Textum Dergi olarak bulunduğumuz yeri -üniversiteyi- sorgulamayı hedeflediğimiz bu dosyamızda bilimsel, özgür, demokratik bir üniversite fikrini canlı tutmak amacıyla Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA), Sokak Akademisi ve Kültürhane gibi farklı biçimlerde kurulan, bilgi üretimine ve paylaşımına ilişkin çeşitli düşünce kaynaklarından beslenen; ancak tüm farklılıklarına rağmen bilgiyi, formal eğitim süreçlerinin ve kurumlarının dışında bir dayanışma fikri içerisinde üretmeye ve paylaşmaya çalışan deneyimleri bir yuvarlak masa etrafında bir araya getirdik.
FUL ve benzeri kuruluşlar, en başta varlıkları ile insanlarda her şeye rağmen bilgiyi, bilimi kendi zamanlarından ayırarak belli bir çıkar amacı olmadan kovalama dürtüsünün olduğunu; bunun koşullarını sağlamak için akademik kurumları birer darphaneye dönüştürmenin yanlışlığını ortaya koyuyorlar.
Bugün Sci-Hub bilimsel bilgi açısından hatırı sayılır bir öneme sahip. Özgürce bilgi üretebilmek ve hâlihazırda üretilmiş olan bilgiye erişim sağlayabilmek için, üniversite öğrencilerinden öğretim görevlilerine bilim komünitesinin parçası olan birçok insanın yolu Sci-Hub’tan geçmek durumunda. Bilimin yoluyla bizim yolumuzu Sci-Hub’da kesiştirenleri, kurucusu Alexandra Elbakyan ile konuştuk.
Akademik faaliyetleri bütünüyle bu tarz bir simgesel sermaye birikim sürecine indirgemek ne kadar yanlışsa, akademik alanın bu tarz eğilimlerden bütünüyle bağımsız olduğunu varsaymak da bir o kadar yanlıştır. Dolayısıyla, Bourdieu’nün gör dediği şeylerden biri, akademik alanda eyleyen failler olarak ‘kendini bilmek’, kendi konumunun ve bunun ‘olanaklılık koşulları’ üzerine de bir düşünümselliğe sahip olmak şeklinde düşünülebilir.
Bilginin değerine ilişkin birbiriyle çelişen bu iki anlayış, üniversitenin fildişi kulesinin ötesine doğru genişleme, toplumsal organizasyona ilişkin iki farklı tahayyülü tetikleme potansiyeli taşıyor: biri meta üzerine kurulu, bilginin, kaynakların ve hakların özel mülkiyetini esas alan, diğeri ise müştereklerden ilham alan tahayyül. Öyleyse, politik olarak önümüzde duran soru şu: Her şeyi mülkiyet ve yatırım nesnesine indirgeyen neoliberal projeye karşı müşterekleri nasıl geliştirebilir, ortaklığı nasıl özneleştirir ve bir yaşam biçimi haline getirebiliriz?
Birlikteliği, adına “Üniversite” denilen kurum aracılığıyla mümkün olmuş ve tamamı üniversitelilerden oluşan bir çevrimiçi yayın kolektifi olarak, ikinci dosyamızda parçası olduğumuz “Üniversite”yi bir kurum, bir fikir, bir mekân ve özgül bir toplumsallık olarak ele almayı planlıyoruz.
Bir grup genç sosyal bilimcinin savaşların, sömürünün, eşitsizliğin, açlığın, yoksulluğun ve tahakkümün son bulduğu bir dünyaya erişme mücadelesine nefesleri yettiğince katkı sunma çabasının ürünü olarak yola çıkan textum, yolculuğuna “Küresel Salgın Günlerinde Emeğin Halleri” başlıklı bir dosya çalışmasıyla başlıyor.
Emekçilerin koronavirüse hangi koşullarda yakalandığının bir eskizi
Başka pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bazı işler evden sürdürülebilirken, ‘evde kalamayanlar’ kendi içinde iki bölükten oluştu.
Kimdir bu evden çalışanlar ya da çalışabilenler? Bunlar iddia edildiği gibi ayrıcalıklı kimseler midir? Dahası tanımlanabilir bir bütün oluştururlar mı?
Salgınla mücadelede sağlık merkezlerinin, hastanelerin içerisindeki emek süreci ortaya bir Covid proletaryası çıkarmaktadır. Yani en karmaşığından en basitine burada yürütülen bütün işler ayrıştırılamaz bir değer yaratmaktadır.
Öğretmenlerimiz bu zor koşullar altında özveriyle çalışarak online eğitim koşullarında dahi öğrencilerine değip dokunmaya çalışmaktadır. Onlar kaygı ve belirsizlikten sıyrılarak öğretmen olma vasfının gereği olarak “öğretmek” istiyorlar.
Olağanüstü bir durum olan pandemi süresince kadınların yoğunlukta olduğu birçok alanın yükünün arttığını söyleyebiliriz.
Kafe ve barlar gibi işletmelerde günübirlik, çoğunlukla kayıt dışı çalışmak durumunda olan emekçilerin çalıştığı esnek ve güvencesiz emek piyasasının içerisinde barındırdığı çatlaklar korona virüs salgını ile su yüzüne çıkmaya devam ediyor.
Bu salgın etkileri açısından, bugüne kadar gördüğümüz hiçbir krize benzemiyor ve yaşanan can pazarı kapitalizmin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor.
Arjantin, ekonomik kırılganlıkları açısından Türkiye’ye benzerlikleriyle oldukça dikkat çeken bir ülkeyken, pandemi yönetimi açısından Türkiye ile iki zıt kutbu temsil ettiklerini söyleyebiliriz.
Virüsün siyasal yöntemlerle kontrol edilebilmesi aynı zamanda finansın ve üretimin, nüfusun sağlığının ve ekonominin gidişatının ve her birimizin duygu dünyasının yönetimi anlamına geliyor.