Antonio Berni, "Manifestación" (Gosteri), 1934
/

DOSYA: “Yoksulluk: Dün ve Bugün”

Bazı “ayrıcalıklı” insanlar için yeni yeni “görünür olan”, bir “farkındalık” meselesinin konusu olan yoksulluk olgusu dünyanın çoğunluğu için görünürlük ve farkındalığın ötesinde yoksunlukla malûl bir “yaşam deneyimi”nin ta kendisi –hem de yüzyıllardır! “Madun konuşabilir mi?” Bu ikircikli soruya kesin bir yanıt aramayı bırakıp belki de şu soruyu sormamız gerekiyor: Madun ve yoksulları duyabiliyor muyuz?

Oku

Merhaba!

Bu sayıda yazarları, yoksulluğu üreten güncel mekanizmalar ve bunların yarattığı yeni ve bugüne özgü yoksulluk biçimleri üzerine düşünmeye davet ederkenki motivasyonumuz –belki de artık adını anmadan sosyal bilim yapmanın mümkün olmayacağı– pandeminin toplumsallığımızda yarattığı büyük değişimin, toplumun yoksul ve yoksun kesimleri üzerinde yarattığı büyük tahribatı tartışmaktı. Yoksulluğun yakın zamanda karşı karşıya kaldığımız yeni, bugüne özgü bir problem olmadığının da bilincinde olarak, şunu söyleyebiliyoruz şüphesiz: Pandemi, birçok şeyin yanı sıra, ama esas olarak, toplumumuzun doğal addedilen, verili kabul edilen eşitsizliklerinin, maddi üretim süreçlerinde süregiden sömürü ilişkisinin, Marx’ın tabiriyle “sermayenin vampir misali canlı emeği emerek hayatta kalma” girişiminin, varoluşumuz üzerindeki yoksunlaştırıcı etkisinin üzerindeki perdeyi ortadan kaldırdı, altındaki çıplak eşitsizliği görünür kıldı. O kadar ki, ekonomik kriz ve artan yoksulluk eleştirileri karşısında savunmaya bile geçmeden meseleyi yalanlama yolunu seçen, söz gelimi, “Evine ekmek götüremeyen diye bir şey Türkiye’de var mı ya? İnanıyor musunuz bunlara?” diyebilen Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan bile bu yazının yazılmasından birkaç gün önce, yoksulluğu ve açlığı artık kaçınılmaz bir şekilde kabul edercesine, kendisini eleştirenlerden “açları doyuruvermelerini” talep etmişti!

Ama elbette, bazı “ayrıcalıklı” insanlar için yeni yeni “görünür olan”, bir “farkındalık” meselesinin konusu olan yoksulluk olgusu, dünyanın çoğunluğu için görünürlük ve farkındalığın ötesinde yoksunlukla malûl bir “yaşam deneyimi”nin ta kendisi –hem de yüzyıllardır! Gayatri Spivak’ın hatırlattığı üzere, madun ve yoksulların yoksunluğu, pek çok şeyin yanı sıra söylemde ve dilde de kendini gösteriyor: “Madun konuşabilir mi?” Bu ikircikli soruya kesin bir yanıt aramayı bırakıp belki de şu soruyu sormamız gerekiyor: Madun ve yoksulları duyabiliyor muyuz? Necmi Erdoğan’ın belirttiği gibi, ne pasif bir özne, veya başına gelenlerin kurbanı ne de tek müsebbibi olan yoksul, kendi yaşantısının bir “filozofu”, taktiklerle “yolunu bulmaya”, hayatta kalmaya çalışan toplumsal bir aktör olduğu ölçüde eyler, konuşur ve sesini duyurur da. Dolayısıyla asıl mesele edilmesi gereken, yoksulların konuşup konuşmadığından, görünüp görünmediğinden ziyade bizim onları duyup duyamadığımız, görüp göremediğimizdir –en azından öz-düşünümsel, “epistemik şiddet”ten kaçınmaya çalışan bir sosyal bilim pratiğinin bunu gerektirdiğini düşünüyoruz. Bu dosyada da bunu sonuna kadar gözettik– yoksullar üzerine konuştuğumuz her durumda kapanmayan epistemolojik bir mesafe daima olduğu için, en azından buna çabaladık. Gilles Deleuze’ün tabiriyle, ne onlar “adına” ne de onların “yerine” konuşan bir dosya bu; daha ziyade, kendimiz “için”.

O yüzden, en başta belirtelim, bu dosyada daha çok “bizim” sesimizi duyacaksınız (Spinoza’nın dediği gibi, Paul’un Peter hakkında söyledikleri, Peter’den ziyade Paul’u anlatır bize…). Lisans ve lisansüstü düzeylerinde çeşitli yazarların; kentsel yoksulluktan yoksulların kriminalize edilmesine, yoksulluğun medyada ele alınma biçimlerinden sol siyasetin yoksulluğu gündemine alma biçimlerine, yoksulluğun farklılaşan küresel görünümlerine kadar yoksulluk olgusunu kendi dert edindikleri farklı noktalardan tartıştıkları yazılar bulacaksınız. Yoksulluk olgusunu bütün yönleriyle ele aldığımızı, son sözü söylediğimizi de iddia edemeyiz: Söz gelimi, kadın yoksulluğu, göçmen yoksulluğu –yazılar ve söyleşilerdeki çeşitli değiniler dışında– dosyanın “yoksul” kaldığı alanlar olarak belirdi (ama Sezar’ın hakkı Sezar’a, bu alanların eksik kaldığını fark edip bir söyleşi veya çeviriyle doldurmayı düşünmüş olsak da, ne yazık ki bunu içimize sinecek şekilde yapamayacağımızı anlayınca niteliği niceliğe kurban etmemeyi seçip vazgeçtik).

***

Yoksulluğu toplumun dışında, marjinal bir olgu olarak ele alan ana akım sosyal bilimler literatürünün önemli bir bölümü onu bireyin kendi tercihlerinin bir sonucuna indirger. Halil Can İnce’nin Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe ile yaptığı “Bir yoksulluktan diğerine kapitalizm ve Türkiye” başlıklı söyleşi, bu literatürün bir eleştirisine girişiyor. Yoksulluğu konuşmak için öncelikle “nasıl bir toplumda yaşadığımızı” sormak gerektiğini vurgulayan Köse ve Bahçe, yoksulluğun kapitalist bir toplumdaki kendine özgü biçimlerine dikkat çekerek tarihsel olarak yoksullaşmanın aynı zamanda işçileşmenin ayrılmaz bir dışa vurumu olduğuna işaret ediyor. Sınıfsal muhtevası ortaya konmadan kullanıldığı takdirde “yoksulluk” kavramının, sınıf olgusunu gizlemeye yönelik işlevsel bir araca dönüşebileceğine dikkat çekerek sınıftan ve kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız yapılan bir yoksulluk tartışmasının tehlikelerini vurguluyor. Öte yandan, yoksulluğa çare olarak daha öncesinde de tartışılıyor ve çeşitli yerlerde pilot uygulamaları deneniyor olsa da pandemiyle birlikte daha hararetli bir şekilde gündeme gelen Evrensel Temel Gelir’e dair söyledikleri de önemli. Evrensel Temel Gelir’in bir “reform” olarak sınırlı kalması (hatta bir reform bile olamaması) veya radikal bir hamle olarak bir “devrim” yaratması ihtimallerinin bağlandığı şu soruları ortaya atıyorlar: Bunu kim finanse edecek ve hangi irade bu talebi ortaya koyacak?

Dosyadaki yazıların içeriğine baktığımızda, yoksulluğun makro/küresel görünümlerine dair bir örüntü çıktığını söyleyebiliriz. Ulaş Taştekin, Kübra Altaytaş ve Pınar Kahya’nın yazıları bize yoksulluğun, sırasıyla, Mısır, Arjantin ve Hindistan’daki görünümlerine dair fikir verirken, yoksulluğu küresel bir ufka yerleştirerek onun ortaklaşan ve farklılaşan dinamiklerini analiz etmemizi sağlıyor. Ulaş Taştekin’in Mısır’da neoliberal politikaların halk isyanlarına yol açan yoksullaştırıcı dinamiklerini inceleyen “Mısır’da isyan, neoliberalizm ve yoksulluk” yazısı, isyanın çeşitli araçlarla bastırılması ve içerilmesinin neticesinde ortaya çıkan olumsuz tablonun aslında tam da isyan öncesinde isyana neden olan neoliberal mantığın bir uzantısı olduğunu iddia ediyor. Buna karşılık, neoliberal politikalar demetinin yarattığı bu olumsuz tabloya alternatif bir program yaratma ihtimalinin izinin, yine, yoksulların isyanındaki taleplerde sürülebileceğini öngörüyor.

Kübra Altaytaş’ın “Yoksul ya da daha yoksul?: Arjantin ve Türkiye örnekleri üzerinden karşılaştırmalı bir yoksullaşma nedenleri tartışması” yazısı ise bize Arjantin ve Türkiye’deki yoksulluk biçimleri üzerine karşılaştırmalı bir perspektif sağlıyor. Arjantin ve Türkiye’nin iki çevre ülke olarak küresel piyasalara eklemlenme biçimlerinin ortaklaşmasının yanında taşıdıkları özgüllükleri de vurgulayan yazının odağında ise neoliberal finansallaşma süreçlerinin bu iki ülkede neden olduğu borçlandırma dinamiğinin farklılaşan sonuçlarına dair bir tartışma var. Yazara göre Arjantin’de hane içi finansal borçlanmaya, Türkiye’den farklı olarak, izin verilmezken; bu durumun Türkiye’deki yaygınlığı, borç yükünü hane halkları için disipline edici bir aparata dönüştürüyor. Yazarın “yoksulluk” ve “yoksullaşma” arasında yaptığı ayrım da yoksulluğa dair kavramsal bir tartışmayı gündeme getiriyor.

Pınar Kahya ise “Hindistan’da pandemi krizi ve yoksulluk” yazısında Hindistan yoksulluğunun, Küresel Kuzey’den farklı olarak, salt bir “sosyal politika” meselesine indirgenemeyeceğine, tarımın ve enformel sektörün hem kendi faaliyet alanlarında yoksulluğa neden olan dinamiklerinin hem de bunların birbirleriyle olan ilişkilerinin Hindistan’ın kendi özgüllüğünde yoksulluğun biçimleri ve yoksullukla mücadele stratejilerindeki önemine işaret ediyor. Hindistan siyasetinde yoksulların sesinin neden duyulmadığını, neredeyse göz göre göre binlerce insanın pandemi koşullarında ölüme nasıl terk edildiğini, Modi’nin psikolojisinden, meditasyon ve inançlardan ziyade tam da maddi koşullar zemininde tartışıyor.

Candaş Ayan ise “Pahalılık, sömürü, işsizlik ve topraksızlık: 68 kuşağı Türkiye solunda yoksulluk tasavvurları” yazısında bir tür aşağıdan tarihçilik yaparak, “1960’ların sonlarında Türkiye solu yoksulluğu nasıl tanımlıyordu ve yoksullukla mücadele pratikleri nelerdi?” sorusunun yanıtının izini sürüyor. İzini sürüyor dedik, bunu dönemin sol kültürünün farklı fraksiyonlara (Doktorcular, Türkiye İşçi Partisi, Milli Demokratik Devrim, Aydınlık) ait süreli yayınlarını, dernek tüzüklerini, kongre konuşmalarını titizlikle tarayarak yapıyor. Yazı, 60’lar sol siyasetinin bu can alıcı sorunu nasıl kavradığını ortaya koyarak günümüz sol siyasetini de bu açıdan masaya yatıran bir tartışmayı harlıyor.

Hükümetin pandemi sürecinde derinleşen sorunlara karşı uyguladığı destek paketlerinin öncelikli olarak sermaye kesimlerini gözettiğini hatırlayacak olursak, pandemiyle birlikte günlük geçim olanaklarını dahi kaybetmiş olan ve derin yoksullukla karşı karşıya kalan insanların kaderlerine terk edildiğini söylemek mümkün. Bu açıdan, Gizem Sema ve Lütfü Doğan’ın, Türkiye’de yoksullukla mücadelenin sahadaki en aktif unsurlarından biri olan Derin Yoksulluk Ağı’ndan Nilüfer Çomak ile gerçekleştirdiği “Pandemide Unutulanlar” söyleşisi, Türkiye’de yoksulluğun güncel görünümüne, pandemi döneminin yoksulluk kompozisyonuna ve bu süreçte Derin Yoksulluk Ağı’nın sahada yürüttüğü çalışmalara dair ışık tutuyor. Derin Yoksulluk Ağı’nın çalışmaları, pandemi döneminde derinleşen ve hane içine sıkışan yoksullukla baş etmeye çalışan kadınların, bu süreci deneyimleme biçimlerine ilişkin de çarpıcı veriler sunuyor.

Öte yandan, Ardahan Özkan Gedikli, Dilara Öztekin ve Andy Merrifield’ın, yoksulları edebiyatta, sinemada, medyada, sosyal bilimde vs. ya romantik bir bakışın edilgen nesnesi ya da kriminal bir söylemin ‘‘şeytanları’’, ‘‘tehlikeli sınıfları’’ olarak addeden iki temel yaklaşımın sorunlarını tartışan yazıları, kentsel yoksulluk, sosyo-mekansal damgalanma, lümpen proletarya/tehlikeli sınıflar olgularına odaklanıyor. Ardahan Özhan Gedikli “İstenmeyen kentliler: Dışlanan kent yoksulunun ana akım medyada temsili, Çinçin örneği” yazısında, neoliberal politikaların kent mekânında yarattığı mekânsal tahribatla kol kola giden kent yoksullarının sosyo-mekansal damgalanması ve kriminalize edilmesi süreçlerini, Ankara’nın “meşhur” Çinçin semti üzerinden gösteriyor. Ankara’nın göbeğindeki rantı bol bu semte kentsel dönüşüm projeleriyle taarruz edilirken, bu taarruzu kolaylaştırmak adına bir yandan da medya aracılığıyla semtin ve insanlarının nasıl kriminal bir söylemin nesnesi hâline geldiklerini anlatıyor.

Bu kriminal söylemin karşı kutbuna yerleştirebileceğimiz, “hayırseverlik”le bezeli romantik bir söylemin çiğliğini de Dilara Öztekin “Başka bir dünyanın sefaleti: Yoksulluğun sergilenmesi” yazısında anlatıyor. Bu romantik bakış için söz konusu olduğunda yoksullar, daima dışarılarda bir yerlerde bizi bekleyen, bir öteki olarak hep karşılaştığımız, uzaktan izleyip baktığımız, ilgimize mazhar olurlarsa imajlarını kaydettiğimiz bir “başka dünyadanlık” taşırlar. Kriminalize edici söylemin aksine, oralarda bizim kendimizin bulamadığı sahici ilişkiler, iyi niyetler, güzellikler görür bu romantize edici söylem. Dilara Öztekin de yazısında, Zygmunt Bauman’ın “hayırseverlik karnavalı” tabirine referansla, ülkemiz medyası üzerinden yoksulluk güzellemelerini ifşa ediyor.

Andy Merrifield’ın, Özgür Umut Baz çevirisiyle yayımladığımız, “Marx’ın ‘Tehlikeli Sınıfları’” yazısı da Marx’ın lümpen proletarya kavramını odağına alarak, ama ona Frantz Fanon ve Bakunin üzerinden eleştiri de getirerek, “tehlikeli sınıflar” etrafında nasıl bir siyasallığın örülebileceğini tartışıyor. Spinoza’nın dediği gibi, “avam korkmazsa korkutucu olur”; Merrifield da, Kara Panterler’den Balzac romanlarının lümpen karakterlerine, Amerikan gettolarından Paris banliyölerine kadar bir dizi örnek üzerinden, korkulan olmanın, tehlikeli olmanın, işsiz olmanın, boş zamana sahip olmanın, Marx’ın kavrama yüklediği olumsuzluğun aksine, tahripkâr bir siyasallığın bileşenleri olabileceğini iddia ediyor.

***

Karşımıza çıkan bu tabloda yoksulluk sadece pandemi koşullarına indirgenemeyecek şekilde kapitalizme içkin bir kriz olarak kendisini dayatıyor. Öyleyse bu kriz karşısındaki tutumumuz krizin sürdürülebilir şekilde çözülmesi mi yoksa tamamen ortadan kaldırılması yönünde mi olacak? Ama Prens Charles’tan Mark Zuckerberg’e, Bill Gates’ten Ali Koç’a kadar bir dolu isim bu dayatma karşısında “Big Reset” benzeri kavramlar etrafında, krizi sürdürülebilir kılmak yönünde, bir pozisyon almaya başladılar bile. Bir tür “güler yüzlü kapitalizm”e doğru atılan bu adımlar (veya, “tavizler”), pandeminin katmerlendirdiği işsizlik ve yoksullukla ortaya çıkan “artık nüfus”un nasıl idare edileceği meselesinin, post-pandemik dönemde küresel siyasal iktisadı idare etmede temel bir mesele olacağını gösteriyor. Dolayısıyla, yoksulluğun – yeniden – siyaset sahnesinin merkezine oturacağı bir döneme giriyoruz. Ama, sermayenin bu gelecek projeksiyonu karşısında bizim, yani dünyaya emekten yana bakanların sorması gereken temel soru belki de, Bahçe ve Köse’nin hatırlattığı gibi, bunun kimin iradesiyle nasıl gerçekleşeceği olmalı.

Sayı Editörleri: Mustafa Çağlar Atmaca, Emir Aydoğan, Lütfü Doğan, Halil Can İnce