Ugo Palheta’nın Historical Materialism’de yayımlanan “Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm” başlıklı makalesine yanıt olarak kaleme aldığı bu yazısında Enzo Traverso, son yıllarda küresel ölçekte yükselen aşırı sağ hareketlerin “post-faşist” olarak nitelediği özgün yanlarını anlatıyor. Evrensel bir “faşistleşme” dalgasına karşılık Traverso, ulusal bağlamların çeşitliliğini gözeten bir anti-faşist mücadeleye olan ihtiyacı vurguluyor.
Devamını Oku →Ugo Palheta’nın Historical Materialism’de yayımlanan “Faşizm, faşistleşme ve anti-faşizm” başlıklı yazısına cevaben kaleme aldığı bu yazıda Ken Kawashima, faşizmi kapitalizmin emperyalist aşamasında yaşanan krize yönelik bir reaksiyon olarak ele almayı öneriyor.
Ugo Palheta’nın Historical Materialism’de yayımlanan “Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm” başlıklı makalesine yanıt olarak kaleme aldığı bu yazısında Enzo Traverso, son yıllarda küresel ölçekte yükselen aşırı sağ hareketlerin “post-faşist” olarak nitelediği özgün yanlarını anlatıyor. Evrensel bir “faşistleşme” dalgasına karşılık Traverso, ulusal bağlamların çeşitliliğini gözeten bir anti-faşist mücadeleye olan ihtiyacı vurguluyor.
Peru’da 6 Haziran’da yapılan devlet başkanlığı seçimini, Özgür Peru Partisi’nin sol adayı Pedro Castillo kazandı. Chota eyaletindeki çiftçi bir ailenin oğlu olan Pedro Castillo’nun zaferi, Peru Solu açısından oldukça önemli.
Andy Merrifeld bu yazısında, Marx’ın lümpen proletarya kavramını odağına alarak, ama ona Frantz Fanon ve Bakunin üzerinden eleştiri de getirerek, “tehlikeli sınıflar” etrafında örülebilecek bir siyasallığın imkânlarını tartışıyor. Spinoza’nın dediği gibi, “avam korkmazsa korkutucu olur”; Merrifield da, Kara Panterler’den Balzac romanlarının lümpen karakterlerine, Amerikan gettolarından Paris banliyölerine kadar bir dizi örnek üzerinden, korkulan olmanın, tehlikeli olmanın, işsiz olmanın, boş zamana sahip olmanın, Marx’ın kavrama yüklediği olumsuzluğun aksine, tahripkar bir siyasallığın bileşenleri olabileceğini iddia ediyor.
David Harvey’nin “sebatkâr ses” diye andığı Fransız sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre, 90 yıllık uzun yaşamının ardında, sosyal bilimlerden mimarlığa uzanan çeşitli alanlardaki araştırmacıları derinden etkileyen çok sayıda eser bıraktı. William Lewis, 1960’ların bilimsel ve politik tartışmalarının sesleri arasında, Lefebvre’in diyalektik yöntem ve epistemolojiye dair çıkardığı gürültüleri anlatıyor.
Covid-19, toplumsal patolojik fay hatlarını derinleştiriyor, hâlihazırda “tükenmiş” toplumumuzu daha da yıpratıyor ve bizi toplu bir hâlsizliğe sürüklüyor. Bu sebeple, koronavirüsün “yorgunluk virüsü” olarak anılması da gayet yerinde olur. Yakında virüsü alt etmek için yeteri kadar aşımız olacak, lakin depresyon pandemisi için aynı şey geçerli değil.
Karl Marx, kızı Jenny ile birlikte Paris Komünü’ne hayali bir yolculuk yapsaydı neler olurdu? Michael Löwy ile Olivier Besancenot’nun bu fikirden hareketle kaleme aldıkları “Marx à Paris, 1871: Le cahier bleu de Jenny” [Marx Paris’te, 1871: Jenny’nin Mavi Defteri] başlıklı kitap vesilesiyle kitabın yazarlarından Besancenot ile gerçekleştirilen bu söyleşi, 150. yılını kutladığımız Paris Komünü’nün barikatları arasında okuru kısa bir yolculuğa çıkarıyor.
Küba Komünist Partisi 8. Kongresi, 16-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. Fidel Castro’nun ardından devlet başkanlığı görevini üstlenen Raúl Castro’nun, partinin genel sekreterliği görevini de yeni devlet başkanı Miguel Díaz-Canel’e bıraktığı bu kongre, aynı zamanda Küba’da 1959’da başlayan “Castro Dönemleri”nin de sonu anlamına geliyor. Küba’nın içinden geçtiği yıkıcı ekonomik kriz ve devrimin geleceği açısından oldukça dikkat çekici olan bu kongre üzerine Kübalı Marksist tarihçi ve komünist Küba yayınlarının dijital arşivciliğini yapan Frank García Hernández’in, La Izquierda Diario’dan Diego Dalai’nin sorularını cevapladığı bu röportaj, kongrede öne çıkan temel dinamiklerin başarılı bir özetini sunuyor.
Time Dergisi’nde yayımlanan bu kısa değerlendirmesinde Judith Butler, yaşadığımız gezegenle kurduğumuz ilişkiyi COVID-19 ve toplumsal eşitsizlikler bağlamında yeniden ele alıyor. Pandemi ile pekişen karşılıklı bağlılık hissine vurgu yapan yazar, yaşanabilir bir dünya yaratmanın yolunun katılaşmış bireyselliklerimizi dağıtmaktan geçtiğini söylüyor.
Dijital yayın platformları, müzikteki tekel pozisyonlarını pandemi boyunca büyütürken, Ted Mair, bu tekelleşmenin ortaya serdiği sonuçların şarkıların yapılarında dahi fark edilebilir hale geldiğini öne sürüyor.
Sokakların boşalıyor olmasının yol açtığı umutsuzluk, kayıtsızlığa teslim olmanın hissettirdiği suçluluk ve örgütün çözülüşünün getirdiği endişe… Tükenmişlik, tarihsel bir dönem, bir “çağ” teşkil ediyor mu? Bu durum hakkında ne yapabiliriz? Bu soruyu cevaplamak, ciddi ve rahatsız edici bir şekilde tükenmişlikle hesaplaşmak anlamına geliyor.
Büyük ölçüde otomatize edilmiş bir dünyada insanların yeri ne olacak? Kitlesel bir teknolojik işsizlik mi kapıda? “Automation and the Future of Work” kitabı geçtiğimiz yılın sonunda Verso’dan yayımlanan Aaron Benanav, bu sorular etrafında işin ve çalışmanın geleceğini tartışıyor.
Pandeminin gün gibi ortaya çıkardığı gerçek şu: İklim çöküşü, yapısal işsizlik ve git gide düşen yaşam standartlarıyla yüzleşilen ve bütün bunların faturasının en ağır biçimleriyle yoksullara çıkarıldığı geleceksiz bir dünyaya doğru ağır adım yürüyoruz.
Belki de hayat kurtaracak yeni tedavilerin geliştirilmesinin bu şirketler için voliyi vurmaktan başka bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Şimdi bu şirketlerden, Covid aşısıyla ilgili bundan farklı bir yaklaşım beklememiz ne kadar mümkün?
COVID-19 salgını tam da küresel liderleri elzem ilaçların geliştirilmesinde kullanılan bu modeli yeniden düşünmeye yönlendirmesi gereken türden bir felakettir. Küresel bir salgının ortasında, tüm gezegenin sağlığını ve ekonomik çıktılarını neden ilaç şirketlerinin iş planları belirliyor?
Feminist hareket, kamu borçluluğu meselesinin henüz gündemin ana belirleyeni hâline dönüşmediği günlerde bile özel/aile-içi olarak görülen borçlandırma ile kamusal borçlandırma arasındaki köprüyü kurabilmişti. Bu başarısının arkasında yatan ise, feminist hareketin borcun bizatihi kendisini bir çeşit itaat üretme makinesi olarak ortaya koyabilmesidir.
Günümüz felsefesinin en yaratıcı ve belki de bu sebeple en ayrıksı isimlerinden Jacques Rancière’nin kısa metinlerini bir araya getiren “Dissensus: Politika ve Estetik Üzerine” başlıklı derleme geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları etiketiyle Türkçe olarak raflarda yerini aldı. Todd May’in kaleme aldığı bu inceleme 2010 yılında Notre Dame Philosophical Reviews’da yayımlandı. İncelemeyi, kitabın Türkçe baskısı vesileyle okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
Temel antagonizma kurulu düzen ile Sol arasındadır. Bunun en açık şekilde ortaya çıktığı yer son başkanlık münazarası. Trump münazarada Biden’ı “Ücretsiz Sağlık Sigortası”nı savunmak ve “Sanders’la aynı fikirde” olmakla itham etti. Biden’ın cevabı ise “Ben Bernie’yi yenerek geldim.” oldu. Bu cevabın mesajı açık: Biden yalnızca Trump’ın daha insancıl gözüken bir versiyonu, birbirlerine muhalif olsalar da düşmanları bir.
Yabancılaşmış emeğin üstesinden gelme çabasında praksis, özgün bir eleştiri ortaya koyabilmek için umutsuzluk ile barışmayı, ve sonrasında da bu umutsuzluğun öğretilmesini gerektirir. Öyleyse ana ilke, bu gibi bir eleştiriyi işçiler ile kemer sıkma politikalarının tesir ettiği öteki kesimlerin birlikte kuracağı bir dayanışma üzerine düşünmek için kullanmak olmalıdır.
Bilginin değerine ilişkin birbiriyle çelişen bu iki anlayış, üniversitenin fildişi kulesinin ötesine doğru genişleme, toplumsal organizasyona ilişkin iki farklı tahayyülü tetikleme potansiyeli taşıyor: biri meta üzerine kurulu, bilginin, kaynakların ve hakların özel mülkiyetini esas alan, diğeri ise müştereklerden ilham alan tahayyül. Öyleyse, politik olarak önümüzde duran soru şu: Her şeyi mülkiyet ve yatırım nesnesine indirgeyen neoliberal projeye karşı müşterekleri nasıl geliştirebilir, ortaklığı nasıl özneleştirir ve bir yaşam biçimi haline getirebiliriz?