Bu dosya çalışması, temel olarak şöyle bir sorudan türemişti: Paranın tarihi kadar eski olan borç kavramının özellikle 2008 sonrası emekçi haneler açısından finansal borçlanmaya evrilmesi ile birlikte ortaya çıkan dinamik, yalnızca bir miktar ve yaygınlık sorunu mu?
Borç, günümüzde toplumsal cinsiyet rollerini, sınıfsal ilişkileri ve emek süreçlerini köklü bir şekilde dönüştüren bir yeniden üretim mekanizmasına dönüşmüş durumda. Peki, borçlanmanın giderek kaçınılmaz hale gelmesinin ardında hangi yapısal dinamikler var? Elif Karaçimen ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, borç olgusunu ele alarak hanehalklarının borçlandırılma süreçlerindeki özel rolünü ve Küresel Güney’deki şirketlerin, bağımlı finansallaşma dinamikleri altında borç mekanizmalarına nasıl entegre olduklarını tartışıyoruz.
Borcun sınıfsal pozisyonları değiştirerek, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde dönüştürdüğünün en somut kanıtları üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın tarihinde gizli. Her ne kadar feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarında Avrupa temelli bir düşünce pratiği yaygınlık kazanmış olsa da Umut Gündoğdu bizlere kendi hikâyemizi anlatıyor.
Mültezimler ve yerel toprak sahipleri, köylüleri borçlandırarak kendilerine bağımlı hale getirirken, 19. yüzyıldan itibaren tarımın ticarileşmesi küçük üreticilerin mülksüzleşme sürecini hızlandırıyor ve kırsal borçluluk, küresel piyasa dinamikleriyle birlikte daha da pekişiyor. Umut Gündoğdu, bu yazısında bizlere 16. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan bir dönüşümün tarihçesini aktarıyor.
Pelin Kılınçarslan, günümüzde borcu anlamak için çift yönlü bir bağımlılık ilişkisini vurguluyor: borç, toplumsal yeniden üretimi sürdürebilmek için alınıyor, aynı zamanda bu üretimin emeğiyle karşılanıyor. Finansallaşmanın yaygınlaştırdığı hanehalkı borçluluğu, günümüzde artık gündelik hayatın en somut noktalarına temas ediyor. Kadınlar, borçlu ailelerin sorumluluklarını üstlenirken, borç geri ödemelerinin finansal yükünü de taşıyor. Kılınçarslan, yazısı boyunca 2006-2016 yılları arasında tüketici kredisi kullananların %60’ının en düşük gelir gruplarından oluştuğunu ve 2020-2022 yılları arasında kredi borcunu ödeyemeyen kişilerin sayısının neredeyse iki katına çıktığını ortaya koyuyor.
Kredi kartı borçlularının sayısının 40 milyonu aştığı ve yüksek faiz oranlarının geri ödemeleri zorlaştırarak iş gücü üzerindeki finansal baskıyı artırdığı bir Türkiye tablosu çizen Göçmen, borcun toplumsal maliyetlerini gözler önüne seriyor. Özellikle, AKP iktidarının ilk yıllarında %1,8 olan hanehalkı borcunun 2013 yılında %20,1’e ulaşması ve pandemiyle birlikte yeniden yükselişe geçmesi, borcun ekonomik ve sosyal yaşamın merkezine nasıl yerleştiğini ortaya koyuyor. Göçmen’e göre, bu süreçte işçiler, artan finansal yük nedeniyle kolektif örgütlenmeden uzaklaşıp bireysel çözümlere yönelirken, finansallaşma emeğin toplumsal dayanışma zeminini aşındırıyor.
Finansallaşma sürecinin kurumsal yüzlerinden biri olan varlık yönetim şirketlerinin başlıca işlevi, bankaların tahsil edemedikleri borçları belirli bir iskonto oranıyla satın alarak hem bilanço yapılarını güçlendirmek hem de kârlarını maksimize etmek. Ancak bu süreç, borçluların yalnızca mevcut borçlarını ödemeye devam etmelerini sağlamıyor; aynı zamanda onları finansal sisteme sürekli bir borçlanma döngüsü içinde yeniden dahil eden bir mekanizmaya dönüşüyor. Alkan, yazısında bu görünmez düzenin arkasındaki mekanizmayı açığa çıkararak, borç yeniden yapılandırma ve tahsilat stratejilerinin borçluları nasıl sürekli gözetim altında tuttuğunu ve toplumsal düzeyde finansal risklerin yayılmasına nasıl zemin hazırladığını inceliyor.
Borç, neoliberal finansallaşma çağında yeni anlamlar ve ilişkiler üretse de borcun tarihsel anlam çerçeveleri ve ilişkileri biçimlendirici niteliği günümüz borç ilişkilerine yansımaya devam ediyor. Öncelikle tarihten gelen ahlaki sorumluluk ve benzeri borç anlamları, günümüz insanı için hala etkili maneviyatlar yaratmaya devam ediyor. Hasan Kılıç bu yazısı boyunca borcun iktidar ve insan(lar) arası ilişkilerde kurucu rol oynamasının ana nedeni olarak simgesel şiddet ve toplumda üretilen tabiyet biçimlerine işaret ediyor. Yazar, borcun finansallaşma çağında bireyleri çeşitli öznelliklerden düşürerek onlar için bir kıyamet ufku haline gelip gelmediği sorusu etrafında bir tartışma yürütüyor.
Küresel borçluluğun hızla artıp mülkiyet kavramının borç aracılığıyla yeniden şekillendiği bir dünyada, şu soruyu sormamak mümkün mü: Modern kapitalist düzen, borç mekanizmaları aracılığıyla toplumsal ve siyasal ilişkileri nasıl dönüştürüyor? Balibar, bu yazısında finansal sermaye ile devlet arasındaki güç dinamiklerini irdeleyerek, borcun modern kapitalist dünyada sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir araç olarak işlev gördüğünü derinlemesine analiz ediyor.
Küresel Güney ülkeleri için kalkınma aracı olduğu iddia edilen dış borcun, tam aksine bir neo-sömürgecilik mekanizmasına dönüştüğünü ortaya koyan Ulaş Taştekin, Mısır ve benzeri ülkelerde dış borçlanmanın, ekonomik egemenliği nasıl adım adım uluslararası finansal ağların kontrolüne bıraktığını ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Yazar, Mısır’ı merkeze almasına rağmen, küresel finansal kırılganlıklar bağlamında benzer yapısal sorunları paylaşan diğer ülkeleri de analizine dahil ederek, bu ülkelerdeki borç dinamiklerine dair kapsamlı bir değerlendirme sunuyor.
Éric Toussaint’nin Borç Sistemi: Devlet Borçlarının ve Reddedilmelerinin Bir Tarihi adlı kitabından yola çıkarak kaleme aldığı bu yazıda Pınar Kahya, devlet borçluluğu tartışmalarına derinlik kazandırıyor. Toussaint, devlet borçluluğu olgusunun içsel dinamiklerini ve yarattığı sonuçları oldukça iyi tanıyor çünkü 1990’dan beri Meşru Olmayan Borçların Ortadan Kaldırılması Komitesi altında devlet borçlarına karşı mücadele yürütüyor. Yazı boyunca, Latin Amerika’dan günümüz Sri Lanka’sına uzanan bir izlekte, borçlanmanın bir çeşit kötü yönetimin bir sonucu değil, uluslararası sistemin yapısal dinamiklerinin ürünü olduğu ortaya koyuluyor. Sömürgecilik döneminden günümüze kadar gelen bu bağımlılık döngüsünde, borçlu ülkeler için mevcut borçların faizlerini ödemek adına sürekli yeni borçlanmalar kaçınılmaz hale geliyor ve bu süreç, ülkelerin ekonomik egemenliklerini daha derin bir borç sarmalına sürüklüyor.
Borcun finansallaşmayla birlikte kazandığı yeni işlevler ve bu işlevlerin yarattığı yapısal eşitsizlikler, kapitalizmin sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahip. Bu dosya boyunca, borcun tarihsel kökenini ve geçirdiği dönüşümleri inceleyerek, günümüzde büründüğü farklı biçimleri ve toplumsal sonuçlarını konuşmayı amaçlıyoruz.
Şimdilerde çoklu kriz dönemi olarak tariflenen, miladını 2008 krizi olarak kabul edebileceğimiz mevcut dönemin güç ilişkilerinin çözümlenmesi ve ona müdahale söz konusu olduğundaysa artık eleştirel uluslararası politik ekonominin de bir arayış içinde olduğunu açıkça ifade etmek gerekiyor.
Historical Materialism Konferansının bu yıl Kadir Has Üniversitesinde gerçekleşen İstanbul ayağı vesilesiyle yakaladığımız Alfredo Saad-Filho ile Burak Ceylan’ın gerçekleştirdiği bu söyleşi, çoklu krizin her kriz başlığını ayrı ayrı ele almak yerine, bu başlıkların ilişkiselliğini vurguluyor. Finansallaşma ile ekolojik yıkım arasındaki bağlantıyı hatırlatan Saad-Filho, neoliberalizm ile devlet arasındaki ilişkinin de altını çiziyor.
Ana akım talep yönlü enflasyon teorisine karşı çıktığı bu yazıda İlhan Döğüş’ün enflasyonun kaynağına yönelik eleştirisi, “enflasyonla mücadele” adı altında yürütülen somut politikalara da itirazı içeriyor. Paranın kaynağı nedir, devlet vergilerden mi harcama yapar, bütçe açığı ekonomi politikasının neden merkezinde, faizler artırıldığı halde enflasyon neden düşmüyor gibi gündelik yaşamımızın merkezine yerleşen sorulara yanıt arayan Döğüş, ana akım (ortodoks) yaklaşımların şehir efsanelerini de tek tek deşifre ediyor.
2008 kriziyle birlikte enflasyonla mücadelenin ötesinde yeni roller ve araçlar üstlenen merkez bankalarını tarihsel bir perspektiften ve güç ilişkileri boyutunu ihmal etmeden incelediği bu yazıda Derya Başarangil, devlet ile piyasaları birbirinden ayrı ele almamak gerektiğini vurgulayarak merkez bankalarının kriz müdahalelerinin, finansallaşmanın genel mantığı sürdüğü sürece küresel kapitalist işleyiş içerisinde onu dönüştüren ve var olan kriz eğilimlerini aşmaya yarayan bir kriz yönetim stratejisinin parçası olmaya devam edeceğini ifade ediyor.
ABD merkezli “siyasi kapitalizm” tartışmalarını ele aldığı bu yazıda Berkay Koçak, Robert Brenner’ın siyasi kapitalizmin “sermayenin kâr oranını saf politik güç ile belirleyen yeni bir birikim rejimi olduğu” tespitini açıyor. Koçak’ın tabiriyle, bu birikim rejiminde, klasik liberalizm paradigmasının en kor çekirdeğinde olan piyasa kapitalizmi (görünmez el), yerini kâr ve güç arasındaki ilişkinin siyasi kertede belirlenmeye başlandığı, bölüşümün yukarı yönlü ince bir mühendislik ile planlandığı ve sınıfsal bir uzlaşı olmadan kurulan yeni bir örgütlenmeye bırakıyor.
Göran Therborn’un 2024 Şubatı’nda New Left Review’da yayımlanan, kendisinin 2022’de yayımladığı bir yazıya Oliver Eagleton’ın yine aynı platformda getirdiği eleştirilere yanıt niteliğindeki bu makalesi, kendisine Eagleton tarafından yöneltilen “20. yüzyılın ufkuyla sınırlı kalma” eleştirisini, bir süredir çizdiği “kötümser” dünya analizini ekoloji, yeni jeopolitik çelişkiler ve eşitsizlikler üzerinden yeniden bir değerlendirmeye tabi tutarak yanıtlıyor. Kendi teorik konumlanışını Marksizm Artı (Marxism Plus) olarak konumlandıran Therborn’un bu yazısı, 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl toplumsal formasyonları arasında kurduğu bağ ile günceli yakalamak anlamında önemli.
Sistemik birikim döngüleri yaklaşımı üzerinden Çin’i analiz ettiği bu yazıda Can Deniz Turna, 2008’den bu yana dünyada devam eden kriz halini, ABD ve Çin arasında artan rekabeti ve artan ticari/askeri gerilimleri Arrighi’nin yaklaşımını kullanarak anlamaya çalışıyor.
Nancy Fraser, Capital & Class’tan Jule Goikoetxea’nın sorularını yanıtladığı bu söyleşide toplumsal cinsiyeti, ırkı ve sınıfı emek kavramı çerçevesinde yeniden düşünerek kapitalizmin genişletilmiş bir tanımını ortaya koyuyor. Fraser, feminizmi, ırkçılık karşıtlığını ve sendikal hareketi birbirine sıkı sıkıya bağlı üç ayrı emek hareketi olarak ele almayı önerirken geri çekilmek, uzlaşmak ya da romantik tasarılar ortaya koymakla değil karşı hegemonik bloğun nasıl oluşturulacağı sorusuyla ilgilenmemiz gerektiğini hatırlatarak dikkatimizi “sosyalizmin kalbi ve ruhu” olarak tanımladığı toplumsal artık üzerindeki kolektif hâkimiyeti sağlamayı nasıl başarabileceğimiz sorusuna çevirmemiz gerektiğine işaret ediyor.
Hem küresel kapitalist işleyişin ekonomik, politik, jeopolitik, çevresel güncel sorunlarının tahliline katkı sunacak hem de eleştirel politik iktisadın farklı ekollerin metodolojik ve teorik revizyonu geliştirecek katkı ve önerileri içeren makaleleri bu dosyamızda konuk etmeyi umuyoruz.