Eğitimi belli bir yaş grubuna özel dönemsel bir etkinlik olarak görmeyen Krupskaya, emekçilerin yaşamlarının her döneminde eğitim unsurlarına erişebilir ve kendilerini sürekli eğitebilecek durumda olmalarını savunur.[55]
Ekim Devrimi’ne kadar olan süreçte okuma-yazma ve aritmetik öğreterek yaşamını kazanan Krupskaya, Maksim Gorki’ye yazdığı bir mektubunda insanların akıllarında ve kalplerinde büyümeleri gerektiğini ifade eder.[56] Evrensel eğitim, okulların güçlendirilmesi ve öğretim yöntemlerini geliştirmek yönünde her zaman daha ileriye atılacak adımların olduğuna inanan Krupskaya’ya göre, böylesi bir akıl –yani bilinç– ve kalp –yani irade– birlikteliğinin inşası için sanat ve özellikle sanatın bir kolu olarak edebiyat temel bir rol oynamaktadır. Ancak bu bilinç ve irade birlikteliğinden yararlanabilecek imece, yenilmez maddi bir toplumsal güce dönüşebilir. Bu nedenledir ki Krupskaya, Clara Zetkin fabrikası işçilerine yazdığı bir mektupta emekçilerin, fabrikalarında okuma yazma bilmeyen tek bir işçi kalmayacak şekilde kendi eğitimlerine eğilmelerinin bir “şeref meselesi” olduğunu söyler.[57] Keza yine fabrika işçilerine seslendiği bir başka mektubunda, işçilerin okulla aralarında hâlâ kat etmeleri gereken önemli bir mesafe olduğunu dile getirir.[58] Krupskaya’ya göre buradaki emekçi kadın ve erkeklerin öğrenmek kadar öğretmek gibi son derece önemli bir görevleri de vardır: Çocukların okul saatleri dışında geçirdikleri zaman da bir eğitim konusudur ve bu zamanın da çocukların en iyi şekilde eğitilmeleri için değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle emekçiler sürekli öğren(ebil)meli ve başta kendi çocukları da olmak üzere toplumun diğer fertlerine de öğrendiklerini öğretebilmelidirler.[59]
Krupskaya’nın sözünü ettiği eğitimde toplumcu, bütünlüklü dönüşümün ilginç bir yanı böylesi bir toplumcu dönüşümle birlikte ve sürekli götürülmesini gerekli gördüğü eğitimde yatıyor. Diğer bir deyişle, toplumsal dönüşüm ve eğitimin diyalektiğini işaret ediyor. Buradan hareketle, toplumsal dönüşüm mücadelesinde ısrar, nitelikli eğitimin bir koşuluyken; eğitimde ısrar da toplumsal dönüşümün aynı şekilde bir ön koşulu diyebiliriz. Birbirlerini bu şekilde gerekli kılan, birlikte somutlaşıp ifadesini bulan eğitim ve mücadele, birlikte götürülmedikçe ne eğitim için mücadele ne de eğitimin kendisi bir yere varıyor. Ne yapmalı? Platon’un akademisi, bir zeytin ağacı koruluğunda kurulmuştu. İnsan kendi kendisine her daim öğrenir, kendi kendisini sürekli eğitebilir, çevresindekilerden öğrenebilir ve çevresindekilere de öğretebilir. Bu okulun adı hayattır. Krupskaya’nın vaktiyle öğrendiği, bize de öğrettiği güzel bir şey var: Öğrenmek ve öğretmek. Bu bağlamda, sermayeyi temsil eden güçlerin her türlü baskı ve önlemlerine karşı elimizde hemen şimdi kendi emek eksenli halk eğitimimizi tesis etme imkânı var.[60] Akademiden kovulabilir, akademi dışı kalabilir, akademiye devam edemeyebilir ve hatta hiçbir zaman resmi yükseköğretim kurumlarının kapılarından dahi geçemeyebiliriz. Kaldı ki bu kapılardan geçip diplomalı işsiz yüz binlere, hatta sayıları bugün yüzlerle ölçülen işsiz akademisyenlere de katılabiliriz.
Diplomalı işsizlerin ve kadro dışı doktorların ‘askıda ekmeğe’ muhtaç kaldığı şu koşullarda, ülkemizin özgürlüğe, özellikle de akademik özgürlükle özdeş tutabileceğimiz ‘düşünce özgürlüğüne’ her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu su götürmez bir gerçek. Ne var ki siyasi baskıların ve iktisadi krizin doruk noktalarını yakaladığı mevcut konjonktürde; kendimizi kandırmaz ve tarihsel materyalizmin nesnesi olan siyasal iktisadi şartlar çerçevesinde bugünü değerlendirirsek; iş de, ekmek de, özgürlük de en azından şu anda her zamankinden çok daha uzakta gözüküyor. Bir gerçek var ki o da şu: Bütün bunlar da geçecek, buradan da geçilecek. 2017 senesinde kaybettiğimiz Dev-Genç eski önderi Bülent Uluer, Beyazıt Katliamının 16 Mart 2015’teki anmasında şöyle diyor: “Hâlâ insanlar ölüyor. Hâlâ gençlerimiz sokaklarda vuruluyor […] fakat insanlar ölmeden, insanlar eziyet çekmeden, insanlar zulme uğramadan dünya değişmiyor; maalesef değişmiyor.” Ne yazık ki Uluer doğru söylüyor, ama işin umutlu yanı da bu: Her şey değişiyor, katı olan her şey buharlaşıyor.[61] Doğru rüzgâr estiği zaman arkamıza almak üzere Krupskaya’nın önerdiği gibi toplumsal ilişkilerin ve sınıf mücadelesinin somut gerçekliğinde pişerek kendimizi eğitmeli;[62] bugün hemen şimdi kendi akademimizi kurmalıyız –ki bir gün istediğimiz eşit, adil, özgür, halkçı akademiyi herkese sunabilelim.
[1] Tunçay, M. ve Haldun, Ö. (1984). ‘1933 Tasfiyesi veya Bir Tek Parti Politikacısının Önlenemez Yükselişi ve Düşüşü,’ Tarih ve Toplum, sy. 10, Ekim 1984, s. 6-20.
[2] Bu tarihin öncesinde de hem genç cumhuriyet sırasında hem de daha önceki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda cezalandırılan, sürülen ve öldürülen birçok düşünür ve kuramcıya örnek verebiliriz. Bunlardan bazıları Marksist sosyolog Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı askeri hekimi şair Dr. Rupen Sevag (Çilingiryan) ve gazeteci –İştirakçi– Hüseyin Hilmi’dir. Türkiye tarihinin en uzun süre hapis yatmış aydını Kıvılcımlı da, işkencede can veren Ermeni şair Sevag da, polis kurşunuyla öldürülen Osmanlı sosyalisti Hilmi de çok değerli olmalarına rağmen resmi olarak akademisyen ya da üniversite emekçisi olmadıkları için onları burada anıyoruz.
[3] Çetik, M. (1998). Üniversitede cadı kazanı: 1948 DTCF tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın müdafası. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
[4] Urgan, M. (2011). Bir Dinozorun Anıları. İstanbul: YKY.
[5] Altan’ın torunu dostumuz Onur Acaroğlu’nun aktardığına göre, Altan bir derste üç kez “kentleri bu hale getiren topraklarındaki özel mülkiyettir” dediği gerekçesiyle üniversite idaresi tarafından ikaz edilmiştir. Kendisine “sokaktaki ağacı, çiçeği konuş ama bunları konuşma” diyen idareye aldırış göstermeyen Altan, derste neyi kaç kere dediğine kadar hakkında sürekli istihbari takibinin yapıldığı bu dönemde dile getirdiği düşünceleri ve siyasi etkinlikleri nedeniyle işinden olmuştur. Üniversiteye okutman olarak geri döndüğünde yüzlerce öğrencinin kaydolduğu bir dersi için amfi talep edince yeterince ‘minnettar’ davranmadığı gerekçesiyle üniversite idaresince bir kez daha işine son verilmiştir.
[6] Yılmaz, T. (1990). 1402’likler: Dokuz Yıllık Bir Öykü, Açelya Yayıncılık: Ankara.
[7] Köktürk, E. (2001). Minnacık Bir Dev: Avukat Necla Fertan Ertel, Kendi Ağzından Yaşam Öyküsü. Metis: İstanbul, s, 287.
[8] Plato. (2017). Plato: Euthyphro, Apology, Crito, Phaedo. Greek with translation by Chris Emlyn-Jones and William Preddy. Loeb Classical Library 36. Harvard University Press: Cambridge.
[9] Lysias. (1976). W. R. Lamb’s ‘Chronological summary,’ Lysias, The Loeb Classical Library, Harvard University Press: Cambridge, s. xxiv.
[10] Han Hanedanı’nın resmi tarihyazımcılarından Sima Qian’ın Shiji eserindeki anlatıya göre, İmparator Qin Shi Huang M.Ö. III. yüzyılda siyasi görüşleri denetim altına almak amacıyla o tarihe kadar süregelmekte olan bütün düşünsel birikimi ülke genelinde bastırmaya karar verir. Bunun için öncelikle Antik Çin’in 100 Düşünce Okulu’nu temsil eden yazılı eserleri yaktırarak yok etme, daha sonra da sayıları 460 olarak nakledilen yüzlerce bilgini canlı canlı gömdürerek katletme yoluna gitmiştir. İmparatorun kitapları yok ettirttiği ve bilginleri öldürttüğü konusunda hemfikir olan çağdaş tarihçiler, bugün gelenekselleşmiş olan bu öyküye ayrıntıları noktasında şüpheyle yaklaşmaktadır. Sima Qian’ın Shiji’yi kaleme aldığı tarihten yüz sene önce meydana gelmiş söz konusu olayları, daha önce başka hiçbir belge ve kaynak aktarmamaktadır. Dikkat çeken bir başka ayrıntıysa Sima Qian’ın gömülerek öldürüldüğünü belirttiği hiçbir bilginin adını paylaşmamasıdır. Kern, M. (2010). ‘Early Chinese Literature: Beginnings through Western Han,’ in Kang-i Sun Chang; Stephen Owen (eds.), The Cambridge History of Chinese Literature. Cambridge University Press, s.111-11; Nylan, M. (2001). The five “Confucian” classics. Yale University Press.
[11] Bunson, M. (1991). A Dictionary of the Roman Empire. Oxford University Press, s. 382.
[12] Watts, E. J. (2006). ‘Hypatia and pagan philosophical culture in the later fourth century,’ City and School in Late Antique Athens and Alexandria, University of California Press, s. 197–198.
[13] Uludağ, S. ve Bayburtlugil, N. (1991). ‘AYNÜLKUDÂT el-HEMEDÂNÎ,’ Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 4, s. 280-282.
[14] Fitzgerald, T. (2007). Discourse on Civility and Barbarity. Oxford University Press, s. 239.
[15] Krętosz, J.(2012). Likwidacja kadry naukowej Lwowa w lipcu 1941 roku. Niezwykła więź Kresów Wschodnich i Zachodnich. Ed. by Krystyna Heska-Kwaśniewicz, Alicja Ratuszna & Ewa Żurawska. Uniwersytet Śląski, s. 13–21.
[16] Sarıhan, Ş. (2009). Madımak Yangını Sivas Katliamı Davası. Ankara Barosu Yayınları, s. 211.
[17] Riginos, A. (1976). Platonica : the anecdotes concerning the life and writings of Plato. E.J. Brill: Leiden, s. 73, 193-195.
[18] Green, Peter (1991). Alexander of Macedon. University of California Press, s. 58-59.
[19] Nussbaum, M. (2003), ‘Aristotle,’ in Hornblower, Simon; Spawforth, Antony (eds.), The Oxford Classical Dictionary (3rd ed.), Oxford University Press, s. 166.
[20] Will, É., Mossé, C. Ve Goukowsky, P. (1975). Le monde grec et l’Orient, tome II Le IVe siècle et l’époque hellénistique, P.U.F., s. 570-571.
[21] Lyons, Martyn (2011). Books: A Living History. Getty Publications: Los Angeles, s. 26.
[22] Evliya Çelebi’nin öne sürdüğüne göre XVII. yüzyılda yaşayan Hezârfen Ahmed Çelebi, Galata Kulesi’nin tepesinden uçarak kilometrelerce ötedeki Üsküdar’a inmiştir. Yine aynı anlatıya göre, bu başarılı uçuş denemesinin ardından Hezârfen, her dilediğini gerçekleştiren korkulası bir insan olduğu gerekçesiyle dönemin padişahı IV. Murad tarafından Cezayir’e sürülmüştür. Yalnızca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde adı geçen Hezârfen Ahmed Çelebi’ye dair bu anlatı başka hiçbir tarihi belge ve kaynakta geçmemektedir. Öte yandan, X. yüzyılda bugünkü Kazakistan’da doğan ve benzeri bir kalkışmada bulunduğu bilinen Türk bilgin İsmail bin Hammâd el-Cevherî bu denemesinde yere çakılarak ölür. White, L. T., Jr. (Spring, 1961). ‘Eilmer of Malmesbury, an Eleventh Century Aviator: A Case Study of Technological Innovation, Its Context and Tradition,’ Technology and Culture 2 (2), s. 97-111; Kaçar, M. (1998). ‘Hezarfen Ahmed Çelebi,’ Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 17, s. 297.
[23] Takiyüddin’in Rasathanesi olarak da bilinen bu gözlemevi, güneş, ay ve gezegenlerin yörüngelerini hesaplamak üzere 1575 yılında Osmanlı âlimi Takiyüddin tarafından Tophane’de kuruldu. Bu gözlemevi, kuruluşundan yalnızca beş sene gibi kısa bir süre sonra siyasal iç çekişmeler ve öfkeli tarikatların bağnazlığı gölgesinde Şeyhülislam Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi’nin fetvası ve dönemin padişahı III. Murad’ın emriyle yıkılmasına karar verildi. Gözlemevinin yıkımı, gökleri izlemenin neden olduğu iddia edilen deprem ve salgın gibi birtakım uğursuzluklar olarak gerekçelendirildi. Aynı dönemde Danimarka Kralı II. Frederick, gökbilimci Thyco Brahe tarafından yönetilecek Uraniborg Gözlemevi’ni inşa ettiriyordu. Brahe’nin daha sonra hem kalfalığını yapacak hem de Uraniborg’daki gözlem ve çalışmalarından beslenecek olan Alman gökbilimci Johannes Kepler, XVII. yüzyılın başlarında gezegensel hareket yasalarını ortaya koyacaktı. Bu yasaları, merkezkaç kuvveti yasası ile tekrar inceleyen İngiliz fizikçi Isaac Newton ise 1687 senesinde kütleçekim yasasını keşfederek bilim tarihine damgasını vuracaktı. Bkz: İpşirli, M. (2001). ‘KADIZÂDE, Ahmed Şemseddin,’ Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 24, s. 96-97; Sayılı, A. (1960). The Observatory in Islam and its place in the General History of the Observatory, s. 289; Urang, Ak. (1997). ‘Osmanlının Uzaya Bakan Gözü Takiyüddin ve İstanbul Rasathanesi,’ Bilim ve Teknik, 351. ss. 34-40; Soucek, S. (June 2013), ‘Piri Reis. His uniqueness among cartographers and hydrographers of the Renaissance,’ in Vagnon, Emmanuelle; Hofmann, Catherine (eds.), Cartes marines : d’une technique à une culture. Actes du colloque du 3 décembre 2012., CFC, s. 135–144,
[24] Göçek, F. M. (2011). The Transformation of Turkey Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era. I.B. Tauris & Co: London, s. 216-222.
[25] Burak, M. D. (2003). ‘Osmanlı Devleti’nde Jön Türk Hareketinin Başlaması ve Etkileri,’ Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, sy. 14, s. 297.
[26] Ata, B. (2000). ‘The Influence of an American educator John Dewey on the Turkish Educational System,’ The Turkish Yearbook of International Relations, (31) , s. 119-130.
[27] Bkz: Dündar, C. (2004). Köy Enstitüleri. İmge Kitabevi Yayınları: Ankara.
[28] Tekeli, İ. (1985). ‘Osmanlı İmparatorluğundan Günümüze Eğitimin Gelişimi,’ Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. III, İletişim Yayınları, s. 666.
[29] Yetkin, M. Kasım 2018). Meraklısı İçin Casuslar Kitabı. Amerikan Silahı, Amerikan Yardımı, Amerikan Üsleri. Doğan Kitap, s. 351-354.
[30] A.g.e.
[31] Basın kuruluşlarının ve üniversitelerin maruz kaldığı baskının da önayak olduğu 27 Mayıs müdahalesi, 1961’de ülkenin daha önce hiç görmediği yurttaşlık hak ve özgürlükleri sunan bir anayasa ile sonuçlandı. Bu anayasa ile üniversitelere yeni özerklikler tanındı ve öğrenci örgütleri daha az kısıtlanır hale geldi. Boran, B. (1968). Türkiye ve Sosyalizm Sorunları. İstanbul: Gün Yayınları, s. 59-60; Öncü, A. (2003). Dictatorship Plus Hegemony: A Gramscian Analysis of the Turkish State. Science & Society Vol. 67, No. 3, s. 303-328. S&S Quarterly, Inc., s. 318.
[32] Çulhaoğlu, M. (2002). Doğruda Durmanın Felsefesi, Secme Yazılar 1970-2000. İstanbul: YGS, s. 670; Akdere, İ. ve Karadeniz, Z. (1994). Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, s.229.
[33] Mumcu, U. (1986). Aybar ile Söyleşi Sosyalizm ve Bağımsızlık.Ankara: Tekin Yayınevi, s. 41
[34] Akdere, İ. ve Karadeniz, Z. (1994). Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, s.220- 270.
[35] Çagaptay, S. (2020). The New Sultan: Erdogan and the Crisis of Modern Turkey. I.B. Tauris: London, s. 49; Kaleli, L. (2017). Geçmişten Günümüze Dinsel Katliamlar. Berfin Yayınları: İstanbul, s. 199.
[36] Bkz: Selçuk, İ. (2008). Ziverbey Köşkü. İstanbul: Cumhuriyet.
[37] Şahhüseyinoğlu, H. N. (2005). Yakın tarihimizde kitlesel katliamlar: Malatya-K. Maraş-Çorum-Sivas katliamları. Ürün Yayınları: Ankara, s. 254.
[38] Bkz: Parlar, S. (2006). Kontrgerilla Kıskacında Türkiye. İstanbul: Mephisto Kitaplığı.
[39] Ganser, D. (2005). “Terrorism in Western Europe: An Approach to NATO’s Secret Stay-Behind Armies”. Whitehead Journal of Diplomacy and International Relations VI, s. 237. Ayrıca bkz: Yalçın, S., Yurdakul, D. (1997). “The Bahçelievler Katliamı”. Reis: Gladio’nun Türk Tetikçisi. Su Yayinlari: Istanbul.
[40] 1974 senesinde sınavların tek merkezden yapılmasına karar verilince 1750 sayılı Üniversiteler Kanununun 52. Maddesi uyarınca Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM) kurulmuştu.
[41] Gürcan, E. C. ve Mete, B. (2017). Neoliberalism and the Changing Face of Unionism: The Combined and Uneven Development of Class Capacities in Turkey. Palgrave Macmillan: Cham, s. 70.
[42] Hatiboğlu, M. T. (1998). Türkiye Üniversite Tarihi, 1845-1997. Selvi Yayınevi: İstanbul, s. 305, 395.
[43] A.g.e., s. 319. Ayrıca:
[44] Mumcu, U. (1987). ‘Gözlem,’ Cumhuriyet, 27 Ocak. s. 8.
[45] Fişleme ve fişlemeye yönelik eylemler, özel hayatın gizliliği ve korunmasını güvence altına alan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na aykırıdır. Anayasanın 20. maddesi bu konuda çok açıktır. Suç işlenmesinin önlenmesi gibi anayasa tarafından belirlenmiş bir gerekçe ile somut verilerin ışığında hâkim tarafından usulünce verilmiş bir karar olmadıkça özel hayatın gizliliği ve korunması anayasal bir ilkedir; devlet kurumları ve çalışanları da dâhil olmak üzere hiçbir kimse tarafından delinemez. Bu çerçevede 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK), 132-140 maddeleri ile özel hayatı ve hayatın gizli alanını korur. TCK, özellikle 135. madde ile fişleme olarak nitelendirilen kişisel verilerin kaydedilmesi suçunu düzenler. Anayasanın çizdiği durum ve koşulların dışında kişilerin özel hayatlarının ihlali ve kişisel verilerinin kaydedilmesine yönelik eylemler, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’na olduğu kadar 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’na da aykırıdır.
[46] Althusser, L. (1971). ‘Ideology and Ideological State Apparatuses,’ Lenin and Philosophy and other Essays, translated by Ben Brewster, s. 121–76.
[47] Bourdieu, P. (1986). The Forms of Capital. Handbook of Theory and Research for the Sociology of Education, edited by J. Richardson. Greenwood: New York, s. 241-258.
[48] Bu noktada, Onur Acaroğlu ile Graeber ve Sève üzerine ürettiğimiz, yine bu dosyada yer alan ortak çalışmamıza bakılmasında yarar olduğunu düşünüyorum.
[49] Benzer bir tartışmayı başka bir bağlamda yürüten Ömür Birler, Mustafa Kemal Bayırbağ, Tarık Şengül ve Barış Mücen’in üniversitelerin kitleselleşmesine ve kitle üniversitelerinin ürettiği diplomalı yedek işgücü ordusuna dair görüşlerini yine bu dosyadaki ilgili yuvarlak masa toplantısında okuyabilirsiniz.
[50] Birinci Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti; 1973 Türkiye genel seçimleri sonrasında Demirel önderliğindeki Adalet Partisi, MHP, MSP ve bugün AKP kanadında gördüğümüz Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun dedesi Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ile kurulmuş sağ ittifaktı. İkinci MC, bu kez 1977 genel seçimlerinde mecliste çoğunluk partisi olmuş Bülent Ecevit’li CHP’ye karşı kurulan AKP-MHP-MSP koalisyon hükümetiydi. Bugün, Doğu Perinçek’li Vatan Partisi’nin küçük, MHP’nin büyük ortağı olduğu AKP iktidarında adı konulmamış üçüncü bir MC’yi gördüğümüzü söylemek yanlış olmayacaktır.
[51] On sekiz senelik iktidarı boyunca okul müfredatını sürekli değiştiren AKP hükümetinin eğitim reformları konusundaki kafa karışıklığı, yükseköğretime giriş sınavlarında kısa aralıklarla yaptığı birbiriyle çelişen, sonu gelmeyen değişikliklere de yansıdı. 2002’de iktidara geldiğinden beri yedi kez Milli Eğitim Bakanı değiştiren AKP hükümeti, yükseköğretime giriş sınavını da birçok kez değiştirdi. Öte yandan, 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile en son 2018’de tekrar düzenlenen ÖSYM özellikle 2010 senesinden itibaren yaşanan sınav skandalları ile ülkenin gündemine oturdu. 2010’da Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) ile başlayan soruların çalınması skandalını, Mart 2011’de neredeyse iki milyon adayın girdiği Yükseköfğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) yüz binleri mağdur eden şifre skandalı takip etti. Aynı sene yürürlüğe giren 6114 sayılı kanun ile idari ve mali özerklik kazanan ve adı bir kez daha değiştirilen ÖSYM, türlü hile ve hırsızlık rezaletleriyle gündeme gelmeye devam etti. İhsan Doğramacı gibi bir başka intihalci olan Ali Demir’in başkanlığı döneminde ivme kazanan skandallardan biri de aynı sene yapılan Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı’nın (ALES) hatalı soru kitapçıkları fiyaskosuydu. Avukatlıktan yargıçlığa geçiş sınavında ortaya saçılan nepotizm haberlerini, 2013 senesinde Komiser Yardımcılığı Sınavı sorularının adaylardan bazılarıyla paylaşılması takip edecekti. Bir sene sonra ÖSYM, Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavındaki kopya skandalıyla tekrar gündeme geldi. Bu metinin kaleme alındığı tarih itibariyle Ali Demir, görevi kötüye kullanma ve FETÖ/PDY üyeliği suçlamasıyla yargılanıyor.
[52] Krupskaya, N. K. (1962). On Communist Ethics, compiled by N. Bychkova, R. Lavrov and V. Lubisheva, Progress Publishers: www. marxists.org /archive/ krupskaya/ works/ ethics.htm.
[53] Raymond, B. (1978). The contribution of N. K. Krupskaia to the development of Soviet Russian Librarianship: 1917–1939. The University of Chicago: Ann Arbor, s. 53-55, 161, 171-172.
[54] Bkz: McNeal, R. H. (1973). Bride of the Revolution: Krupskaya and Lenin. Gollancz.
[55] Özgün bir Sovyet üniversitesi deneyimi olan “Doğu Halkları Komünist Üniversitesi” üzerine Burak Ceylan’ın bu dosyaya katkısını okumak, Krupskaya’nın düşüncelerini bir kez de Sovyet eğitim pratiği ışığında değerlendirmek adına verimli olacaktır.
[56] Krupskaya, N. K. (1962). On Communist Ethics, compiled by N. Bychkova, R. Lavrov and V. Lubisheva, Progress Publishers: www. marxists.org /archive/ krupskaya/ works/ ethics.htm.
[57] A.g.e.
[58] A.g.e.
[59] A.g.e.
[60] Okurun, benzeri tartışmaları içeren ve ilgili deneyimleri mercek altına alan, yine bu dosyanın bünyesinde yayımlanmış iki çalışmaya, söz gelimi Onur Acaroğlu’nun “Neoliberal eğitimin dehlizlerinde bir alternatif deneyimi: Free University London” makalesi ve Dayanışma Akademileri ile gerçekleştirilen yuvarlak masa toplantısına bakmasında yarar olacaktır.
[61] Marx, K. ve Engels, F. (1976). Collected Works. Lawrence & Wishart: London. Vol. 6, s. 487.
[62] Burada yine kendisi de bir akademisyen olan Marksist siyaset toplum bilimcisi Nikos Poulantzas’ın, Barrow’un verdiği adla “sınıf mücadelesi yaklaşımı”nı takip ediyoruz. Poulantzas alelade bir akademisyen değildi: Aksine, çalışmalarının toplumsal dönüşüme yol vereceğini düşündüğü için akademide yer almış; akademiye, toplumsal olanı tartışıp dönüştürebildiği ölçüde değer vermişti. Çalışmalarının, toplumsal meyveler vermediğini düşündüğünde de intihar ederek hayatına son vermişti. Tamamında Poulantzas’ın toplumsal mücadelelere şekil vermeye yönelik stratejik yöntemini takip ettiğimiz bu metini bitirirken, dün kaybedilmiş olan toplumsal mücadelelerin yenilgisinde yaşadığımızı dile getirmek yararlı olacaktır. Yine bu bağlamda, dünden bugüne kaybettiğimiz mevziler yüzünden geri çekildiğimiz siperlerimizde, bugünden yarının kavgası için hareket etmemiz, hazırlanmamız gerektiğini kaydetmek de yerinde olacaktır. Yukarıda kısaca tanıttığımız öz-eğitim fikri, bu yönde atılacak önemli bir adımdır. Barrow, C. W. (2011). ‘(Re)Reading Poulantzas: State Theory and the Epistemologies of Structuralism,’ en: Alexander Gallas, Lars Bretthauer, John Kannankulam e Ingo Stützle (eds.), Reading Poulantzas. The Merlin Press: Pontypool, s. 27-40. Bkz: Poulantzas, N. (1978). State, Power, Socialism. NLB.