Andy Merrifeld bu yazısında, Marx’ın lümpen proletarya kavramını odağına alarak, ama ona Frantz Fanon ve Bakunin üzerinden eleştiri de getirerek, “tehlikeli sınıflar” etrafında örülebilecek bir siyasallığın imkânlarını tartışıyor. Spinoza’nın dediği gibi, “avam korkmazsa korkutucu olur”; Merrifield da, Kara Panterler’den Balzac romanlarının lümpen karakterlerine, Amerikan gettolarından Paris banliyölerine kadar bir dizi örnek üzerinden, korkulan olmanın, tehlikeli olmanın, işsiz olmanın, boş zamana sahip olmanın, Marx’ın kavrama yüklediği olumsuzluğun aksine, tahripkar bir siyasallığın bileşenleri olabileceğini iddia ediyor.
Devamını Oku →Time Dergisi’nde yayımlanan bu kısa değerlendirmesinde Judith Butler, yaşadığımız gezegenle kurduğumuz ilişkiyi COVID-19 ve toplumsal eşitsizlikler bağlamında yeniden ele alıyor. Pandemi ile pekişen karşılıklı bağlılık hissine vurgu yapan yazar, yaşanabilir bir dünya yaratmanın yolunun katılaşmış bireyselliklerimizi dağıtmaktan geçtiğini söylüyor.
Dijital yayın platformları, müzikteki tekel pozisyonlarını pandemi boyunca büyütürken, Ted Mair, bu tekelleşmenin ortaya serdiği sonuçların şarkıların yapılarında dahi fark edilebilir hale geldiğini öne sürüyor.
Sokakların boşalıyor olmasının yol açtığı umutsuzluk, kayıtsızlığa teslim olmanın hissettirdiği suçluluk ve örgütün çözülüşünün getirdiği endişe… Tükenmişlik, tarihsel bir dönem, bir “çağ” teşkil ediyor mu? Bu durum hakkında ne yapabiliriz? Bu soruyu cevaplamak, ciddi ve rahatsız edici bir şekilde tükenmişlikle hesaplaşmak anlamına geliyor.
Büyük ölçüde otomatize edilmiş bir dünyada insanların yeri ne olacak? Kitlesel bir teknolojik işsizlik mi kapıda? “Automation and the Future of Work” kitabı geçtiğimiz yılın sonunda Verso’dan yayımlanan Aaron Benanav, bu sorular etrafında işin ve çalışmanın geleceğini tartışıyor.
Pandeminin gün gibi ortaya çıkardığı gerçek şu: İklim çöküşü, yapısal işsizlik ve git gide düşen yaşam standartlarıyla yüzleşilen ve bütün bunların faturasının en ağır biçimleriyle yoksullara çıkarıldığı geleceksiz bir dünyaya doğru ağır adım yürüyoruz.
Belki de hayat kurtaracak yeni tedavilerin geliştirilmesinin bu şirketler için voliyi vurmaktan başka bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Şimdi bu şirketlerden, Covid aşısıyla ilgili bundan farklı bir yaklaşım beklememiz ne kadar mümkün?
COVID-19 salgını tam da küresel liderleri elzem ilaçların geliştirilmesinde kullanılan bu modeli yeniden düşünmeye yönlendirmesi gereken türden bir felakettir. Küresel bir salgının ortasında, tüm gezegenin sağlığını ve ekonomik çıktılarını neden ilaç şirketlerinin iş planları belirliyor?
Feminist hareket, kamu borçluluğu meselesinin henüz gündemin ana belirleyeni hâline dönüşmediği günlerde bile özel/aile-içi olarak görülen borçlandırma ile kamusal borçlandırma arasındaki köprüyü kurabilmişti. Bu başarısının arkasında yatan ise, feminist hareketin borcun bizatihi kendisini bir çeşit itaat üretme makinesi olarak ortaya koyabilmesidir.
Günümüz felsefesinin en yaratıcı ve belki de bu sebeple en ayrıksı isimlerinden Jacques Rancière’nin kısa metinlerini bir araya getiren “Dissensus: Politika ve Estetik Üzerine” başlıklı derleme geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları etiketiyle Türkçe olarak raflarda yerini aldı. Todd May’in kaleme aldığı bu inceleme 2010 yılında Notre Dame Philosophical Reviews’da yayımlandı. İncelemeyi, kitabın Türkçe baskısı vesileyle okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
Temel antagonizma kurulu düzen ile Sol arasındadır. Bunun en açık şekilde ortaya çıktığı yer son başkanlık münazarası. Trump münazarada Biden’ı “Ücretsiz Sağlık Sigortası”nı savunmak ve “Sanders’la aynı fikirde” olmakla itham etti. Biden’ın cevabı ise “Ben Bernie’yi yenerek geldim.” oldu. Bu cevabın mesajı açık: Biden yalnızca Trump’ın daha insancıl gözüken bir versiyonu, birbirlerine muhalif olsalar da düşmanları bir.
Yabancılaşmış emeğin üstesinden gelme çabasında praksis, özgün bir eleştiri ortaya koyabilmek için umutsuzluk ile barışmayı, ve sonrasında da bu umutsuzluğun öğretilmesini gerektirir. Öyleyse ana ilke, bu gibi bir eleştiriyi işçiler ile kemer sıkma politikalarının tesir ettiği öteki kesimlerin birlikte kuracağı bir dayanışma üzerine düşünmek için kullanmak olmalıdır.
Bilginin değerine ilişkin birbiriyle çelişen bu iki anlayış, üniversitenin fildişi kulesinin ötesine doğru genişleme, toplumsal organizasyona ilişkin iki farklı tahayyülü tetikleme potansiyeli taşıyor: biri meta üzerine kurulu, bilginin, kaynakların ve hakların özel mülkiyetini esas alan, diğeri ise müştereklerden ilham alan tahayyül. Öyleyse, politik olarak önümüzde duran soru şu: Her şeyi mülkiyet ve yatırım nesnesine indirgeyen neoliberal projeye karşı müşterekleri nasıl geliştirebilir, ortaklığı nasıl özneleştirir ve bir yaşam biçimi haline getirebiliriz?
2008 krizinin ardından hegemonya bunalımı yaşayan neoliberalizmin yıllar süren özelleştirme ve kemer sıkma politikaları sonucunda işlevsiz hale getirdiği “kamusallığı” tartıştığı bu yazısında Chantal Mouffe, mevzubahis krizi Covid-19 bağlamında ele alıyor ve sağ’a kaptırılmaması gereken bir imkân olarak değerlendirilmesi gerektiğini iddia ediyor.
Eleştirel düşüncenin özgün kalemlerinden Walter Benjamin, 80 yıl önce bugün Nazilerin işgali altındaki Fransa’dan kaçmaya çalıştığı sırada yaşamına son verdi. Benjamin’in ölüm yıl dönümünde, onun önemli metinlerini İngilizce’ye çevirmiş olan Esther Leslie’nin 5 yıl önce kaleme aldığı metinden parçaları çevirdik.
Verso yayınlarından çıkan Mistaken Identity adlı kitabın yazarı Asad Haider, “iptal kültürü” terimini ifade özgürlüğü tartışmalarının tarihselliği içerisinden okumayı teklif ettiği bu yazısında tartışmaların beslendiği maddi olayları özetleyip; ortaya çıkan kutupların sınırlarını netleştiriyor.
Deneyimli gazeteci Patrick Cockburn, kendi “salgın” ve “savaş gazeteciliği” deneyimlerinden hareketle günümüzün koronavirüs salgınını ve onun yarattığı “pandemi gazeteciliğini” ele alıyor. “Gazetecilik yaptığım savaşların hiçbiri kesin olarak bitmiş değil. Fakat bunların unutulmasının asıl sebebi, artık haber bültenlerinde yer almıyor olmaları.” diyen Cockburn’e göre, başarılı bir aşı bulunamazsa, benzer bir durumun Covid-19 için yaşanması işten bile değil.
Çağdaş kapitalist kentleşmenin acımasızlığı ve çağdaş konut sisteminin rekabetçiliği, bakım krizini şiddetlendirmekte ve kendi çıkarına kullanmaktadır. Eğer şehirciliğin bir geleceği olacaksa, barınma ve toplumsal yeniden üretim arasındaki ilişkilerin hem daha iyi anlaşılması hem de kökten değiştirilmesi gerekir.
Birlikte yazmanın temel sırrı, neticede ortaya çıkan metnin yazarların kendi başlarına üretebileceklerinin toplamından çok daha öteye geçebilmesinde yatıyor. Çalışma süreci elbette bileşik bir araştırma üzerine kurulu. Ancak argümanlara karar verme ve de özellikle yazma sürecinde bir çeşit simyacılık vuku buluyor ve Marx’ın bizzat işbirliğinden doğmakta olduğunu söylediği üretici gücü andıran bir şekilde, yeni bir element meydana geliyor.
COVID-19 salgını sırasında Brezilya, İngiltere ve ABD’nin olağanüstü başarısızlıkları, bir daha asla olmaması gerekenler hakkında değerli dersler sunuyor: virüsün ortadan kalkmasını dileme, bir pandeminin halk sağlığı ve ekonomi üzerindeki potansiyel etkisini hafife almak, kaçınılmaz kısıtlamaları geciktirmek, ve çok daha fazlası… Bu başarısızlıklar, yıkımın temel nedenlerine de güçlü bir ışık tuttu.
“Özgür ve eşit aktörler”, kapitalizmi feodalizmden ayıran yönetim mantığı kurgusudur. Feodalizm iç içe geçmiş bir hiyerarşiler sistemi değildir yalnızca, ama başkası için iş yapmaktan doğan sömürünün ortadan kaybolmadığı ve somut olarak deneyimlendiği bir sistemdir. Benim sorum bir bakıma Dean’in neofeodalizm dediği dönüşümler boyunca bu kurguya ne olduğu.